Adalar’dan;
Bozcaada ve Gökçeada Türk Devleti’ne,
Oniki Adalar İtalyanlar’a,
Diğer adalar ise Yunanistan’a bırakılmıştır.


Türk Devleti’nin sınırları içindeki Yabancı Okullar Türk kanunlarına uyacaklar, okulların öğrenimini Türk Devleti düzenleyecektir.
Fener Rum Patrikhanesi’nin yabancı kiliselerle ilişki kurmaması şartı ile Türkiye’de kalması kabul edilmiştir.

 

Azınlıklara verilen ayrıcalıklar kaldırılmış, tüm azınlıklar Türk vatandaşı kabul edilmiştir. İstanbul’daki Rumlar hariç diğer yerlerdeki Rumlar’ın Yunanistan’a gönderilmesine, Batı Trakya hariç diğer yerlerdeki Türkler’in de Türkiye’ye gönderilmesine karar verilmiştir.

 

Boğazlar Sorunu ise şu şekilde halledilmiştir:

 

 

 

1.Boğazların idaresi başkanlığını Türkler’in yapacağı bir komisyona bırakılmıştır.

 

2.Boğazların iki tarafında da 20 km’lik alanın askerden arındırılması kararlaştırılmış, buna rağmen olağanüstü bir durum olduğunda Türk tarafının boğazlara asker sokabilmesine izin verilmiştir.

 

3.Ticaret gemileri boğazlardan serbestçe geçebilecek, savaş gemilerine ise tonaj sınırlaması getirilecektir.

 

4.İşgal güçleri İstanbul’u bir buçuk ay içinde boşaltacaklardır.

 

 

Borçlar şu şekilde halledilmiştir:

            1.Duyûn-u Umûmiye İdaresi kaldırılmıştır.

            2.Osmanlı Devleti’nden ayrılan devletlere Osmanlı borçlarından hisse verilmiştir.

            3.Osmanlı borçlarının büyük bir bölümünü TBMM ödemeyi kabul etmiştir.

            4.Borçların Türk Lirası ve taksitler halinde ödenmesi karara bağlanmıştır.

 

  T.C. İNKİLAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK

 

Hayim Naum Efendi’nin arabuluculuk faaliyetleri sonucu karşılıklı verilen tavizler sonucu 23 Nisan 1923’te görüşmeler tekrar başlamıştır.

24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır.

 

Lozan Barış Antlaşması'nın Maddeleri:

I.DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ
 
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ AVRUPA'DAKİ GENEL DURUM

    XIX. yüzyılda Avrupa'daki sosyal. siyasal ve ekonomik alanlardaki gelişmelerde iki önemli olayın sonuçları etkili olmuştur.

            1. Sanayi Devrimi
 2. Fransız 
İhtilali

    Sanayi Devrimi (1850) : Üretimde kol gücünün yerini makinenin almasıdır. Sanayi devrimi önce İngiltere'de başlamış, daha sonra Fransa ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde etkisini göstermiştir.

    Sömürgecilik'te ileri giden ülkeler      
       
İngiltere
Hollanda
Belçika
Fransa
           
 

Diğer Devletlerin Durumu

Rusya: Panislavizm siyasetine devam etti
İtalya - Almanya: Siyasi birliğini geç tamamladığı için 19.y.y. 'ın ikinci yarısında sömürge mücadelesine girişti.
ABD ve Japonya: Sömürge elde etmek için Avrupa Devletleri ile rekabete girişti.

DÖNEM

18.yy - 19.yy Ortaları

19.yy Ortalarından sonra

 

 

MAKİNA DEVRİMİ

TEKNOLOJİ DEVRİMİ

 

ENERJİ / HAMMADDE

Demir - Kömür - Buhar

Çelik - Elektrik - Petrol

 

Makina Devrimi      

Teknoloji Devrimi

  • Makina Kullanımı yaygınlaştı
  • Büyük fabrikalar ortaya çıktı
  • Temel enerji kaynağı Kömürdür
 
  • Bilimsel buluşların üretime uygulanmasını devletler destekledi.
  • Halkın yaşamı daha fazla değişti
  • Telefon, mikrofon, telsiz, lamba, araba, bisiklet, daktilo gibi yenilikler gerçekleşti.

           Sanayi Devriminin Sonuçları

            1. Üretim artmıştır.
            2. Ham madde ve pazar sorunu ortaya çıkmıştır.

            3. Sömürge elde etme yarışı hız kazanmıştır.

    Bu gelişmeler yaşanırken Almanya ve İtalya siyasi birliklerini kuramadıkları için sömürgecilik yarışında geç kalmışlardır. Daha sonra siyasi birliklerini tamamlayan bu devletlerin gelişen sanayileri için sömürge elde etmek istemeleri Avrupa'daki dengeIeri değiştirmiştir. Özellikle Almanya ile İngiltere büyük bir rekabete girmişlerdir.

    Fransız ihtilali (1789) : Fransız ihtilali sonucu dünyaya yayılan milliyetçilik düşüncesi, imparatorIukların parçalanmasında etkili olmuştur.

    Özgürlük, eşitlik, adalet ilkeleri toplum yaşamına girmiş, düzenlenen yasalarla insan hakları devlet güvencesi altına alınmıştır.

   
  Nedenleri            
   
  • ABD' deki gelişmeler
  • burjuva sınıfının güçlenmesi
   
  Sonuçları              
     
  • Milliyetçilik ve Özgürlük akımının oluşması
  • Eşitlik, Hürriyet, adalet bağımsızlık gibi ilkelerin toplum yaşamına girmesi
  • İnsan haklarının anayasalarla güvence altına alınması
  • Laikliğin devlet sisteminde ve hukuk anlayışında yer alması
 

Olumlu Etkileri

Osmanlı Devletinde demokrasi hareketlerinin başlamasına neden oldu.

  • 1808 Senedi İttifak,
  • 1839 Tanzimat Fermanı,
  • 1856 Islahat Fermanı
  • 1876 I. Meşrutiyet
  • 1908 II. Meşrutiyet
  Olumsuz Etkileri        
   
  Osmanlı Devletinde azınlıkların ayaklanması ve bunun sonucunda toprak kaybı.
         

I. ve II. MEŞRUTİYET

 

 

è I.Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi (23 Aralık 1876)

          Kanun-i Esasi Mithat Paşa tarafından hazırlanmıştır.
          İstanbul Konferansı’nın toplanması sırasında ilan edilmiştir.
          Meşrutiyetin ve Kanun-i Esasi’nin yayınlanmasında Genç Osmanlılar’ın etkisi vardır.
          Kanun 119 maddeden oluşmuştur.

Yayınlanmasının Nedenleri:

          Osmanlı'yı yıkılmaktan kurtarmak.
          Azınlıkların devlete bağlılığını arttırmak.
         
Balkan Meselesi'nin amacıyla toplanan Tersane Konferansı'nda azınlıklar konusunda Avrupalı devletlerin baskısını engellemek.

Namık Kemal

 

Mithat Paşa

 

Namık Kemal, Ziya Paşa ve Mithat Paşa
I.Meşrutiyet'in ilanında büyük etkileri olmuştur.

 

 

 

Kanun-i Esasi’nin Bazı Maddeleri:

          Osmanlı Devleti’nin yönetim şekli meşrutiyettir.
          Padişah’ın yanında iki tane meclis vardır:
         
Ayan Meclisi
          Mebusan (avam) Meclisi
          Ayan Meclisi padişah tarafından atanır ve ömür boyu mecliste kalır.
          Bakanlar Kurulu padişaha karşı sorumludur.
          Meclisi açmak ve kapamak padişaha aittir.
          Kanun teklifini yalnız hükümet yapabilir.
          Barış antlaşmalarını padişah onaylar.
          Padişahın izni olmadan bir kanun mecliste görüşülemez.
          Yasama yetkisi Ayan ve Mebusan Meclisi’ne aittir.
          Yürütme yetkisi Padişah ve Bakanlar Kurulu’na aittir.
          Mebuslar Meclisi üyeleri dört yılda bir seçilir.
          Padişah, uygun gördüğü durumlarda meclisi feshedebilir, milletvekillerini sürgüne gönderebilir.

I.Meşrutiyet ve Kanun-i Esasinin Önemi:

          Osmanlı Devleti'nde rejim değişmiştir.
          Osmanlı’da halk ilk kez yönetime katılmış; halk seçme, seçilme ve temsil hakkını kullanmıştır.
          Azınlıklar da meclise girmiş ve mecliste gayr-i müslim üye sayısı müslüman üyelerin sayısını geçmiştir.
          Kanun-i Esasi, Türk tarihindeki ilk anayasadır.
          Padişah iradesinin millet iradesinin üstünde olduğu kabul edilmiştir.
          1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nın (93 Harbi) başlaması ve meclisten bir karar çıkarılamaması bahanesiyle II.Abdülhamid, meclisi kapatmış, Kanun-i Esasi'yi yürürlükten kaldırmıştır (1878).


II.Abdülhamit

Not:    I.Meşrutiyetin ilanı, Genç Osmanlılar’ın (Jön Türkler'in) zaferidir.

è II.Meşrutiyet (1908)

          Genç Osmanlılar (Jön Türkler), İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni kurmuştur.
          Rusya ve İngiltere Reval Görüşmesi’nde Boğazlar Meselesi’ni ve Balkanlar’ın durumunu görüşmüşlerdir (1908).
          İttihatçılar Osmanlı’nın parçalanacağından endişe etmişler, II.Abdülhamid’e meşrutiyeti ilan etmesi için baskı yapmışlar ve Rumeli'de ayaklanmışlardır.
          II.Abdülhamid baskılar sonucu meşrutiyeti ilan etmiştir (1908).
          İttihatçıların meşrutiyet yönetimi için ciddi bir hazırlığı olmadığından beklenen sonuçlar alınamamıştır.
          Meşrutiyete geçişte iktidar boşluğu ve kargaşa yaşanmıştır.

II.Meşrutiyet’in Sonuçları;

          Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiştir.
          Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i topraklarına katmıştır.
          Girit, Yunanistan’a bağlanma kararı almıştır.
          Osmanlı Devleti’nde ilk siyasi partiler kurulmuştur;

  İttihat ve Terakki Partisi

  Hürriyet ve İtilaf Partisi

  Ahrar (Hürler) Partisi

          Osmanlı'da ilk kez parlamenter sistemin denemeleri yapılmıştır.
          Meşrutiyete karşı olan İstanbul'daki avcı taburları 31 Mart Olayı’nı çıkarmışlardır (13 Nisan 1909).
          İsyancılar sadrazamın ve meclis başkanının istifa etmesini istemişler, bazı İttihatçıları öldürmüş ve gazete binalarını bastırmışlardır.
          II.Abdülhamid isyanı bastırmakta başarılı olamamıştır.
          Komutanlığını Mahmut Şevket Paşa’nın, Kurmay Başkanlığı’nı Mustafa Kemal’in yaptığı Hareket Ordusu Selanik’ten İstanbul’a gelerek, 31 Mart Ayaklanması’nı bastırmıştır.
          II.Abdülhamid tahttan indirilmiş, V.Mehmet Reşat tahta çıkarılmıştır (1909).
          İlk kez kızlar için yükseköğrenim kurumları açılmıştır.
          Kanun-i Esasi'de değişiklikler yapılmıştır.
          I.Balkan Savaşı sonucu Londra Görüşmeleri devam ederken İttihatçılar, Bâb-ı Âlî Baskını'nı gerçekleştirmiş ve yönetime hakim olmuşlardır (1913).

Kanun-i Esasi'de Yapılan Bazı Değişiklikler:

          Bakanlar, Mebusan Meclisi'ne karşı sorumlu olmuştur.
          Barış antlaşmalarını Mebusan Meclisi'nin onaylaması kararlaştırılmıştır.
          Padişahın meclisi açma, kapama ve üyeleri sürgüne gönderme yetkileri kısıtlanmıştır.
          Basına geniş özgürlükler verilmiş, sansür kaldırılmıştır.
          Hükümet üyelerini sadrazam seçmeye başlamıştır.
          Siyasi partiler kurulmuştur.

Not 1: 31 Mart Olayı Türk tarihinde rejime karşı yapılan ilk isyandır. Cumhuriyet rejimine karşı yapılan Şeyh Said İsyanı ile benzerlik gösterir.
Not 2:
II.Meşrutiyet'ten sonra Türkçülük politikası önem kazanmıştır.

OSMANLI TOPLUMUNDA DÜŞÜNCE AKIMLARI

1. Osmanlıcılık

Osmanlıcılık akımı, Tanzimat Dönemi’nde doğmuştur.
Osmanlıcılık akımını Genç Osmanlılar (Jön Türkler) savunmuştur.
Tüm halka aynı hak ve yetkilerin verilmesini istemişlerdir.
I.Meşrutiyet’in ve Kanun-i Esasi’nin ilan edilmesinde etkili olmuşlardır.
Osmanlıcılık düşüncesi Berlin Antlaşması ile zayıflamış (1878), Balkan Savaşları ile etkisi kaybolmuştur.


 

2. İslamcılık

İslamcılık akımı I.Meşrutiyet’ten sonra önem kazanmıştır.
II.Abdülhamid döneminde İslamcılık, devletin resmi politikası haline gelmiştir.
İslamcılık akımının savunucuları; Mehmet Akif, Said Halim Paşa, Cemaleddin Afgani, Musa Kazım ve M.Şemseddin’dir.
İslamcılık düşüncesi I.Dünya Savaşı sonunda etkisini kaybetmiştir.

MEHMET AKİF ERSOY
 

3. Türkçülük

Türkçülük akımı Rus işgalinden kaçan Türk göçmenlerin etkisiyle başlamıştır.
Türkçülük akımının en büyük savunucusu Ziya Gökalp’tir.
II.Meşrutiyet’ten sonra gelişme göstermiştir.
Osmanlı sınırları içindeki Türkler arasında birlik kurulmasına Türkçülük, tüm dünyada yaşayan Türkler arasında kurulacak birliğe ise Turancılık denmiştir.
Türkçülük akımı, Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında etkili olmuştur.

ZİYA GÖKALP

4. Batıcılık

Batıcılık akımı II.Meşrutiyet’ten sonra gelişme göstermiştir.
Batıcılık akımının savunucuları; Abdullah Cevdet, Süleyman Nazif, Celal Nuri’dir.
Kadın özgürlüğü, medeni kanun, laiklik, Latin alfabesi, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi düşünceleri savunmuşlardır.
Türkçüler’in Turancılık akımına karşılık, Batıcılar İrfancılık idealini savunmuştur.

5. Adem-i Merkeziyetçilik

Merkezi yönetimin yetkilerinin azaltılması, yerinden yönetime önem verilmesi savunulmuştur.
Devlet içindeki değişik unsurların yönetime katılması istenmiştir.
Savunucusu Prens Sebahattin’dir.
Liberal ekonomi modeli benimsenmiştir.

Not 1:     Türkçüler, iç politikada Türkçü, dış politikada Batıcı davranmıştır.
Not 2:  
   Atatürk Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarken Türkçülük ve Batıcılık akımlarından etkilenmiş, inkılapları da Türkçülük ve Batıcılık akımları doğrultusunda gerçekleştirmiştir.

TRABLUSGARP SAVAŞI (1911-1912)

Nedenleri:

Siyasi birliğini geç kuran İtalya’nın sömürgecilik faaliyetlerine girişmesi.
İtalya’nın Habeşistan’a saldırması ve başarılı olamaması.
İtalya’nın Habeşistan yenilgisi üzerine yeni yerlere göz dikmesi.
İtalya’nın diğer Avrupa devletleri ile anlaşması.
Trablusgarp’ın İtalya’ya yakın ve savunmasız olması.
Trablusgarp’ın ticaret yolları üzerinde bulunması ve zengin maden yataklarına sahip olması.

İtalya, Rusya ile Racconigi Antlaşması’nı yapmış, Rusya boğazlara karşılık İtalya’nın Trablusgarp’ı işgal etmesini desteklemiştir (1909).
İtalya, Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp’ı gelişmişlikte geri bıraktığı ve bölgedeki İtalyanlar’a kötü davrandığı iddiasıyla Osmanlı’ya ültimatom çekmiştir.
Osmanlı Devleti’nin görüşme isteğine rağmen İtalya, Trablusgarp’ı işgal etmiştir.
Mustafa Kemal Trablusgarp ve Derne’de, Enver Bey de Bingazi’de başarılar kazanmıştır.
Savaşın uzun sürmesi İtalya’yı maddi sıkıntıya sokmuş, savaşın bitmesini isteyen halkın tepkisi üzerine İtalya, Osmanlı’yı barışa zorlamak için Oniki Ada’yı işgal etmiştir.
Bu sırada I.Balkan Savaşı başlaması, Osmanlı’yı zor durumda bırakmış ve Osmanlı Devleti İtalya ile Uşi Antlaşması’nı imzalanmıştır

            Uşi Antlaşması (18 Ekim 1912)

Trablusgarp ve Bingazi İtalya’ya bırakılacak.
Oniki Ada, Balkan Savaşı’ndan sonra geri alınmak üzere geçici olarak İtalya’ya bırakılacak.
İtalya, kapitülasyonların kaldırılması konusunda Osmanlı’ya yardım edecek.
Trablusgarp ve Bingazi’nin Duyun-u Umumiye İdaresi’ne ödediği borçları İtalya ödeyecek.
Trablusgarp ve Bingazi dini bakımdan Osmanlı halifesine bağlı kalacak.

Sonuçları:

Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’da toprağı kalmamıştır.
İtalya Ege Denizi’ne yerleşmiştir.
İtalya Doğu Akdeniz’de önemli bir güç olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin zayıfladığı anlaşılmıştır.
Oniki Ada geri alınamamış.

Not 1:  Uşi Antlaşması, halifelik makamının kullanılması yönü ile 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’na benzer.
Not 2: 
Oniki Ada, Sevr’de ve Lozan’da İtalya’ya bırakılmıştır. II.Dünya Savaşı’ndan sonra İtalya, Oniki Ada’yı Yunanistan’a vermiştir (1947).

BALKAN SAVAŞLARI (1912-1913)


1.Balkan Savaşı Öncesi Sınırlar

Nedenleri:

Balkan devletlerinin kendi arasında Osmanlı’ya karşı ittifak yapması ve Osmanlı Devleti topraklarını ele geçirmek istemeleri.
Rusya’nın Balkanlar’da takip ettiği politika.
Rusya’nın Boğazlar’a yerleşme planı.
Rusya ve İngiltere arasında yapılan Reval Görüşmeleri (1908).
Trablusgarp Savaşı’nın çıkması (1911).

I.Balkan Savaşı (1912)Formül: Ka Sa Ba Ya

Karadağ'ın Osmanlı'ya savaş açmasıyla başlamıştır.
Karadağ'dan sonra Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştır.
Bulgar ordusu, Edirne’yi kuşatmış, Kırklareli ve Lüleburgaz’ı da alıp Çatalca’ya kadar ilerlemiştir.
Yunanlar Ege adalarına asker çıkarmıştır.
Osmanlı Devleti, Osmanlı ordusu içindeki siyasi çekişmeler yüzünden savaşı kaybetmiştir.
Osmanlı Devleti Londra Barış Antlaşması’nı imzalamıştır.

Londra Antlaşması (1913)

              Osmanlı’nın Batı sınırı Midye-Enez hattı olacak.
              Yunanistan; Selanik, Güney Makedonya ve Girit’i alacak.
              Bulgaristan; Kavala, Dedeağaç ve bütün Trakya’yı alacak.
              Sırbistan; Orta ve Kuzey Makedonya’yı alacak.
              Arnavutluk ve Ege adalarının geleceği büyük devletlere bırakılacak.


1.Balkan Savaşı Sonrası Sınırlar

I.Balkan Savaşı’nın Sonuçları:

Arnavutluk savaş sırasında bağımsızlığını ilan etmiştir.
Arnavutluk, Balkanlar’da Osmanlı’dan ayrılan son devlet olmuştur.
Londra Görüşmeleri devam ederken Bâb-ı Âlî Baskını gerçekleşmiştir (1913).
Bulgaristan Ege Denizi’ne ulaşmıştır.
Osmanlı Devleti’nin batıda yalnızca Bulgaristan’la sınırı kalmıştır.
Osmanlıcılık fikri sona ermiştir.
Balkanlar’dan kaçan Türkler Anadolu’ya göç etmiştir.
M.Kemal’in; “Ordu siyasete karışmamalıdır” sözünün doğruluğu anlaşılmıştır.

Not :       Arnavutluk, Balkanlar’da Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız olan son devlettir.

II.Balkan Savaşı (1913)

Nedenleri:

Bulgaristan’ın çok güçlenmesi.
Osmanlı Devleti’nden alınan Balkan topraklarının paylaşılamaması.
Balkanlar’daki tüm devletler Bulgaristan’a saldırmıştır.
Daha sonra cephe değişmiş, Bulgaristan ile Romanya, Yunanistan ile Sırbistan arasında savaş olmuştur.
Osmanlı Devleti Edirne ve Kırklareli’yi geri almıştır.
Bulgaristan mağlup olmuştur.
Balkan devletleri, aralarında Bükreş Antlaşması’nı imzalayarak savaşa son vermiştir (10 Ağustos 1913).
Antlaşmaya göre Bulgaristan; Yunanistan, Sırbistan ve Romanya’ya toprak vermiştir.
Osmanlı Devleti’nin II.Balkan Savaşı sonunda imzaladığı antlaşmalar şunlardır:


2.Balkan Savaşı Sonrası Sınırlar

1) İstanbul Antlaşması (29 Eylül 1913 - Bulgaristan ile imzalanmıştır )

Kırklareli, Dimetoka ve Edirne Osmanlı’da kalacak.
Meriç Nehri batı ile sınır olacak.
Bulgaristan’daki Türkler dört yıl içinde göç edebilecek.
Bulgaristan’da kalan Türkler din ve mezhep hürriyetinden yararlanabilecek.
Türkler’in okuduğu ilk ve orta dereceli okullarda eğitim dili Türkçe olacak.
Türkler’in mülkiyet hakkına saygılı olunacak.

2) Atina Antlaşması (14 Kasım 1913 Yunanistan ile imzalanmıştır)

Girit; Yunanistan’a bırakılacak.
Yunanistan’da kalan Türkler’in hakları güvence altına alınacak.
Ege adalarının geleceğini büyük devletler belirleyecek.

3) İstanbul Antlaşması (13 Mart 1914 Sırbistan ile imzalanmıştır)

              Sırbistan’da kalan Türkler’in hakları güvence altına alınacaktır.

Not 1:     Osmanlı Devleti’nin Sırbistan ile sınırı olmadığından antlaşmada sınır problemi yaşanmamıştır.
Not 2:   
  İmroz, Bozcaada, Meis ve Kaş adaları dışındaki tüm adalar Yunanistan’a verilmiştir.


I.DÜNYA SAVAŞI

 

Nedenleri:

              1. Avrupalı devletlerin sömürgecilik faaliyetleri, hammadde ve pazar rekabeti.

              2. Almanya ve İtalya’nın sömürgeciliğe başlamaları.

              3. İngiltere ve Fransa’nın, Almanya’ya karşı silahlanmaya başlaması.

              4. Rusya’nın ideallerini gerçekleştirme isteği.

              5. Balkanlar’da Slav - Germen çekişmesi.

              6. Fransız İhtilali’nin doğurduğu milliyetçilik akımı.

              7. Fransa’nın Alsace-Loraine’i Almanya’dan almak istemesi.

              8. Avusturya-Macaristan prensinin Saraybosna’da bir Sırp milliyetçi tarafından öldürülmesi (28 Haziran 1914).

 M.Kemal Cephede

 

 

I.Dünya Savaşı’nda Oluşan Bloklar

              İttifak (Bağlaşma) Bloğu                                        İtilaf(Anlaşma)Bloğu

              Almanya                                                                    İngiltere

              Avusturya-Macaristan İmp.                                 Fransa

              Osmanlı Devleti                                                     Rusya

              İtalya---------------------------------->                           İtalya

              Bulgaristan                                                            ABD

                                                                                                 Romanya

                                                                                                 Japonya

                                                                                                 Yunanistan

Not 1:     İtalya, İttifak grubunda iken Antalya ve çevresinin kendisine bırakıldığı gizli Londra Antlaşması ile İtilaf Grubu’na geçmiştir.

Not 2:     Bulgaristan Çanakkale Savaşı’ndan sonra İttifak Grubu’na katılmıştır.

 

Osmanlı Devleti’nin I.Dünya Savaşı’na Girme Nedenleri

 

1. İttihatçıların Almanlar’a sempati duyması.

              2. Alman desteği ile devletin kurtulacağına inanılması.

              3. Osmanlı Devleti’nin Almanya ile gizli bir anlaşma yapması (2 Ağustos 1914).

              4. Osmanlı Devleti’nin siyasi yalnızlıktan kurtulmak istemesi.

              5. Osmanlı Devleti’nin, İngiltere ve Fransa’nın ekonomik baskılarından kurtulmak istenmesi.

              6. Osmanlı Devleti’nin kaybettiği toprakları geri almak istemesi.

              7. Osmanlı coğrafyasının jeopolitik önemi.

Goben Savaş Gemisi

 

 Almanya’nın Osmanlı Devleti’ni I.Dünya Savaşı İçine Çekme Nedenleri

 

              1. Almanya’nın halifelik makamını kullanarak İngiliz ve Fransız sömürgelerindeki müslümanları ayaklandırmak istemesi.

              2. Almanya’nın yeni cepheler açarak İtilaf devletlerinin kendi üzerindeki baskısını hafifletmek istemesi.

              3. Almanlar’ın, İngilizler’in Osmanlı toprakları üzerinden geçen Uzak Doğu sömürge yollarını ele geçirmek istemesi.

              4. Almanya’nın Musul-Kerkük petrollerinden yararlanmak istemesi.

              5. Almanya’nın, İtilaf devletlerinin Boğazlar yoluyla Rusya’ya yardım göndermesini önlemek istemesi.

              6. Almanlar’ın İngilizler’den kaçan Goben ve Breslav adlı gemileri Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır.

              7. Osmanlı, gemileri satın aldığını açıklamış ve gemilerin adlarını Yavuz ve Midilli olarak değiştirmiştir.

              8. Bu gemiler, Rusya’nın Sivastopol ve Odesa limanlarını bombalamıştır.

              9. Ruslar Karadeniz sahillerine ve Doğu Anadolu'ya saldırmıştır.

OSMANLI DEVLETİ’NİN I.DÜNYA SAVAŞI’NDA SAVAŞTIĞI CEPHELER

          Topraklarımızda Savaştığımız Cepheler     Topraklarımız Dışında Savaştığımız Cepheler

          1. Kafkas Cephesi                                        1.Makedonya

          2. Kanal Cephesi                                         2.Galiçya Cephesi

          3. Filistin-Suriye Cephesi                             3.Romanya

          4. Irak Cephesi

          5. Çanakkale Cephesi

          6. Hicaz-Yemen Cephesi 

 

Kafkas Cephesi

Cephenin Açılma Nedenleri :

          1. İttihatçıların Orta Asya’daki Türkler’i birleştirme ve Hindistan’a kadar toprakları genişletme isteği.

          2. Almanlar’ın Bakû petrollerini ele geçirmek için Osmanlı’yı kışkırtması.

          3. Ruslar’ın Doğu Anadolu’ya saldırmasıyla mücadele başlamıştır (1 Kasım 1914).

          4. Enver Paşa Sarıkamış’ta Ruslar’a karşı cephe açmıştır.

          5. 90.000 asker Allahuekber Dağları’nda soğuktan donarak şehit olmuştur (Sarıkamış Faciası).

          6. Ruslar, Doğu Anadolu’yu işgal etmiştir.

          7. M.Kemal Muş ve Bitlis’i Ruslar’dan geri almıştır (1914).

          8. Rusya’da Bolşevik İhtilali çıkmıştır (1917).

          9. Rusya Brest Litowsk Antlaşması ile I.Dünya Savaşı’ndan çekilmiş; Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlı Devleti’ne bırakmıştır (3 Mart 1918). 

 

Kanal Cephesi

Cephenin Açılma Nedenleri :

          1. Osmanlı Devleti’nin Mısır’ı İngilizler’den geri alma düşüncesi.

          2. Osmanlı Devleti’nin, İngilizler’in Uzak Doğu sömürgeleriyle olan bağlantısını kesmek ve Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek istemesi. 

          3. Cephede mücadele 3 Şubat 1915’te başlamıştır.

          4. Almanya’nın desteği ile iki kez harekat düzenlenmiştir.

          5. Osmanlı Devleti başarılı olamamıştır (1916).

 

Suriye ve Filistin Cephesi

Cephenin Açılma Nedeni :

          1. Osmanlı Devleti’nin İngilizler’in Süveyş’ten kuzeye doğru ilerleyişini durdurmak istemesi.

          2. İngilizler Halep’e kadar ilerlemiştir (1918).

          3. Yıldırım Orduları Komutanı M.Kemal Paşa, İngilizler’i Halep’in kuzeyinde durdurmuştur.

          4. Misak-ı Milli’nin Suriye sınırı çizilmiştir.

 

Irak Cephesi

Cephenin Açılma Nedenleri :

          1. İngilizler’in Rusya’ya yardım ulaştırmak istemesi.

          2. İngilizler’in Musul-Kerkük petrollerine sahip olmak istemesi.

          3. İngilizler’in Hint deniz yolunun güvenliğini sağlamak istemesi.

          4. İngilizler’in Basra’ya çıkarma yapmasıyla başlamıştır.

          5. Türk ordusu Kut-ül Amare’de başarılı olmuş ise de, İngilizler Bağdat’ı ele geçirmiştir (11 Mart 1917).

 

Seyit Çavuş  Çanakkale Cephesi 215 okkalık top güllesi ile

Çanakkale Cephesi

Cephenin Açılma Nedenleri :

          1. İtilaf Devletleri’nin Rusya’ya yardım göndermek istemesi.

          2. İtilaf Devletleri’nin Boğazlar’ı ele geçirerek, Osmanlı’nın İttifak Devletleri ile bağlantısını kesmek ve Osmanlı’yı saf dışı etmek istemesi.

          3. İtilaf Devletleri’nin Balkan devletlerini yanlarına çekmek istemesi.

          4. Osmanlı’nın Kafkas ve Kanal cephelerinden çekilmesinin sağlanmak istenmesi.

          5. İngiliz ve Fransız donanmaları Çanakkale Boğazı’na saldırmış, savaş başlamıştır (19 Şubat 1915).

          6. Mayınlı boğazlardan İtilaf Devletleri geçememiştir.

          7. İtilaf Devletleri Gelibolu Yarımadası’na ve boğazın iki yakasına asker çıkarmıştır.

          8. Türk askeri Gelibolu, Conkbayırı, Anafartalar’da başarı elde etmiştir M.Kemal bu cephede başarılar kazanmıştır.

          9. Düşman askerleri sekiz ay sonra savaştan çekilmek zorunda kalmıştır (9 Ocak 1916).

Çanakkale Savaşı’nın Sonuçları :

          1. I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı, yalnız bu cephede başarılı olmuştur.

          2. Çanakkale Savaşı, I.Dünya Savaşı’nın uzamasına neden olmuştur.

          3. 500.000 insan ölmüştür.

          4. M.Kemal; önce albay, daha sonra da general olmuş, yurt içinde ve dışında tanınmıştır.

          5. Bulgaristan İttifak Devletleri yanında savaşa katılmıştır.

          6. Rusya’da Bolşevik İhtilali olmuş, SSCB kurulmuştur.

          7. Kafkas Cephesi kapanmıştır.

          8. Zafer, tutsak milletlere bağımsızlık mücadelesinde bir örnek oluşturmuştur.

Hicaz-Yemen Cephesi

Cephenin Açılma Nedeni :

          1. Osmanlı Devleti’nin kutsal yerleri İngilizler’den korumak istemesi.

          2. İngilizler Araplar’ı Osmanlı aleyhine kışkırtmıştır.

          3. Fahrettin Paşa İngilizler’le ve Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile mücadele etmiş, başarılı olunamamıştır.

 

Galiçya, Romanya ve Makedonya Cephesi

Cephenin Açılma Nedeni :

          1. Osmanlı Devleti’nin; müttefiklerine (özellikle Almanlar’a) yardım etmek istemesi.

          2. Osmanlı; Rusya, Romanya ve Fransa ile mücadele etmiş, fakat başarılı olamamıştır.

 

Not 1: M.Kemal; Kafkas, Çanakkale ve Suriye-Filistin cephelerine katılmıştır.

Not 2: Kafkas ve Kanal cepheleri taarruz cepheleridir ve bu cephelerin açılmasında Almanya’nın isteği etkili olmuştur. Kanal cephesinde Almanlar cephane yardımı da yapmışlardır.

Not 3: Osmanlı Devleti Galiçya, Romanya ve Makedonya Cephesi’nde kendi sınırları dışında savaşmıştır.

Not 4: Brest-Litowsk Antlaşması ile Osmanlı Devleti, Berlin Antlaşması ile Rusya'ya verdiği Kars, Ardahan ve Batum'u geri almıştır.

Not 5: Osmanlı'nın kazandığı tek cephe Çanakkale'dir.

Not 6: Başta kazanılmaya çalışılıp kaybedilen cephe Irak'tır.

OSMANLI DEVLETİ’Nİ PAYLAŞMAK İÇİN İMZALANAN GİZLİ ANTLAŞMALAR

 

Formül: Ba L Po Sa Sı Mı

 

? Boğazlar Antlaşması (1915)

             İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanmıştır.

             İstanbul ve Boğazlar, Rusya’ya bırakılmıştır.

 

 Londra Antlaşması (1915)

             İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya arasında imzalanmıştır.

             İtalya’ya Antalya ve çevresi ile Oniki Adalar bırakılmıştır.

             İtalya bu antlaşmadan sonra İtilaf Grubu’na katılmıştır.

 

Ž Petrograt Protokolü (1916)

             İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya arasında imzalanmıştır.

             Rusya’ya Boğazlar’a ek olarak Van, Erzurum, Bitlis ve Trabzon’a kadar olan Doğu Karadeniz bölgesi bırakılmıştır.

 

 Sykes-Picot Antlaşması (1916)

             İngiltere ve Fransa arasında, İtalya’dan gizli olarak yapılmıştır.

             Rusya; Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’nun kendisine verilmesi şartı ile bu anlaşmayı kabul etmiştir.

             Fransa’ya; Adana, Hatay, Suriye kıyıları ve Lübnan bırakılmıştır.

             İngiltere’ye Musul hariç Irak bırakılmıştır.

             Suriye’nin diğer bölgeleri ile Musul ve Ürdün’ü kaplayan bölgede Büyük Arap Krallığı kurulması kararı alınmıştır.

             Arap Krallığı İngiliz ve Fransız himayesinde olacaktır.

             Özerk bir Filistin Devleti kurulacaktır.

             Bu antlaşma ile Araplar, İngilizler’in yanında Osmanlı’ya karşı savaşmıştır.

 

Not : Antlaşmanın İtalya’dan gizli yapılmasında, İtalya’nın aktif olarak I.Dünya Savaşı’na katılmaması etkili olmuştur.

 

 Saint-Jean De Maurienne Antlaşması (19 Nisan 1917)

             İtalya, kendisinden gizli olarak imzalanan Sykes Picot Antlaşması’na tepki göstermiştir.

             Konya, Antalya, Aydın ve İzmir çevresi İtalya’ya bırakılmıştır.

 

Mc Mahon Antlaşması

             İngilizler Araplar’ı Osmanlı aleyhine kışkırtmıştır.

             Araplar'a Büyük Arap Krallığı kurma sözü verilmiştir.

 

Not 1: Rusya’da Bolşevik İhtilali olmuştur. Bunun üzerine İtilaf Devletleri Rusya’ya bırakılan toprakların yarısında Özerk Kürt Devleti oluşturmayı, diğer yarısını da Ermenistan’a vermeyi kararlaştırmışlardır.

Not 2: Bolşevik Rejimi gizli antlaşmaları açıklayınca, gizli antlaşmalar uygulanma zemini bulamamıştır.

Not 3: Gizli Antlaşmalara tepki olarak Wilson İlkeleri yayınlanmıştır.

 

WILSON İLKELERİ

 

              ABD Başkanı Wilson, gelecekte yapılacak barışın ilkelerini açıklamıştır (8 Ocak 1918).

Buna göre:

              1. Yenen devletler, yenilen devletlerden toprak ve tazminat almayacak.

              2. Devletlerarasında gizli herhangi bir antlaşma yapılmayacak, antlaşmalar açık olarak yapılacak.

              3. Devletlerarasında eşitlik sağlanacak, uluslararası ekonomik engeller kaldırılacak.

              4. Ülkeler arasında silahlanma yarışına son verilecek.

              5. Alsace – Loraine Fransa’ya geri verilecek.

              6. İşgal edilen Rus toprakları boşaltılacak.

              7. Belçika yeniden kurulacak.

              8. Uluslararası anlaşmazlıkları barış yoluyla çözmek için Cemiyet-i Akvam (Milletler Cemiyeti) kurulacak.

              9. Boğazlar her devlete açık olacak.

              10. Türk egemenliği altında yaşayan diğer milletlere kendini yönetme hakkı verilecek.

              11. Osmanlı Devleti’nin Türk bölgelerine egemenlik hakkı verilecek.

Not 1:     İtilaf Devletleri toprak elde etmek için Paris Barış Konferansı’nda manda ve himaye fikrini ortaya atmıştır.

Not 2:     İtilaf Devletleri Wilson İlkeleri’ne ters düşmemek için Mondros Antlaşması’na 7. ve 24. maddeleri koymuşlardır.

 

ATEŞKES ANTLAŞMALARI

 

Formül: Bi ------ Se Ma Ve R

              Rusya; Brest-Litowsk Antlaşması ile (3 Mart 1918).

              Bulgaristan Selanik Antlaşması ile (29 Eylül 1918).

              Osmanlı Devleti Mondros Ateşkes Antlaşması ile (30 Ekim 1918).

              Avusturya Villa Gusti Antlaşması ile (3 Kasım 1918).

              Almanya ise Rethondes Antlaşması ile (11 Kasım 1918) savaştan çekilmişlerdir.

 

I.DÜNYA SAVAŞI’NI BİTİREN BARIŞ ANTLAŞMALARI

 

Formül: Ve Sa Na T Sa

              Savaşı bitiren barış antlaşmalarının metni Paris Barış Konferansı’nda hazırlanmıştır (18 Ocak 1919).

? Versailles Barış Antlaşması (28 Haziran 1919) Almanya ile imzalanmıştır.

              Almanya;

              Alsace-Loraine’i Fransa’ya bırakmıştır.

              Bir kısım topraklarını Belçika ile yeni kurulan Litvanya, Polonya ve Çekoslovakya’ya bırakmıştır.

              Sömürgeleri galip devletler arasında paylaşılmıştır.

              Avusturya ile haberleşmeme sözü vermiştir.

              Zorunlu askerlik kaldırılmıştır.

              Ağır silahlara sahip olması yasaklanmıştır.

              Savaş tazminatı ödemeyi kabul etmiştir.

 Saint-Germain Barış Antlaşması (10 Eylül 1919) Avusturya ile imzalanmıştır.

              Avusturya-Macaristan İmparatorluğu iki ayrı devlet olmuştur.

              Avusturya; Macaristan, Yugoslavya ve Çekoslovakya’nın bağımsızlığını tanımıştır.

              Avusturya’da zorunlu askerlik kaldırılmıştır.

              Avusturya, Milletler Cemiyeti’nin onayını almadan Almanya ile birleşmemeyi kabul etmiştir.

Ž Neuilly Barış Antlaşması (27 Kasım 1919) Bulgaristan ile imzalanmıştır.

              Bulgaristan;

              Güney Dobruca’yı Romanya’ya, Batı Trakya’yı Yunanistan’a, bir kısım topraklarını ise Yugoslavya’ya bırakmıştır.

              Bulgaristan’da zorunlu askerlik kaldırılmıştır.

              Deniz ve hava kuvveti bulunmayacak, orduda asker sayısı 25.000 kişiyi geçmeyecek.

 Trianon Barış Antlaşması (4 Haziran 1920) Macaristan ile imzalanmıştır.

              Macaristan;

              Topraklarının büyük kısmını Romanya, Çekoslovakya ve Yugoslavya’ya bırakmıştır.

              Macaristan’da zorunlu askerlik kaldırılmıştır.

              Deniz ve hava kuvvetleri bulunmayacaktır.

 Sevr Barış Antlaşması (10 Ağustos 1920) Osmanlı Devleti ile imzalanmıştır.

              Mebusan Meclisi kapalı olduğundan anlaşma onaylanmamış ve uygulanamamıştır.

              Osmanlı Devleti'nin inzaladığı son antlaşmadır.

 
Sevr Görüşmelerini yapan Damat Ferit Paşa ve Osmanlı heyeti

Not 1:     Versailles Antlaşması, II.Dünya Savaşı’nın nedeni olmuştur.

Not 2:     Saint-Germain Antlaşması ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu iki ayrı devlet olmuştur.

Not 3:     Neuilly Antlaşması ile Bulgaristan’ın Ege Denizi ile bağlantısı kesilmiştir.

Not 4:     Tarianon Antlaşması, ileride çıkacak azınlıklar meselesinin zeminini hazırlamıştır.

Not 5:     Sevr Antlaşması Osmanlı’nın imzaladığı son antlaşmadır, Mebusan Meclisi dağıtıldığından onaylanmamış ve uygulanmamıştır.

 

 

I.DÜNYA SAVAŞI’NIN SONUÇLARI

 

              1. Savaştan en karlı devlet İngiltere çıkmış ve Avrupa’nın bir numaralı devleti olmuştur.

              2. Fransa, Almanya’nın etkisinden kurtularak ikinci güçlü devlet haline gelmiştir.

              3. İtalya, Avusturya’dan toprak almış ve Oniki Adalar’a hakim olmuştur.

              4. Rus, Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları yıkılmış yeni milli devletler kurulmuştur.

              5. Litvanya, Letonya, Estonya, Finlandiya, Yugoslavya, Çekoslovakya, Polonya, Macaristan, SSCB kurulan yeni devletlerdir.

              6. Avrupa’da denge boşluğu meydana gelmiştir.

              7. Yenilen devletlerde rejim değişikliği olmuştur.

              8. Dünya barışını sağlamak için merkezi Cenevre’de olan Milletler Cemiyeti kurulmuştur.

              9. Sömürgeciliğin yerini manda ve himayecilik almıştır.

              10. Sınırlar çizilirken “milliyetçilik” ilkesi dikkati alınmadığından “azınlıklar” meselesi çıkmıştır.

              11. I.Dünya Savaşı’nı bitiren antlaşmalar II.Dünya Savaşı’nın zeminini hazırlamıştır.

 

BARIŞIN DEVAMINI SAĞLAMA ÇABALARI

 

Formül: Me Le K

 

? Milletler Cemiyeti (10 Ocak 1920)

              Paris Konferansı’nda Milletler Cemiyeti’nin kurulması kararlaştırılmıştır.

              Versailles Antlaşması’ndan sonra Cenevre’de resmen kurulmuştur.

              Cemiyet yalnızca büyük devletlerin çıkarlarını korumuş, güvenilirliğini yitirmiştir.

 

 Antlaşması (1 Aralık 1925)

              Fransa’nın Almanya’ya olan güvensizliği sonucu imzalanmıştır.

              Antlaşma Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya, Belçika, Polonya ve Çekoslovakya arasında imzalanmıştır.

              Anlaşmazlıkların barış yoluyla ve Milletler Cemiyeti aracılığıyla çözülmesi kararlaştırılmıştır.

 

Ž Kellog Paktı (27 Ağustos 1928)

              Antlaşma ABD, Almanya, İngiltere, İtalya, Belçika, Polonya, Japonya ve Çekoslovakya arasında Paris’te imzalanmıştır.


l. Dünya Savaşı İstatistikleri

Ülkeler

Toplam
Asker Sayısı

Ölü Sayısı

Yaralı

Kayıp

Toplam Kayıp

Kayıpların Asker
Sayısına Oranı %

İtilaf Devletleri

 

 

 

 

 

 

Rusya

12,000,000

1,700,000

4,950,000

2,500,000

9,150,000

76.3

Fransa

8,410,000

1,357,800

4,266,000

537,000

6,160,800

76.3

İngiltere

8,904,467

908,371

2,090,212

191,652

3,190,235

35.8

İtalya

5,615,000

650,000

947,000

600,000

2,197,000

39.1

ABD

4,355,000

126,000

234,300

4,500

364,800

8.2

Japonya

800,000

300

907

3

1,210

0.2

Romanya

750,000

335,706

120,000

80,000

535,706

71.4

Sırbistan

707,343

45,000

133,148

152,958

331,106

46.8

Belçika

267,000

13,716

44,686

34,659

93,061

34.9

Yunanistan

230,000

5,000

21,000

1,000

17,000

11.7

Portekiz

100,000

7,222

13,751

12,318

33,291

33.3

Karadağ

50,000

3,000

10,000

7,000

20,000

40.0

Toplam

42,188,810

5,152,115

12,831,004

4,121,090

22,104,209

52.3

İttifak Devletleri

 

 

 

 

 

 

Almanya

11,000,000

1,773,700

4,216,058

1,152,800

7,142,558

64.9

Avusturya-Macaristan

7,800,000

1,200,000

3,620,000

2,200,000

7,020,000

90.0

Türkiye

2,850,000

325,000

400,000

250,000

975,000

34.2

Bulgaristan

1,200,000

87,500

152,390

27,029

266,919

22.2

Toplam

22,850,000

3,386,200

8,388,448

3,629,829

15,404,477

67.4

Genel Toplam

65,038,810

8,538,315

21,219,452

7,750,919

37,508,686

57.6

 

I. DÜNYA SAVAŞI SONUNDA
OSMANLI DEVLETİ


MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASI

 

Nedenleri:

             Wilson İlkeleri’ne güvenilmesi.

             Bulgaristan’ın I.Dünya Savaşı’ndan çekilmesi.

             İttihatçılar savaşın kaybedilmesinin sorumluluğu kendi üstlerine kalacağından ülkeyi terk etmişlerdir.

             Ahmet İzzet Paşa Kabinesi İtilaf Devletleri’nden ateşkes yapılmasını istemiştir.

             Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda Osmanlı Devleti Bahriye Nazırı Rauf Orbay ile İngiliz Amirali Calthrope arasında Mondros Ateşkes Antlaşması imzalanmıştır.

 

 

a) Osmanlı Devleti’nin Egemenliğini Kısıtlayan Hükümler:

             Boğazlar tüm devletlere açık olacak ve İtilaf Devletleri tarafından işgal edilecek.

             İtilaf Devletleri, kendi güvenliklerini tehdit edecek bir durumda herhangi bir stratejik noktayı işgal edebilecek (7.madde).

             Vilâyât-ı Sitte’de (Altı il; Erzurum, Van, Harput, Diyarbakır, Bitlis, Sivas) bir karışıklık çıkarsa, İtilaf Devletleri buraları işgal edebilecek (24.Madde).

             Bütün haberleşme-ulaşım araç ve gereçleri İtilaf Devletleri’nin kontrolüne verilecek.

b) Askeri Hükümler:

             Güvenliği sağlayacak askerden fazlası terhis edilecek.

             İtilaf Devletleri ve Ermeni esirleri serbest bırakılacak.

             Türk askerleri İtilaf Devletleri’nin kontrolünde kalacak.

             Hicaz, Yemen, Suriye, Irak ve Trablusgarp’taki Türk subay ve askerler en yakın İtilaf devletine teslim edilecek.

 

c) Ekonomik Hükümler:

             Toros Tünelleri İtilaf Devletleri tarafından işgal edilecek.

             Tüm demiryolları ve donanma gücü İtilaf Devletleri’nin kontrolüne bırakılacak, gemiler limanlarda tutuklu kalacak.

             Silah, cephane ve orduya ait tüm mallar İtilaf Devletleri’nin kontrolüne bırakılacak.

             Yer altı ve yerüstü zenginlik kaynakları İtilaf Devletleri’nin kontrolüne bırakılacak.

             Ülkenin ihtiyaç fazlası kömür, akaryakıt ve deniz gereçleri dışarıya satılmayacak.

 

Mustafa Kemal
30 Ekim 1918'de Mondros
Mütarekesinin imzalanması ile
savaşın sona ermesi üzerine 7.Ordu
Komutanlığı uhdesinde olarak
Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı
Liman Von Sanders Paşa'dan devraldı.

Mondros Antlaşması’nın Sonuçları:

             Osmanlı Devleti fiilen sona ermiştir.

             İttihat ve Terakki Partisi, adını Teceddüt Partisi olarak değiştirmiş ve kendini feshetmiştir.

             Ermeniler korumaya alınmış ve doğuda bir Ermeni Devleti kurma zemini hazırlanmıştır (24.madde).

             Antlaşmanın 7. maddesi Osmanlı topraklarının işgalini kolaylaştırmıştır.

             İlk olarak İngilizler Musul’u işgal etmiştir (3 Kasım 1918). Ardından Urfa, Antep ve Maraş’a girmişlerdir.

             İtilaf Devletleri’nin donanmaları İstanbul önlerine gelmiştir (13 kasım 1918).

             İşgallere karşı Türk milleti tarafından direniş cemiyetleri kurulmuştur.

             Azınlıklar da işgalleri kolaylaştırmak için zararlı cemiyetleri kurmuştur.

             M.Kemal Suriye-Filistin Cephesi’nde iken, yabancı işgaline açık bırakan maddelere tepki göstermiştir.

             İstanbul Hükümeti, Yıldırım Orduları Grubu’nu ve VII.Ordu Karargâhı’nı kaldırmış, M.Kemal’i Harbiye Nezareti’ne almıştır.

            

Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan Sonra İşgal Edilen Yerler

             İngiltere          Fransa          İtalya           Yunanistan

             Musul              Adana           Antalya        İzmir

             Urfa                 Urfa              Kuşadası       

             Antep              Antep            Fethiye

             Maraş             Maraş            Bodrum

             Batum            Mersin            Marmaris

             Kars                Dörtyol           Konya

             Samsun

             Merzifon

Not:      İngiltere, Mondros'tan sonra işgal ettiği Urfa, Antep ve Maraş'ı Paris Barış Konferansı'nda; Fransa’ya bırakmıştır.

PARİS BARIŞ KONFERANSI (18 Ocak 1919)

              I.Dünya Savaşı’nı sona erdirecek barış antlaşmaların metninin hazırlanması için toplanılmıştır.

              İtilaf Devletleri; Araplar’ı, Ermeniler’i ve Rumlar’ı Osmanlı toprakları üzerinde çoğunlukta oldukları yerleri ispat etmeye çağırmıştır.

              Konferansta pek çok sahte belge kullanılmıştır.

              Wilson İlkeleri’ne ters düşmemek için manda ve himaye düşüncesi kabul edilmiştir.

              İzmir ve çevresi ile İstanbul’a kadar Doğu Trakya Yunanlar’a bırakılmıştır.

              Batı Akdeniz İtalya’ya bırakılmıştır.

              Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurulması kararlaştırılmıştır.

              Urfa, Antep, Maraş ve Suriye ile Lübnan Fransa’nın mandasına verilmiştir.

              Irak ve Filistin İngilizler’in mandasına verilmiştir.

Önemi:  İtilaf Devletleri arasında ilk kez anlaşmazlık çıkmıştır.

Not 1:     Gizli antlaşmalarla İtalyanlar’a bırakılan İzmir ve çevresi, İngiltere’nin karşısında güçlü bir devlet görmek istememesi nedeniyle Yunanlar’a bırakılmıştır.

Not 2:     ABD, Monroe Doktrini’ne uyarak Avrupa’ya müdahale etmemiştir.

 İZMİR'İN İŞGALİ (15 Mayıs 1919)

 

   Yunanlar İzmir ve çevresinde Rum nüfusunun Türkler’den fazla olduğunu iddia etmiştir.

   Yunanlar’ın iddiası çürütülmüştür.

   Yunanlar Avrupalı devletlerin de desteğini alarak İzmir’i işgal etmiştir (15Mayıs 1919).

   Hasan Tahsin adında bir gazeteci Yunanlar’a ilk kurşunu atarak Milli Mücadele’yi başlatmıştır.

   Yunanlar kısa sürede Gediz ve Menderes vadilerini işgal etmiş Manisa ve Aydın’a kadar ilerlemişlerdir.

   Yunanlar’ı Aydın’dan sonra Demirci Mehmet Efe, Salihli yakınlarında da Çerkez Ethem durdurmuştur.

   Halk, asker, efeler ve eskiden eşkıyalık yapan bazı kişiler tarafından direniş cemiyetleri kurulmuş ve Kuva-yı Milliye birlikleri oluşturulmuştur.

CEMİYETLER

 

   A) Zararlı Cemiyetler     ,      B) Yararlı Cemiyetler

   Azınlık Cemiyetleri                   Milli Varlığa Düşman Cemiyetler   (Milli Cemiyetler)

   Etnik-i Eterya Cemiyeti                             Kürt Teali Cemiyeti                                         Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti

   Mavri Mira Cemiyeti                                Teali İslam Cemiyeti                                       İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti

   Rum Pontus Cemiyeti                               Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası             İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti

   Hınçak-Taşnak Cemiyeti                          Hürriyet ve İtilaf Fırkası                                 Kilikyalılar Cemiyeti

   Alyans İsrailit Cemiyeti                            İngiliz Muhipleri Cemiyeti                               Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti

                                                    Wilson Prensipleri Cemiyeti                           Trabzon Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti

                                                                                                         Doğu Anadolu (Şark Vilayetleri) Müdafaa-i Hukuk

                                                                                                         Milli Kongre Cemiyeti

A) Zararlı Cemiyetler

 

a) Azınlık Cemiyetleri

M Etnik-i Eterya Cemiyeti

   İlk kurulduğunda Yunanistan’a bağımsızlığını kazandırmak amacıyla kurulmuştur (1814).

   Girit İsyanı’na neden olmuşlardır (1896).

   I.Dünya Savaşı’nda ise Rumlar’ın yaşadığı tüm toprakları Yunanistan’a katarak eski Bizans’ı canlandırmayı amaçlamışlardır.

M Mavri Mira Cemiyeti

   İzmir ve çevresi ile Doğu Trakya’yı Yunanistan’a katmak için kurulmuştur.

   İstanbul’daki Rum Patrikhanesi bu cemiyetin başkanlığını çekmiştir.

M Rum Pontus Cemiyeti

   Trabzon Rum İmparatorluğu’nu tekrar kurmak amacı ile Rumlar tarafından kurulmuştur.

M Taşnak ve Hınçak Cemiyeti

   Doğu Anadolu’da bağımsız bir Ermeni Devleti kurmak amacı ile Ermeniler tarafından kurulmuştur.

M Alyans İsrailit Cemiyeti

   İstanbul’daki Yahudi gençler tarafından kurulmuştur.

   Filistin'den Elazığ’a kadar uzanan Büyük İsrail Devleti’ni kurmayı amaçlamışlardır.

   Not :Azınlıkların kurduğu cemiyetlerin çalışmalarında Rum ve Ermeni kiliseleri etkili olmuştur.

 

b) Milli Varlığa Düşman Cemiyetler

L Kürt Teali Cemiyeti

   İngilizler’in yardımıyla İstanbul’da kurulmuştur.

   Wilson İlkeleri’nden yararlanarak doğuda bir Kürt Devleti kurmak amaçlanmıştır.

   Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile birleşmeyi reddetmiştir.

L Teali İslam Cemiyeti

   Ülkenin kurtuluşunu hilafet ve saltanatta görmüşlerdir.

   Anadolu’daki Milli Mücadele’yi engellemek için İstanbul’daki bazı müderrisler tarafından kurulmuştur.

L Sulh ve Selamet-i Osmaniye Fırkası

   İttihat ve Terakki karşıtlarından oluşmuştur.

   Padişaha bağlılığı savunmuşlardır.

   Meşrutiyet ve demokrasi ilkelerine bağlı siyaset takip etmişlerdir.

L Hürriyet ve İtilaf Fırkası

   İttihat ve Terakki’nin en büyük karşıtlarıdır.

   Mondros’tan sonra Milli Mücadele’ye karşı iç ayaklanmalarda öncü olmuşlardır.

L İngiliz Muhipleri Cemiyeti

   İngilizler’in parasıyla İstanbul’da kurulmuştur.

   İngiliz mandasını savunmuşlardır.

   Osmanlı Devleti tarafından desteklenmiştir.

L Wilson Prensipleri Cemiyeti

   Osmanlı Devleti’nin kurtuluşunun ancak ABD’nin mandası ile mümkün olabileceği savunulmuştur.-

   Cemiyetin kurucularından bir kısmı Kurtuluş Savaşı’nda Milli Mücadelecilere katılmıştır.

 

B) Yararlı (Milli) Cemiyetler

 

J Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti

   Trakya’nın Yunanlar’a verileceği endişesi ile Edirne’de kurulmuştur.

   Osmanlı Devleti parçalandığı takdirde Batı Trakya ile birleşerek, Trakya Cumhuriyeti’ni kurmayı amaçlamıştır.

   Mondros’tan sonra kurulan ilk direniş cemiyetidir (2 Aralık 1919).

   Lüleburgaz, Edirne kongrelerini düzenlemişlerdir.

J İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti

   İzmir’in Yunanlar’a verilmesini engellemek amacı ile kurulmuştur.

   İttihatçı ve Bolşevik olmakla suçlanmışlar, düzenli bir cemiyet olamamışlardır.

J İzmir Redd-i İlhak Cemiyeti

   İzmir’in işgali üzerine kurulmuştur.

   I. ve II. Balıkesir Kongresi ile Alaşehir Kongresi’ni düzenlemişlerdir.

J Kilikyalılar Cemiyeti

   Adana ve çevresinin Ermeniler’e verilmesini engellemek ve Fransız işgalinden korumak için kurulmuştur.

J Trabzon Muhafaza-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti

   Trabzon ve çevresinde Pontus Rum Devleti’nin kurulmasını engellemek için kurulmuştur.

J Trabzon Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti

   Trabzon ve çevresinde bağımsız bir Türk Devleti kurmak amacı ile kurulmuştur.

   İlk kurulduğunda padişaha bağlı iken daha sonra Milli Mücadele’ye katılmıştır.

J Doğu Anadolu (şark Vilayetleri) Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti

   Doğuda bağımsız bir Ermeni Devleti’nin kurulmasını engellemek için kurulmuştur.

   Cemiyet şu kararları almıştır:

   Kesinlikle Doğu Anadolu’dan göç edilmeyecek.

   Doğu illeri bir saldırıya uğrarsa birleşilecek.

   Bilim, din ve ekonomi alanında teşkilatlanılacak.

   Erzurum Kongresi'ni düzenlemişlerdir.

J Milli Kongre Cemiyeti

   Milli Talim ve Terbiye Cemiyeti tarafından kurulmuştur.

   Türkler’e karşı yapılan yanlış propagandaları basım ve yayım yoluyla dünyaya duyurmak amaçlanmıştır.

   “Kuva-yı Milliye” deyimini ilk kullanan cemiyettir.

 

MİLLİ CEMİYETLERİN ÖZELLİKLERİ

 

   Cemiyetlerin tabanını çoğunlukla eski İttihatçılar oluşturmuştur.

   Cemiyetlerde “Türklük” duygusu ön plandadır.

   Cemiyetler yalnız bulundukları bölgeleri kurtarmak için kurulmuştur.

   Genellikle basın ve yayın yoluyla mücadele etmişlerdir.

   Milli Cemiyetler; Sivas Kongresi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı ile birleştirilmiştir.

ATATÜRK

   

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (1881 - 1938)

        Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selânik'te Kocakasım Mahallesi, Islâhhâne Caddesi'ndeki üç katlı pembe evde doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi Hafız Ahmet Efendi XIV-XV. yüzyıllarda Konya ve Aydın'dan Makedonya'ya yerleştirilmiş Kocacık Yörüklerindendir. Annesi Zübeyde Hanım ise Selânik yakınlarındaki Langaza kasabasına yerleşmiş eski bir Türk ailesinin kızıdır. Milis subaylığı, evkaf katipliği ve kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, 1871 yılında Zübeyde Hanım'la evlendi. Atatürk'ün beş kardeşinden dördü küçük yaşlarda öldü, sadece Makbule (Atadan) 1956 yılına değin yaşadı.

 

ZÜBEYDE HANIM

        Küçük Mustafa öğrenim çağına gelince Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde öğrenime başladı, sonra babasının isteğiyle Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti. Bu sırada babasını kaybetti (1888). Bir süre Rapla Çiftliği'nde dayısının yanında kaldıktan sonra Selânik'e dönüp okulunu bitirdi. Selânik Mülkiye Rüştiyesi'ne kaydoldu. Kısa bir süre sonra 1893 yılında Askeri Rüştiye'ye girdi. Bu okulda Matematik öğretmeni Mustafa Bey adına "Kemal" i ilave etti. 1896-1899 yıllarında Manastır Askeri İdâdi'sini bitirip, İstanbul'da Harp Okulunda öğrenime başladı. 1902 yılında teğmen rütbesiyle mezun oldu., Harp Akademisi'ne devam etti. 11 Ocak 1905'te yüzbaşı rütbesiyle Akademi'yi tamamladı. 1905-1907 yılları arasında Şam'da 5. Ordu emrinde görev yaptı. 1907'de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) oldu. Manastır'a III. Ordu'ya atandı. 19 Nisan 1909'da İstanbul'a giren Hareket Ordusu'nda Kurmay Başkanı olarak görev aldı. 1910 yılında Fransa'ya gönderildi. Picardie Manevraları'na katıldı. 1911 yılında İstanbul'da Genel Kurmay Başkanlığı emrinde çalışmaya başladı.

        1911 yılında İtalyanların Trablusgarp'a hücumu ile başlayan savaşta, Mustafa Kemal bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22 Aralık 1911'de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandı. 6 Mart 1912'de Derne Komutanlığına getirildi.

        Ekim 1912'de Balkan Savaşı başlayınca Mustafa Kemal Gelibolu ve Bolayır'daki birliklerle savaşa katıldı. Dimetoka ve Edirne'nin geri alınışında büyük hizmetleri görüldü. 1913 yılında Sofya Ateşemiliterliğine atandı. Bu görevde iken 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Ateşemiliterlik görevi Ocak 1915'te sona erdi. Bu sırada I. Dünya Savaşı başlamış, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmek zorunda kalmıştı. Mustafa Kemal 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağ'da görevlendirildi.

 

ATATÜRK'ÜN KIZKARDEŞİ MAKBULE ATADAN

        1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı'nda, Mustafa Kemal Çanakkale'de bir kahramanlık destanı yazıp İtilaf Devletlerine "Çanakkale geçilmez! " dedirtti. 18 Mart 1915'te Çanakkale Boğazını geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadası'na asker çıkarmaya karar verdiler. 25 Nisan 1915'te Arıburnu'na çıkan düşman kuvvetlerini, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen Conkbayırı'nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseldi. İngilizler 6-7 Ağustos 1915'te Arıburnu'nda tekrar taarruza geçti. Anafartalar Grubu Komutanı Mustafa Kemal 9-10 Ağustos'ta Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos'ta Kireçtepe, 21 Ağustos'ta II. Anafartalar zaferleri takip etti. Çanakkale Savaşlarında yaklaşık 253.000 şehit veren Türk ulusu onurunu İtilaf Devletlerine karşı korumasını bilmiştir. Mustafa Kemal'in askerlerine "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum!" emri cephenin kaderini değiştirmiştir.

        Mustafa Kemal Çanakkale Savaşları'dan sonra 1916'da Edirne ve Diyarbakır'da görev aldı. 1 Nisan 1916'da tümgeneralliğe yükseldi. Rus kuvvetleriyle savaşarak Muş ve Bitlis'in geri alınmasını sağladı. Şam ve Halep'teki kısa süreli görevlerinden sonra 1917'de İstanbul'a geldi. Velihat Vahidettin Efendi'yle Almanya'ya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyehatten sonra hastalandı. Viyana ve Karisbad'a giderek tedavi oldu. 15 Ağustos 1918'de Halep'e 7. Ordu Komutanı olarak döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi. Bu ordunun kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918'de İstanbul'a gelip Harbiye Nezâreti'nde (Bakanlığında) göreve başladı.

        Mondros Mütarekesi'nden sonra İtilaf Devletleri'nin Osmanlı ordularını işgale başlamaları üzerine; Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktı. 22 Haziran 1919'da Amasya'da yayımladığı genelgeyle "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını " ilan edip Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı. 23 Temmuz - 7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum, 4 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesini sağladı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılandı. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Meclis ve Hükümet Başkanlığına Mustafa Kemal seçildi Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı.

 

EŞİ LATİFE UŞAKLIGİL

        Türk Kurtuluş Savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'I işgali sırasında düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak aralarında Osmanlı İmparatorluğu'nu paylaşan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen milis kuvvetleriyle savaşıldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurdu, Kuvâ-yi Milliye - ordu bütünleşmesini sağlayarak savaşı zaferle sonuçlandırdı.

        Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları şunlardır:

Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı.
Çukurova, Gazi Antep, Kahraman Maraş Şanlı Urfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 -10 Ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23 Mart-1 Nisan 1921)
Sakarya Zaferi (23 Ağustos-13 Eylül 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutan Meydan Muhaberesi ve Büyük Zafer (26 Ağustos 9 Eylül 1922)

        Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal'e Mareşal rütbesi ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'yla sonuçlandı. Böylece Sevr Antlaşması'yla paramparça edilen, Türklere 5-6 il büyüklüğünde vatan bırakılan Türkiye toprakları üzerinde ulusal birliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması için hiçbir engel kalmadı.

        23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu müjdelenmiştir. Meclisin Türk Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı. 1 Kasım 1922'de hilâfet ve saltanat birbirinden ayrıldı, saltanat kaldırıldı. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'yla yönetim bağları koparıldı. 13 Ekim 1923'te Cumhuriyet idaresi kabul edildi, Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 günü İsmet İnönü tarafından Cumhuriyet'in ilk hükümeti kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti, "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" ve "Yurtta barış cihanda barış" temelleri üzerinde yükselmeye başladı.

        Atatürk Türkiye'yi "Çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak" amacıyla bir dizi devrim yaptı. Bu devrimleri beş başlık altında toplayabiliriz:

 

1. Siyasal Devrimler:
· Saltanatın Kaldırılması (1 Kasım 1922)
· Cumhuriyetin İlanı (29 Ekim 1923)


· Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924)

2. Toplumsal Devrimler:
· Kadınlara erkeklerle eşit haklar verilmesi (1926-1934)
· Şapka ve kıyafet devrimi (25 Kasım 1925)
· Tekke zâviye ve türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925)
· Soyadı kanunu ( 21 Haziran 1934)
· Lâkap ve unvanların kaldırılması (26 Kasım 1934)
· Uluslararası saat, takvim ve uzunluk ölçülerin kabulü (1925-1931)

3. Hukuk Devrimi:
· Mecellenin kaldırılması (1924-1937)
· Türk Medeni Kanunu ve diğer kanunların çıkarılarak laik hukuk düzenine geçilmesi (1924-1937)

4. Eğitim ve Kültür Alanındaki Devrimler:
· Öğretimin birleştirilmesi (3 Mart 1924)
· Yeni Türk harflerinin kabulü (1 Kasım 1928)
· Türk Dil ve Tarih Kurumlarının kurulması (1931-1932)
· Üniversite öğreniminin düzenlenmesi (31 Mayıs 1933)
· Güzel sanatlarda yenilikler

5. Ekonomi Alanında Devrimler:
· Aşârın kaldırılması
· Çiftçinin özendirilmesi
· Örnek çiftliklerin kurulması
· Sanayiyi Teşvik Kanunu'nun çıkarılarak sanayi kuruluşlarının kurulması
· I. ve II. Kalkınma Planları'nın (1933-1937) uygulamaya konulması, yurdun yeni yollarla donatılması

        Soyadı Kanunu gereğince, 24 Kasım 1934'de TBMM'nce Mustafa Kemal'e "Atatürk" soyadı verildi.

        Atatürk, 24 Nisan 1920 ve 13 Ağustos 1923 tarihlerinde TBMM Başkanlığına seçildi. Bu başkanlık görevi, Devlet-Hükümet Başkanlığı düzeyindeydi. 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi ve Atatürk ilk cumhurbaşkanı seçildi. Anayasa gereğince dört yılda bir cumhurbaşkanlığı seçimleri yenilendi. 1927,1931, 1935 yıllarında TBMM Atatürk'ü yeniden cumhurbaşkanlığına seçti.

        Atatürk sık sık yurt gezilerine çıkarak devlet çalışmalarını yerinde denetledi. İlgililere aksayan yönlerle ilgili emirler verdi. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Türkiye'yi ziyaret eden yabancı ülke devlet başkanlarını, başbakanlarını, bakanlarını komutanlarını ağırladı.

        15-20 Ekim 1927 tarihinde Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük nutkunu, 29 Ekim 1933 tarihinde de 10. Yıl Nutku'nu okudu.

        Atatürk özel yaşamında sadelik içinde yaşadı. 29 Ocak 1923'de Latife Hanımla evlendi. Birçok yurt gezisine birlikte çıktılar. Bu evlilik 5 Ağustos 1925 tarihine dek sürdü. Çocukları çok seven Atatürk Afet (İnan), Sabiha (Gökçen), Fikriye, Ülkü, Nebile, Rukiye, Zehra adlı kızları ve Mustafa adlı çobanı manevi evlat edindi. Abdurrahim ve İhsan adlı çocukları himayesine aldı. Yaşayanlarına iyi bir gelecek hazırladı.

 

İLK KADIN TÜRK PİLOTU ATATÜRK'ÜN MANEVİ KIZI SABİHA GÖKÇEN

        1937 yılında çiftliklerini hazineye, bir kısım taşınmazlarını da Ankara ve Bursa Belediyelerine bağışladı. Mirasından kızkardeşine, manevi evlatlarına, Türk Dil ve Tarih Kurumlarına pay ayırdı. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, dans etmeyi, ata binmeyi ve yüzmeyi çok severdi. Zeybek oyunlarına, güreşe, Rumeli türkülerine aşırı ilgisi vardı. Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Sakarya adlı atıyla, köpeği Fox'a çok değer verirdi. Zengin bir kitaplık oluşturmuştu. Akşam yemeklerine devlet ve bilim adamlarını, sanatçıları davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliği'ne gider, çalışmalara bizzat katılırdı.

        Fransızca ve Almanca biliyordu. 10 Kasım 1938 saat 9.05'te yakalandığı siroz hastalığından kurtulamayarak İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 21 Kasım 1938 günü törenle geçici istirahatgâhı olan Ankara Etnografya Müzesi'nde toprağa verildi. Anıtkabir yapıldıktan sonra nâşı görkemli bir törenle 10 Kasım 1953 günü ebedi istirahatgâhına gömüldü.

ATATÜRK'ÜN KİŞİLİĞİ

         Mustafa Kemal Atatürk’ün yetişme süreci, O’nun dar anlamda “kişilik özellikleri”, geniş anlamda “ liderlik özellikleri”nin ortaya konulabilmesi bakımından önemlidir.

        Bilindiği gibi; bir liderin kişiliğinin oluşmasında, yetişmesinde şüphesiz, içinde yaşadığı “çevre” etkin rol oynamaktadır. Liderin çevresi ise; ailesi, okuduğu okullar, meslek ortamı, yaptığı görevler ve insanlık idealleri ve birikimlerinden oluşur. Bu yazımda, Mustafa Kemal Atatürk'ün aile çevresi ve “eğitim-öğrenim” ortamının yetişmesine, kişiliğine yaptığı etki ve katkı; Harp Akademisi sonu itibarıyla değerlendirilecektir.

O, bir insandı...

 

        O, 1881 (Rumi 1296) yılında Selanik’te Koca Kasım Mahallesi Islahhane Caddesi’nde bugün müze olan üç katlı bir evde dünyaya geldi. Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, Annesi Zübeyde Hanım’dır. Baba tarafından dedesi, ilkokul öğretmeni olan Kızıl Hafız Ahmet Efendi; anne tarafından dedesi ise, Sofu-zade (Sofi-zade) Feyzullah Efendi’dir.

        Mustafa Kemal’in hem baba, hem de anne tarafından soyu “Evlad-ı Fatihan”, yani Rumeli’nin fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için Anadolu’dan göçürülerek, iskan edilen “Yörük” veya “Türkmenler”dendir.

        Baba soyu, Anadolu'dan gelerek Manastır Vilayeti’nin Debre-i Bala Sancağı’na bağlı Kocacık Köyüne yerleştiler. Aile sonradan 1830'larda Selanik’e göç etmiştir. Ali Rıza Efendi 1839’da Selanik'te dünyaya gelmiştir. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet’in taşıdığı “kızıl” lakabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan “Kocacık”’ın da gösterdiği üzere; Mustafa Kemal’in baba tarafından soyu Anadolu’nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan “Kızıl-Oğuz Türkmenleri” nden gelmektedir.

        Anne soyu da Fatih Sultan Mehmet döneminde Anadolu’dan Rumeli’ye göçürülüp, iskan edilmiş olan yörüklerdendir. Bu sebeple aileye “Konyarlar” da denilmektedir.

         Tamamen Türk olan Vodina Sancağı’na bağlı Sarıgöl Nahiyesi’ne yerleşen aile; sonradan Selanik yakınlarındaki Lankaza’ya geçmiştir.

         1839 doğumlu Ali Rıza Efendi, 1857 doğumlu Zübeyde Hanımla 1870 veya 1871’de evlendi. Altı çocukları oldu: Fatma (1871/1872-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (Kemal Atatürk) (1881-1938), Makbule (Boysan, Atadan) (1885-1956) ve Naciye (1889-1901).

 

        Kardeşlerinden Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer sekiz yaşlarında, o senelerde Rumeli’yi kasıp kavuran salgın kuşpalazı (difteri) hastalığından çocuk yaşlarında ölmüşlerdir. En küçükleri Naciye on iki yaşında gözlerini hayata kapadı.

        Aile çevresi içinde şüphesizdir ki, Mustafa’yı etkileyen insanların başında babası ve annesi gelmektedir. Ali Rıza Efendi, bir öğretmen çocuğudur ve yıllarca Gümrük, Evkaf memurluklarında bulunmuştur. Bir ara askerlik mesleği ile ilgilenmiş, Gönüllü askerlere talim yaptırmıştır. Selanik’te kurulan “Gönüllüler Taburu”nun da kurucuları arasında bulunmuştur. Memuriyeti bırakarak, kereste ticaretine başlayan Ali Rıza Efendi, bu işi sırasında haraç isteyen çetelerle de çatışmayı göze alabilecek yapıda bir insandı. Oğlu Mustafa’ya “adam olmak için okumak, öğrenmek şarttır. Başka çare yoktur” diyen Ali Rıza Efendi, geniş görüşlü, modern düşünceli, yeniliklere açık aydın bir insandı. Mustafa’yı Mahalle Mektebi’nden alarak, çağdaş bir eğitim kurumu olan Şemsi Efendi Okulu’na vermesi de, onun yenilikçi, parlak kişiliğini göstermektedir.

         Zübeyde Hanım ise, Ali Rıza Efendi’ye göre daha muhafazakâr bir insandı. Fakat, aydın, bilge bir Türk anasıydı. Çocukları çok sever ve onların üzerine titrerdi. Zübeyde Hanım, doğuştan akıllı bir kadındır. Oğlu Mustafa, annesinin üzerindeki etkisini, fedakarlığını her zaman saygıyla anacaktır. Zübeyde Hanım, güçlü bir beden yapısına sahip olduğu kadar, güçlü bir iradeye de sahipti. Yeterince eğitim görmemiş, ama okumayı yazmayı öğrenmişti. “Bilge” kişiliklerinden dolayı annesine “Molla Hanım”, kendisine de “Molla Zübeyde” denilirdi.

         O, bir insandı...

 

        1887’de Mustafa, ilk okula gidecektir. Babasının istememesine rağmen, Zübeyde Hanım’ın ısrarları üzerine önce Mahalle Mektebi’ne törenle giren Mustafa, kısa bir süre sonra; Selanik’in şöhretli öğretmenlerinden ve eğitimcilerinden Şemsi Efendi’nin yeni metodlarla alfabe öğretimi yaptığı özel okula yazdırılmış ve esas öğrenimine burada başlamıştır. Mustafa okuyup yazmayı burada öğrenmiş, babasının ölümüne kadar, bu okulun sınıflarını düzenli olarak takip etmiştir.

        Bu dönemde Mustafa’yı olumlu yönde etkileyen ve onun Atatürk haline gelmesinde çok büyük katkıları olan öğretmenlerinin başında şüphesizdir ki, Şemsi Efendi gelmektedir. Şemsi Efendi, eğitim tarihimizde yeni pedagojik yöntem ve uygulamaları ilk deneyenlerdendir. Öğrencileri bir üst düzey olan Rüştiyedeki öğrencilerden daha bilgili yetişiyorlardı. Atatürk’ün dinde bağnazlığa karşı görüşlerinde, yenilikçi fikirlerinde, disiplin duygularının gelişmesinde Şemsi Efendi’nin öğretim ve uygulamalarının önemli bir payı vardır.

        Babası Ali Rıza Efendi, yakalandığı “barsak veremi” hastalığından kurtulamayarak 28 Kasım 1893 tarihinde vefat edince, Mustafa için çiftlik günleri başlayacaktır. Zübeyde Hanım’ın çocuklarını alarak kardeşinin Langaza’daki çiftliğine gidişi, Mustafa’nın öğrenim hayatına kısa bir ara vermiştir.

       Mustafa Kemal’in kişiliğinin şekillenmesinde rol oynayan dönemlerden biri de onun dayısının çiftliğinde geçirdiği yaklaşık dört buçuk aylık süredir. Çiftlikte geçen bazı olayları bir pedagog gözüyle değerlendiren Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Atatürk’teki “yaratıcılık, ağaç ve hayvan sevgisi”nin çocukken yaşadığı bu “yaratıcı çevre”nin eseri olduğu kanaatindedir.

         Çiftlik hayatından sonra Selanik’e gelen ve kısa bir süre Mülkiye Rüştiyesi’ne devam eden Mustafa, esasen çocukluğundan beri askerliğe büyük bir ilgi duyuyor ve asker olmak istiyordu. Nihayet asker olmasını istemeyen annesine haber vermeden Selanik Askeri Rüştiyesi’nin sınavlarına girerek başarılı olu. Mustafa, Nisan 1894’te Selanik Askeri Rüştiyesi’nin ikinci sınıfından öğrenimine başladı.

 

        Mustafa’nın bu okulu, düzenli ve disiplinli bir okuldu. Mustafa, çok kısa sürede öğretmenlerin ve komutanlarının dikkatlerini çeken seçkin bir öğrenci olarak kendisini çevresine tanıttı. Mustafa, Rüştiye’de Matematik dersine merak sardı. Bu derste sınıfın “müzakerecileri” arasına girdi. Çok sevdiği bu dersin öğretmeni Yüzbaşı Üsküplü Mustafa Sabri Bey, öğrencisinin yeteneklerini sezip, ona “Kemal” adını vermiştir. Böylece onun kendisinden ve arkadaşlarından farklı ve üstün durumunu tespit etmiş, ona, daha iyiye, daha güzele doğru gitmek için sürekli bir teşvik nedeni sağlamıştır. Ayrıca Mustafa Kemal Atatürk’ün bir lider olarak “akılcı” ve “hesap-kitap adamı” olmasında doğrudan rol oynayan bir faktör olarak Matematik sevgisi kabul edilecek olursa, Yüzbaşı Mustafa Bey’in üzerindeki yönlendirici etkisi daha da önem kazanır.

        Selanik Askeri Rüştiyesi’nde Mustafa Kemal’e özel ilgi gösteren öğretmenlerinden birisi de, Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Nakiyüddin Bey’dir. Atatürk, 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerin verdiği bir çayda Nakiyüddin Bey’le karşılaşmış ve onun hakkında şunları söylemiştir: “...Bununla beraber hatırlamak gerekir ki, gerçek ve fedakar öğretmenler, eğitimciler eksik değildi. Onların bize verdikleri feyiz elbette esersiz kalmamıştır. Şimdi burada bir yüce kişiye rastladım. O, benim Rüştiye birinci sınıfında öğretmenim idi. Bana henüz ilk bilgileri öğretirken gelecek için ilk fikirleri de vermişti. Demek istiyorum ki, ilk ilham ana baba kucağından sonra okuldaki eğitimcinin dilinden, vicdanından, terbiyesinden alınır...” Selanik Askeri Rüştiyesi’nde 1908’e kadar yirmi yıl Fransızca öğretmenliği yapan Nakiyüddin Bey, genç M. Kemal’e bir taraftan geleceğe ilişkin fikirler verirken bir taraftan da, “sen bu Fransızcanın peşini bırakma” öğüdünde bulunmuştur. Sonradan Mustafa Kemal’in Şam’da kurduğu Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin Selanik Şubesinin kuruluşunda, 31 Mart hadisesinin bastırılmasında öğrencisi M. Kemal ile birlikte çalışan Nakiyüddin Bey, Cumhuriyet döneminde Atatürk’ün isteği ile milletvekili adayı gösterilmiş ve üç dönem milletvekili de seçilmiştir.

        Hayatının sonuna kadar yanından ayrılmayacak olan Nuri (Conker), Salih (Bozok) ve Fuat (Bulca) ile arkadaşlıklarının da geliştiği Selanik Askeri Rüştiyesi’nde genç Mustafa Kemal, sadece okul çalışmalarıyla da yetinmemiştir. Onun bilgisini genişletmek, kültür seviyesini yükseltmek için o günün şartları içinde, çevresinde çıkan yayımları takip ettiği, yarışmalara katıldığı da görülmektedir.

       Mustafa Kemal, 1895 yılı sonunda, Askeri Rüştiyeyi, 43 aldığı biri hariç, diğer bütün derslerden geçme tam notu olan 45 alarak dördüncü bitirdi.

         O, bir insandı...

 

        Mustafa Kemal,1896 yılının 13 Mart günü Manastır Askeri İdadisi’nde lise eğitimine başlar. İdadi’de yatılı ve daha üstün dereceli bir okulun hayat ve öğretim şartlarına kısa sürede intibak eden genç M. Kemal için, artık ömrünün sonuna kadar sürecek olan “aile yuvası dışındaki hayat” başlıyordu. Bundan sonra ev yaşantısı sadece izin ve tatillerde kısa süreli olabilecektir. Askerlik mesleğinin meşakkatli ve zorlu özelliklerinden de kaynaklanan bu durum, biraz da onun “bağımsız yaşama” karakterine uygun düşecektir.

        Manastır’da sınıf arkadaşları sadece Selanik Rüştiyesi’ndekiler değildir. Manastır bölgesine bağlı olan, Üsküp, İpek, İşkodra, Yanya ve Manastır Askeri Rüştiyelerinden gelen gençler de vardır. Bu ortam içinde çeşitli karakter, mizaç ve seviyede genç insanlarla tanışmak, anlaşmak ve onlara kendini kabulettirmek hususunda M. Kemal’in üstün vasıflarının burada da büyük bir rol oynadığı şüphesizdir.

        Manastır İdadisi’nde Mustafa Kemal, Matematikten yine çok başarılı, Fransızca’ dan ise biraz zayıftır.

        Burada Mustafa Kemal’i en çok etkileyen arkadaşlarından biri olan Ömer Naci, ona edebiyat ve şiir merakı aşılayacaktır. Sonradan İttihat ve Terakki’nin hatibi olacak olan ve genç yaşta Birinci Dünya Harbi sırasında hayatını kaybeden Ömer Naci, Bursa İdadisi’nden kovularak, Manastır İdadisi’ne yollanmıştı. M. Kemal hatıralarında şunları anlatıyor: “O zamana kadar edebiyatla çok temasım yoktu. Merhum Ömer Naci, Bursa İdadisi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiç birini beğenmedi. Bir arkadaşın, kitaplarımdan hiç birini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat olduğuna o zaman muttali oldum. Ona çalışmaya başladım. Şiir bana cazip göründü. Fakat kitabet hocası diye yeni gelen bir zat beni şiirle iştigalden men etti. ‘Bu tarz iştigal seni askerlikten uzaklaştırır’ dedi. Ne var ki, güzel yazmak hevesi ben de baki kaldı.” Bu ikazı yapan Kitabet öğretmeni Alay Emini Mehmet Asım Efendi’dir. Aynı olayı M. Kemal, daha sonraları Ali Fuat Paşa’ya şöyle anlatır: “Eğer Kitabet hocamız imdadıma yetişmeseydi, ben de şair olup çıkacaktım. Çünkü hevesim vardı. Asım Efendi bir gün beni çağırdı. ‘Bak oğlum Mustafa dedi, şiiri filan bırak. Bu iş senin iyi asker olmana mani olur. Diğer hocalarınla da konuştum. Onlar da benim gibi düşünüyorlar. Sen Naci’ye bakma, o hayalperest bir çocuk. İleride belki iyi bir şair ve hatip olabilir, fakat askerlik mesleğinde katiyen yükselemez’. Hocamın ne kadar haklı olduğunu hadiseler ispat etti. Çok arzu ettiği halde Naci, erkanı harp (kurmay) zabiti olamadı.”

        Bu ikaz ve yönlendirmenin Atatürk’ün hayatını ve kaderini doğrudan etkilediğine şüphe yoktur. Fakat, Ömer Naci’nin de Mustafa Kemal’in fikri altyapısının oluşmasında diğer faktörlerle birlikte önemli bir rol oynadığı da kesindir. Nitekim, genç Mustafa Kemal’in dönemin “vatan ve hürriyet” şairi Namık Kemal ile “Türkçü” şairi Mehmet Emin Yurdakul’un şiirleri ile tanışmasında Ömer Naci’nin etkili olduğu bilinmektedir. İdadi’de, Namık Kemal’i tanımak, duymak, onun gizlice elden ele dolaşan vatan şiirlerini bulmak, okumak işini Hatip Ömer Naci sağlamıştır. Atatürk, sonradan 14 Eylül 1931’de yaptığı bir konuşmada Mehmet Emin Yurdakul ile ilgili şunları söylemiştir: “...Şair Mehmet Emin Yurdakul’un ilk kez Manastır Askeri İdadisi’nde öğrenciyken okuduğum ‘Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur’ dizeleriyle başlayan manzumesinde bana milli benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum...”

 

        Tarih öğretmenleri Mehmet Tevfik (Bilge) Bey’in de etkileriyle, gençler Fransız İhtilali’nin temel ilkelerinden biri olan “hürriyet” kavramı ile de burada tanışacaklardır. Topçu Kolağası Mehmet Tevfik Bey, o dönemin dar Osmanlı tarihçiliği görüşünden uzak, Türk tarihini bütün genişliği ve eskiliği ile kavramış ve öğrencilerine dersini sevdirerek, esaslı tarih bilinci ve kültürü veren bir öğretmendi. Ali Fuat Cebesoy’un, “değerli ve milliyetçi bir Türk subayıydı. Türk tarihini iyi biliyor ve öğrencilerine tarih zevkini veriyordu. Atatürk, Türk tarihini bütün genişliği ve derinliği ile kavramış bulunan hocasından daima saygı ile söz etmiştir. Bir gün bana: ‘Tevfik Bey’e minnet borcum vardır. Bana yeni bir ufuk açtı’ demiştir” şeklinde tanıttığı Kol Ağası Mehmet Tevfik Bey (1865-1945)’in Atatürk’ün derin tarih bilgisi ve bilincinin oluşmasında baş mimar olduğu kesindir. Atatürk, bu değerli öğretmenine beslediği şükran ve minnete, onu milletvekili adayı göstererek ve Beşinci Dönem Diyarbakır Milletvekili olarak Meclise girmesini sağlayarak karşılık vermiştir.

        Manastır İdadisi’nin ikinci sınıfına geçen Mustafa Kemal, 1897 yılında Mart’ın ilk günlerine kadar devam edecek izinden faydalanarak Fransızca’sını kuvvetlendirmeyi düşünür ve 1888’de kurulmuş olan Tophane semtindeki “College des Freres de Salle” (Frerler Okulu)’in özel kurlarına kaydını yaptırarak dersleri düzenli olarak takip eder. Birinci sınıfta kendisini ikaz eden Fransızca öğretmeninin “acı ihtarlarına” yeniden muhatap olmak istemez. Kendi hatıralarında, “İki, üç ay gizlice Frerler Mektebi’nin hususi sınıfına devam ettim. Böylece Mektep derslerine nispetle fazla derecede Fransızca öğrendim” demektedir. Bu özel derslerde Mustafa Kemal’in öğretmenlerinden biri Frere Rodriquez (1849-1941)’dir. Bunun anlattığına göre, Mustafa Kemal gayet ciddi, zeki ve çalışkan, elinde daima kitap bulunan bir gençti ve subay olduktan sonra da zaman zaman kendisinden ders almaya geliyordu. Mustafa Kemal, gerçekten İdadi’den başlayarak gençlik yıllarında Fransızca öğrenmeye büyük önem vermiştir. O, “bir kurmay subay mutlaka yabancı dil bilmelidir, bunun aksini düşünmek büyük hatadır” diyordu.

          O, bir insandı...

         Mustafa Kemal, Manastır Askeri İdadisi’ni ikinci olarak bitirip, Pangaltı’daki Harbiye Mektebi’nde yüksek öğrenimine devam etmek için İstanbul’a, Payitahta gelir. Böylece bütün çocukluğu ve ilk gençlik yıllarının geçtiği Makedonya’dan ilk defa ayrılır. Birikimi ile yeni bir hayata atılacağı, kişiliği ve düşüncelerinin daha da olgunlaşacağı Harp Okulu’na girişi 13 Mart 1899, Apolet Numarası 1283’tür. “Harbiyeli Mustafa Kemal”, buradaki “Künye Defteri” ne “Selanik’te Koca Kasım Paşa Mahallesi Gümrük Memurlarından müteveffa Ali Rıza Efendi’nin mahdumu uzun boylu, beyaz benizli Mustafa Kemal Efendi Selanik 96” olarak kaydedilecektir.

 

        Mustafa Kemal Harbiye’de öğretime başladığı sırada, okul komutanı 24 yıl (1884-1908) bu kutsal yuvaya komutanlık yapmış olan Mustafa Zeki Paşa; öğretim başkanı, o zamanki ismi ile “ders nazırı”, daha sonra Çanakkale’de kendisine kolordu komutanlığı yapacak olan Esat Paşa’dır.

        Mustafa Kemal, Harp Okulu 1 nci sınıfında 635 mevcutlu Piyade sınıfında bütün derslerden 484 not almış ve 9 uncu olarak ikinci sınıfa geçmiştir.

        Mustafa kemal 2 nci sınıfta işse 420 arkadaşı arasında toplam 522 not alarak ve 11 nci olarak üçüncü sınıfa geçmiştir.

        Mustafa Kemal, 3 ncü sınıfta, 459 arkadaşı arasında üç yıllık notlarının toplamı üzerinden Harp Okulu'nu 8 nci olarak bitirmiştir.

        Mustafa Kemal’in Harbiye’deki arkadaşları öncelikle Manastır İdadisi’nden gelenlerdi. Bunlar arasında, Ahmet Tevfik ilk sırayı almaktadır. Çocukluk arkadaşı, Rüştiye ve İdadi’de de birlikte okuduğu Mustafa Nuri (Conker), Lütfi Müfit (Özdeş), Ali Fuat (Cebesoy), Arif (Ayıcı), Hayri (Tırnovacık), Kazım (Karabekir), Ömer Naci, İsmaik Hakkı (Pars), Kazım (İnanç), Kazım (Özalp), Ali Fethi (Okyar), onu takip eden arkadaşlarıydı. Bunların bazıları kendi devresi, bazıları da kendisinden önce veya sonraki devrenin öğrencileri idi. Mustafa Kemal’in bu arkadaşları arasında daha çok Ahmet Tevfik ile samimi olduğu görülmektedir.

         Mustafa Kemal’in Harp Okulu’ndaki öğretmenleri arasında, onun kişiliğini etkileyen ve onu hayata hazırlayan çok değerli öğretmenleri olduğunu görüyoruz. Bunlar arasında; sonradan İstanbul Üniversitesi’nde Profesör olan, Türk Tarih Kurumu kurucu üyesi ve Milletvekili olan Fransızca öğretmeni Necip Asım (Yazıksız) Bey, Talim Öğretmeni Rahmi Paşa ve onun maiyetindeki Binbaşı Fazıl Bey, sonra Korgeneral ve milletvekili olan Yüzbaşı Naci (İldeniz) Beyve Teğmen Osman Efendi bulunuyordu.

         Ali Fuat CEBESOY’un, öğretmenleri hakkında anlattıklarına göre Mustafa kemal, en çok Yüzbaşı Naci Bey'i sayar ve severdi.

 

        Harbiyeli Mustafa Kemal’in, bu dönemde hem Fransızca’sını geliştirdiği, hem de memleket meseleleri üzerindeki düşüncelerinin daha da olgunlaştığı görülmektedir. O Harbiye’de Namık Kemal ve Mehmet Emin Yurdakul gibi dönemin meşhur şairleri yanı sıra Abdülhak Hamit ve Tevfik Fikret’i de okuyordu. Zamanın felsefe ve fikri akımları ile meşgul oluyordu.

        Anlaşılmaktadır ki, Harp Okulu eğitimi ve öğrenimi dönemi, Mustafa Kemal’in hem “vatan, millet, Türklük” fikirlerinin olgunlaşmasında, hem de Batıya dönük “çağdaşlaşma” düşüncelerinin gelişmesinde önemli bir dönem olmuştur. Ayrıca bu fikirlerini arkadaşlarına da anlatması, okula bu fikirleri yaymak için bir gazete çıkarma girişiminde bulunması, onun daha o dönemde liderlik özelliklerinin gelişmeye başladığını da göstermektedir. O, yine bu dönemde özellikle ilk sınıfta İstanbul’un sosyal hayatı içinde kendisini bulmuş görünmektedir.

        Mustafa Kemal’in Harp Okulu’ndan “neşet” tarihi olan 10 Şubat 1902 tarihi, Harp Akademisi’ne girdiği tarihtir.

        1848 yılında Harp Okulu içinde “Harbiye Sınıfları” adı ile kurulan Harp Akademisi, Esat Paşa’nın Harp Okulu Öğretim Başkanlığı’na atanması (1899) ndan sonra, yani Mustafa Kemal’in Harp Okulunda öğrenime başladığı sırada yeni bazı düzenlemeler yapılmıştır. 1902 yılından itibaren Erkan-ı Harbiye Sınıflarından “Çok İyi” derecede başarı sağlayanlara “”, ve “derecede bitirenlere “Mümtaz” ünvanı verilmeye başlanmıştır. Bu usul, 1909 yılına kadar devam etmiştir. Mümtazlar arasında “” ihtiyacını karşılamak üzere sonradan “kurmaylıkları onananlar da çoktur.

        Mustafa Kemal Akademi’ye başladığı yıl sınıf mevcudu, topçu ve süvari okullarından gelenler ve değişik sebepler dolayısıyla bir üst sınıftan kalanlar ile birlikte 43 kişidir. Atatürk’ün Harp Akademisi’ndeki notları ve ders başarısı şu şekildedir:

         Sınıf mevcudu kırk iki kişi olan Akademi birinci sınıfta, toplam 580 olan ders notlarından Mustafa Kemal, toplam 479 not almıştır ve başarı sırası 8’dir.

        Mustafa Kemal’in, Akademi ikinci sınıfında kırk kişilik sınıf mevcudu içinde toplam 480 puan aldığı görülmektedir ve 6. sıradadır.

        Kurmay Yüzbaşı olarak yeminini 21 Ekim 1904 Cuma günü eden Mustafa Kemal, 11 Ocak 1905 Çarşamba günü Akademiden mezun olmuştur.

 

 

        57 nci Dönem Akademi mezunu toplam 37 kişidir. Bunların 13’ü “Kurmay”, 27’si de “Mümtaz” olmuşlardır. Mevcut bilgi ve belgelere göre Mustafa Kemal Kurmay olarak Akademiyi bitiren 13 kişi arasında 5 nci olmuştur.

        Mustafa Kemal Atatürk’ün Akademi’deki öğretmenleri arasında kendisini derinden etkileyen öğretmenler vardı. Bu öğretmenler şunlardır: Topçu Feriki (Tümgeneral), Ahmet Muhtar, Kurmay Binbaşı Refık Bey, Kurmay Yarbay Nuri Bey, Pertev Paşa (Demirhan), Kurmay Albay Hasan Rıza Bey, Kurmay Albay Zeki Bey, Kurmay Yarbay Fevzi Bey.

        Sınıf arkadaşı Ali Fuat CEBESOY’un anlatımına göre, Mustafa Kemal bu öğretmenlerinden en çok Tabiye derslerine giren Kurmay Yarbay Nuri Beysayıyor ve takdir ediyordu. Nuri Bey gerçekten geniş kültürlü, çağına göre aydın düşünceli, stratejide üstat sayılan bir kurmay subaydı. Aradaki uzaklığı korumakla beraber öğrencilerine karşı içten ve ağabeyce davranıyordu. Yalnız ders vermekle yetinmiyor, genç kurmay adaylarının çeşitli sorularını da cevaplamaktan zevk duyuyordu. Nuri Bey, “bir kurmay subay, askerlik dışında kalan bilgilerle de donanmış olmalıdır. Yarın hepiniz birer kumandan olacak, sorumluluk yükleneceksiniz.” diyordu. Nuri Bey bir derste öğrencilerine “Gerilla” hakkında bilgiler vermişti. Mustafa kemal 1911’de Trablusgarp’tan arkadaşı Ali Fuat CEBESOY’a yazdığı bir mektupta, “Kurmay Yarbay Nuri Bey'in gerilla metotlarını başarıyla uyguladığını yazıyordu.”

        Gerek kendisinin, gerekse arkadaşlarının anılarından öğrendiğimize göre Mustafa Kemal Akademi’de kültürel çalışmalara çok önem veriyordu. Gazete çıkarmak işi burada Harbiye’den daha düzenli bir şekilde yürütülüyor, kürsüden “konferans” niteliğinde konuşmalar yapıyor ve bunların metinlerini arkadaşlarına dağıtıyordu.

         Mustafa Kemal, Harp Akademisi’ne yeni başladığı sıralarda, 26 Haziran 1902 Perşembe günü Ali Fuat CEBESOY'un babası İsmail Fazıl Paşa’nın Kuzguncuk'taki köşkünde misafir ediliyor. O gece orada kalıyor, ertesi 27 Haziran Cuma günü köşke gelen Osman Nizami Paşa ile tanıştırılıyor. Osman Nizami Fransızca ve Almanca’yı (edebiyatı dahil) anadili gibi bilmekte, İngilizce’yi de yanlışsız konuşabilmektedir. O gün tanışıp görüşüyorlar. Osman Nizami Paşa, II. Abdülhamit’in baskı rejimini yumuşatacağına dair hiçbir belirti olmadığına işaret ettikten sonra şöyle diyor: “İstibdat idaresi, bir gün elbette yıkılacaktır. Fakat onun yerine Batılı manada bir idare gelip memleketi her bakımdan acaba kalkındıracak mıdır? Ben buna inanmıyorum."

 

        Mustafa Kemal kuşkuludur. Nizami Paşa Abdülhamit'in adamlarından biri olabilir mi? Kendisinin ağzını arayan bir hafiye midir? M. Kemal, bu olasılıklara karşın gene de düşüncelerini cesaretle söylemeye kararlıdır. Diyor ki: "Paşa Hazretleri! Garplı manadaki idareler de zamanla gelişmişlerdir. Bugün uyur gibi görünen milletimizin çok kabiliyeti ve cevheri vardır. Fakat bir inkılap vukuunda bugün iş başında olanlar yerlerini muhafaza etmeye kalkarlarsa o vakit buyurduğunuzu kabul etmek lazım getir. Yeni nesiller içerisinde her hususta itimada layık insanlar çıkacaktır.” Osman Nizami Paşa susuyor, olumlu ya da olumsuz hiçbir cevap vermiyor. Aynı günün akşamı ayrılmak üzere veda eden Mustafa Kemal'e şunları söylüyor:

        “ Mustafa Kemal Efendi oğlum, sen, bizler gibi yalnız Erkân-ı Harp zabiti olarak normal bir hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzerinde müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma. Sende, memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum."

        Evet, Osman Nizami Paşa yanılmamıştır. Çünkü Mustafa Kemal, gençlik çağlarından beri geleceğin Atatürk'ünden belirtiler ve ışıklar vermiştir. Çünkü O, hep “yarınların adamı” olmayı hedeflemiş ve daima öyle yaşamıştır.

        Mustafa Kemal ve Harbiye’den arkadaşı Kırşehirli Lütfü Müfit Özdeş tayin oldukları ilk görev yerleri olan Şam’daki Beşinci Ordu’ya 1905 yılını ilk aylarında katılırlar. Burada iki stajyer kurmay yüzbaşıyı bir çok zorluklar beklemektedir. Görevli oldukları 29 ve 30 uncu alaylar Havran civarındaki bir isyanı bastırmak için Şam’dan hareket ederler. Fakat, esas yapılan iş, bazı personelin bu vesileyle soygun ve talan yapacak olmalarıdır. Bu iki genç kurmay subayı aralarına almak istemezler. Buna rağmen iki arkadaş bu harekata iştirak ederler. Kendi kurdukları düzenin bozulacağından korkan soygun ekipleri, kendi aralarındaki dalavereli hesaplardan bir miktar altını da Lütfü Müfit’e vermek isterler. Müfit, bu altınları almaz ve işi Mustafa Kemal’e haber verir. Ne yapması gerektiğini sorar. Mustafa Kemal Müfit’e; “bugünün adamı olmak istiyorsan bu altınları al, eğer yarının adamı olmak istiyorsan bu altınları iade et, makbuzunu al ve sakla” der.

        İşte, tarihin altın sayfalarında kalan insanlar, “yarının adamı” olmayı tercih edebilenler ve bu irade gücünü ortaya koyabilenlerdir.

        O, bir insandı...


        O, yarının adamı olmayı göze alabilen büyük bir insandı...

        O, Mustafa Kemal’di...

 

        O, arkadaşı Ali Fuat CEBESOY’a okula ilk geldiği gün, “Sınıflarımız biraz karanlıktır; fakat, beyinlerimiz ve yüreklerimiz aydınlıktır.” diyen Harbiyeli Mustafa Kemal’di...

        O, yok olmak noktasına getirilmiş bir milleti yeniden var eden; akıl ve bilim temelinde, çağdaş uygarlık yolunda ona yeni ufuklar açan dahi bir asker, devlet ve düşünce adamı idi...

        O, bir Atatürk idi...


        Takdir edersiniz ki, Atatürk ve Onun önderliğinde kurduğumuz Millî (Üniter), Demokratik ve laik Türkiye Cumhuriyeti'ni yaşatma ve yarınlara taşıma bilinci ancak, Atatürk'ü doğru anlamak ve doğru anlatmak ile oluşturulabilir, kökleştirilebilir.

        Büyük Önder’in aramızdan ayrılışının yıldönümünde aziz hatırası önünde saygıyla eğilirken, O’nu ve düşüncelerini daha iyi ve daha doğru anlama ve anlatma azminde olduğumuzu belirtir, saygılarımı sunarım. 

Atatürk'ün Özlük Dosyası

 

Muamelat-ı Zatiye Dairesi (Personel Başkanlığı)

Evraka 21 Teşrinisani 1341 (21 Kasım 1925)


Reis-i Cumhur Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri bin Ali Rıza Selânik


Duhulü: 1 Mart 1315 (13 Mart 1899)

Nasbı: 19 Eylül 1337 (19 Eylül 1921 )

Sicil No: 1317-8 P. (Piyade 1902-8)


Müşarünileyh Hazretleri :


29 Kânunuevvel 320 (11 Ocak 1905)

Tarihinde Erkân-ı Harbiye Yüzbaşılığı ile mektepten neş'et ederek sunuf-u selasede bölük idare ve kumanda etmek üzere atik 5 nci Ordu'ya memur buyrulmuştur


12 Kânunuevvel 332 (25 Aralık 1906)

Tarihinde Beşinci Mecidi Nişanı'yla taltif edilmiştir


7 Haziran 323 (20 Haziran 1907)

Tarihinde Kolağalığa terfi etmiştir. Sene-i mezkûre eylülü gayesinde arıza-i vücudiyelerinden naşi atik 3 ncü Ordu'ya nakledilmişlerdir


9 Haziran 324 (22 Haziran 1908)

Tarihinde Şark Demiryolu Müfettişliği'ne ve sene-i mezkûre Kânunuevvel gayesinde 3 ncü Ordu Redif 17 nci Selânik Fırkası Erkân-ı; Harbiyesine tayin buyrulmuşlardır


23 Teşrinievvel 325 (5 Kasım 1909)

Tarihinde 3 ncü Ordu Erkân-ı Harbi- yesine tayin buyrulmuştur


24 Ağustos 326 (6 Eylül 1910)

Tarihinde 3 ncü Ordu Zabitan Talimgahı Kumandanlığı'na ve sene-i mezkûre teşrinievvelinde tekrar mezkûr 3 ncü Ordu Erkân-ı Harbiyesine ve bilahara Kânunusâni zarfında 5 nci Kolordu Erkân-ı Harbiyesine tayin buyrulmuştur


14 Eylüf 327 (27 Eylül 1911 )

Tarihinde muvakkaten Trablusgarp Fırkası Erkân-ı Harbiyesine memur edilmişse de Trablusgarp'a gitmeksizin İstanbuf'a cefbi 5 nci Kolordu'ya tebliğ edilerek Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Dairesi'ne tayin buyrulmuştur


14 Teşrinisani 327 (27 Kasım 1911 )

Tarihinde Binbaşılığa terfi edilmiştir


19 Kânunusanı 327 (1 Ocak 1912)

Tarihinde Bingazi'de bulunan müşarünileyhin Derne karşısındaki Şark Gönülfü Kumandanlığı'nı deruhte etmiştir


26 Şubat 327 (11 Mart 1912)

Tarihinde Derne Kumandanlığı'na tayin edilmiştir


11 Teşrinievvel 328 (24 Ekim 1912)

Tarihinde rahatsızlığına mebni Dersaadet'e hareket etmiştir


8 Teşrinisani 328 (21 Kasım 1912)

Tarihinde Karargâh-ı Umuroi emrine verilerek mezkûr ay zarfında Bahrü sefit Boğazı Kuvay-i Mürettebesi Erkân-ı Harbiyesi'ne tayin buyrulmuştur


14 Teşrinievvel 329 (27 Ekim 1913)

Tarihinde Sofya Ataşemiliterliği'ne tayin buyrulmuştur


24 Teşrinievvel 329 (6 Kasım 1913)

Tarihinde Bingazi muharebatında ibraz-ı şecaat ve liyakat etmesine mebni kıdemine iki sene zam, Dördüncü Rütbe'den Osmani Nişanı ita klınmıştır

29 Kânunuevvel 329 (11 Ocak 1914)

Tarihinde Sofya-Belgrat-Çetine Sefaretleri Ataşemiliterliği'ne tayin buyrulmuştur


26 Şubat 329 (11 Mart 1914)

Tarihinde Fransa Hükümeti tarafından Şövalye Rütbesinden Legion d'honneur nişanı ita kılınmıştır


16 Şubat 329 (1 Mart 1914)

Tarihinde Balkan Harbi'ndeki hidemat-ı hasenesinden dofayı kaymakamlığa terfi etmiştir


22 Temmuz 330 (4 Ağustos 1914)

Tarihinde Sırbistan Ataşemiliterfiği'ne tayin kılınmış ise de Sofya Ataşemiliterliği'ne ipka edilmiştir


16 Teşrinisani 330 (29 Kasım 1914)

Tarihinde iki sene kıdem zammı verilmiştir


7 Kânunusani 330 (20 Ocak 1915)

Tarihinde 3 ncü Kolordu'da yeni teşekkül eden 19 ncu Fırka Kumandanlığı'na tayin buyrulmuştur


19 Mayıs 331 (1 Haziran 1915)

Tarihinde Miralaylığa terfi etmiştir


15 Temmuz 331 (28 Temmuz 1915)

Tarihinde 15 nci Kolordu Kumandanlığı'na ve sene-yi mezkûrede (Ağustos) 16 ncı Kolordu Komutanlığı'na tayin buyrulmuştur


14 Kânunusani 331(27 Ocak 1916)

Tarihinde tebdil havasının hitamına mebni 16 ncı Kolordu`ya İltihak buyrulmuştur


2 Temmuz 331(15 Temmuz 1915)

Tarihinde Harp Madalyası


19 Ağustos 331(1 Eylül 1915)

Tarihinde Muharebe Gümüş Liyakat Madalyası


4 Kânunusani 331(17 Ocak 1916)

Tarihinde Anafartalar Grubu Komutanı iken Muharebe Altın Liyakat Madalyası


19 Kânunusani 331(1 Şubat 1916)

Tarihinde Üçüncü Rütbe'den Osmani Nişanı


28 Kânunuevvel 331( Aralık 1915)

Alman Hükümeti tarafından Demir Salip Nişanı verilmiş


28 Şubat 331(13 Mart 1916) Anafartalar'daki hidemat-ı hasenesinden dolayı iki sene seferi kıdem zammı ita kılınmıştır


19 Mart 332(1 Nisan 1916)

Tarihinde Hidemat-ı fevkâledesine mebni bir sene kıdem zammı ile Mirli valığa terfi etmiştir


29 Teşrinisani 332.(12 Aralık 1916)

Müceddeden İkinci Rütbe'den Mecidi Nişanı ita kılınmıştır


11 Kânunuevvel 1332(24 Aralık 1916)

Bitlis havalisindeki hidematına mükâfeten bir sene seferi kıdem zammı ita edilmiştir. Sene-yi mezkûre zarfında Almanya Hükümeti tarafından Birinci ve İkinci Demir Salip ve Avus turya Macaristan Hükümeti tarafından Üçüncü Rütbe'den Muharebe Liyakat Madalyası ile İkinci Rütbeden Harp Alâmeti Liyakat-ı Askeri Madalyası ita kılınmıştır


7 Mart 333(7 Mart 1917)

Tarihinde 2 nci Ordu Kumandanlığı'na tayin buyrulmuştur


19 Mart 333(19 Mart 1917)

Tarihinde muharebat-ı vakıadaki hidemat-ı hasanesinden dolayı tebdilen İkinci Rütbeden Osmani Nişanı ita kılınmıştır


5 Temmuz 333(5 Temmuı 1917)

Tarihinde 7 nci Ordu Kumandanlığı'na tayin buyrulmuştur


23 Eylül 333(23 Eylül 1917)

Tarihinde Muharebe Altın İmtiyaz Madalyası ile taltif buyrulmuştur


9 Teşrinievvel 333(9 Ekim 1917)

Tarihinde becayişen 2 nci Ordu Kumandanlığı'na tayin kılınmıştır


11 Teşrinievvel 333(11 Ekim 1917)

Tarihinde bir ay müddetle İstanbul'a mezunen gitmişler ve rahatsızlıklarına mebni tedavi edilmek üzere üç ay mezuniyet verilmiştir


7 Teşrinisani 333(7 Aralık 1917)

Tarihinde Karargâh-ı Umumi emrine alınarak sene-i meıkûre kânunuevvelinde mülga Veliaht-ı Saltanat refakatinde Almanya Karargah-ı Umumisi'ne azimet etmiş


16 Kânunuevvel 333(16 Aralık 1917)

Tarihinde tebdilen Birinci Rütbe'den Kılıçlı Mecidi Nişanı ita kılınmıştır


19 Şubat 334(19 Şubat 1918)

Tarihinde Almanya İmparatoru tarafından Birinci Rütbe'den Kılıçlı Kron dö Prus Nişanı verilmiştir


13 Mayıs 334(13 Mayıs 1918)

Tarihinde bera-i tedavi Viyana'ya azimet buyurmuştur


7 Ağustos 334(7 Ağustos 1918)

Tarihinde 7 nci Ordu Kumandanlığı'na ve sene-yi mezkure eylülünde Fahri Yaveran silkine ithal buyrulmuş


31 Teşrinievvel 334(31 Ekim 1918)

Tarihinde Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığı'nı deruhte buyurmuşlardır


Teşrinisani 334(Kasım 1918)

Tarihinde Grubun Lağvı üzerine Harbiye Nezareti emrine alınmıştır


30 Nisan 335(30 Nisan 1919)

Tarihinde 9 ncu Ordu Kıtaatı Müfettişliği'ne tayin edilmiş ve sene-yi mezkûre Temmuzu'nun beşinde İstanbul Hükümet-i sakıtasınca memuriyetine hitam verilmiştir


9 Ağustos 335(9 Ağustos 1919)

Ordu Müfettişliği'nden mazul ve askerlikten müstafi olan müşarünileyhin silk-i askeriden ihracı ve haiz olduğu nişanların refi ve Fahri Yaveran Unvanının nezi hakkında irade çıkmıştır


23 Nisan 336(23 Nisan 1920)

Tarihinde Büyük Millet Meclisi Riyaset-i Celilesine intahap buyrulmuşlardır


19 Eylül 337 (19 Eylül 1921 ) Tarihinde Büyük Millet Meclisi'nce ittifakla kendilerine Gazilik Ünvanı ita ve Rütbe-i Samiye-i Müşiri tevcih buyrulmuştur


5 Teşrinisani 337 (5 Kasım 1921 )

Tarihinden itibaren müşarünileyhin Başkumandanlık müddeti üç ay daha temdit edilmiştir


5 Şubat 338 (5 Şubat 1922)

Tarihinden itibaren Başkumandanlık müddeti üç ay daha temdit edilmiştir


27 Mart 339 (27 Mart 1923)

Tarihinde Afganistan Emiri (Kralı) tarafından Aliyülâlâ Nişanı irsal kılınmıştır


21 Teşrinisani 339 (21 Kasım 1923)

Tarihinde kırmızı-yeşil kurdeleli İstiklal Madalyası talik olunmuştur


29 Teşrinievvel 339 (29 Ekim 1923)

Tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Riyaseti'ne intihap buyrulmuştur

 

ATATÜRK KRONOLOJİSİ

Atatürk'ün kronolojisi, bir bakıma Türkiye'nin kurtuluş mücadelesine ve bu mücadeleden, hangi aşamalardan geçerek onurlu bir Türkiye Cumhuriyeti kurulduğuna işaret etmektedir.


19 Mayıs 1881 - Mustafa'nın Selanik'te doğuşu.

1893 - Mustafa'nın Selanik Askeri Rüştiyesi'ne yazılması ve öğretmeni Mustafa Efendi'nin kendisine "Kemal" adını takması.

1895 - Mustafa Kemal'in Selanik Askeri Rüştiyesi'ni bitirerek Manastır Askeri İdadisine girmesi.

13 Mart 1899 - Mustafa Kemal'in Manastır Askeri İdadisi'ni bitirerek İstanbul'da Harp Okulu'na girişi.

10 Şubat 1902 - Mustafa Kemal'in Harp Okulu'nu teğmen rütbesiyle bitirerek Harp Akademisi'ne geçmesi.

11 Ocak 1905 - Mustafa Kemal'in Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisi'nden mezun olması ve merkezi Şam'da bulunan Beşinci Ordu emrine verilmesi.

Ekim 1905 - Mustafa Kemal'in bazı arkadaşlarıyla birlikte Şam'da gizli "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurması.

20 Haziran 1907 - Mustafa Kemal'in Kolağasılığına ( Kıdemli Yüzbaşı ) yükseltilmesi

13 Ekim 1907 - Mustafa Kemal'in Selanik'te III. Ordu'ya atanması.

15-16 Nisan 1909 - Mustafa Kemal'in 31 Mart (13 Nisan) ayaklanması üzerine Hareket Ordusu'nun kurmay başkanı olarak İstanbul'a hareket etmesi.

6 Eylül 1909 - Mustafa Kemal'in Selanik'te III. Ordu Piyade Subay Talimgahı Komutanı olması. (Aynı yıl içinde Kolağası rütbesiyle 38. Piyade Alayı komutanı olmuştur.)

Mayıs 1910 - Mustafa Kemal'in Mahmud Şevket Paşa'nın kurmay başkanı olarak Arnavutluk harekatında bulunması.

Eylül 1910 - Fransa'da yapılan manevralara Türk Ordusu temsilcisi olarak katılması.

13 Eylül 1911 - Mustafa Kemal'in İstanbul'a Genelkurmay'a nakledilmesi.

27 Kasım 1911 - Mustafa Kemal'in Trablusgarb'ta Binbaşılığa yükseltilmesi.

22 Aralık 1911 - Mustafa Kemal'in İtalyan - Osmanlı Trablus Savaşı'nda Tobruk Taarruzu'nu başarıyla idare etmesi.

25 Kasım 1912 - Mustafa Kemal'in Bahrısefid Boğazı ( Çanakkale ) Kuva-yı Mürettebesi Harekat Şubesi Müdürlüğü'ne atanması.

27 Ekim 1913 - Mustafa Kemal'in Sofya Ataşemiliteri olması.

1 Mart 1914 - Mustafa Kemal'in Yarbaylığa yükseltilmesi.

2 Şubat 1915 - Mustafa Kemal'in Tekirdağ'da 19. Tümeni kurmaya başlaması. (25 Şubat 1915'te tümen kuruluşunu tamamlayarak Maydos'a gelmiştir.)

25 Nisan 1915 - İtilaf devletlerinin Arıburnu'na asker çıkarmaları üzerine Mustafa Kemal'in tümeniyle düşmanı önleyerek durdurması.

1 Haziran 1915 - Mustafa Kemal'in Albaylığa yükseltilmesi.

8-9 Ağustos 1915 - Mustafa Kemal'in Anafartalar Grubu Komutanlığı'na atanması.

10 Ağustos 1915 - Mustafa Kemal'in bizzat idare ettiği taarruzla Anafartalar cephesinde düşmanı geri atması.

17 Ağustos 1915 - Mustafa Kemal'in Kireçtepe'de zafer kazanması.

21 Ağustos 1915 - Mustafa Kemal'in II. Anafartalar Savaşı'nı kazanması.

14 Ocak 1916 - Mustafa Kemal'in Edirne'de XVI. Kolordu Komutanlığı'na başlaması.

1 Nisan 1916 - Mustafa Kemal'in Mirlivalığa ( Tümgeneral ) yükselmesi.

7-8 Ağustos 1916 - Mustafa Kemal'in Bitlis ve Muş'u düşman elinden geri alması.

7 Mart 1917 - Mustafa Kemal'in Diyarbakır'daki II. Ordu Komutanlığı vekilliğine atanması.

16 Mart 1917 - Mustafa Kemal'in Diyarbakır'daki II. Ordu Komutanlığı'na asil olarak atanması.

5 Temmuz 1917 - Mustafa Kemal'in Halep'teki VII. Ordu Komutanlığı'na atanması.

20 Eylül 1917 - Mustafa Kemal'in VII. Ordu Komutanı sıfatıyla memleketin ve ordunun durumunu açıklayan tarihi raporunu göndermesi.

15 Ekim 1917 - Mustafa Kemal'in VII. Ordu Komutanlığı'ndan ayrılarak İstanbul'a dönmesi.

15 Aralık 1917 - Mustafa Kemal'in Veliaht Vahidettin ile Almanya'ya gitmesi.

16 Aralık 1917 - Mustafa Kemal'e "Birinci Rütbeden Kılıçlı Mecidi Nişanı" verilmesi.

4 Ocak 1918 - Almanya gezisinden dönmesi.

7 Ağustos 1918 - Mustafa Kemal'in Filistin'de bulunan VII. Ordu Komutanlığı'na ikinci defa tayin olunması.

26 Ekim 1918 - Mustafa Kemal'in komta ettiği VII. Ordu Birlikleri tarafından düşman taarruzunun Haleb'in kuzeyinde bugünkü sınırlarımız üzerinde durdurulması.

31 Ekim 1918 - Mustafa Kemal'in Yıldırım Orduları Grubu Komutanı olması.

13 Kasım 1918 - Mustafa Kemal'in Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı'nın lağvı üzerine İstanbul'a gelmesi.

30 Nisan 1919 - Mustafa Kemal'in 9. Ordu Müfettişi olması.

16 Mayıs 1919 - Mustafa Kemal'in Samsun'a gitmek üzere Bandırma Vapuru ile İstanbul'dan ayrılması.

19 Mayıs 1919 - Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkması.

21-22 Haziran 1919 - Mustafa Kemal'in Amasya'dan yolladığı genelgeyle, milli kuvvetleri bir gaye ve bir teşkilat çevresinde toplamak amacıyla Sivas Kongresi'ni toplantıya çağırdı.

26 Haziran 1919 - Amasya'dan Sivas'a hareketi.

3 Temmuz 1919 - Mustafa Kemal'in Erzurum'a ilk gelişi.

8-9 Temmuz 1919 - Mustafa Kemal'in resmi görevinden ve askerlikten çekilmesi.

23 Temmuz 1919 - Erzurum Kongresi'nin toplanması ve Mustafa Kemal'in Erzurum Kongresi'ne Başkan seçilmesi.

4 Eylül 1919 - Sivas Kongresi'nin toplanması ve Mustafa Kemal'in Sivas Kongresi'ne Başkan seçilmesi.

11 Eylül 1919 - Mustafa Kemal'in Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesi Başkanlığı'na seçilmesi.

20-22 Ekim 1919 - Mustafa Kemal'in İstanbul'dan gelen Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Amasya'da görüşmesi.

7 Kasım 1919 - Mustafa Kemal'in İstanbul'da toplanması kararlaştırılan Osmanlı Meclisi için Erzurum'dan milletvekili seçilmesi. ( TBMM'nin birinci dönemi için yapılan seçimde ve ondan sonraki seçimlerde Ankara'dan milletvekili seçilmiştir. )

27 Aralık 1919 - Mustafa Kemal'in Heyeti Temsiliye ile birlikte Ankara'ya gelmesi.

16 Mart 1920 - İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgali üzerine Mustafa Kemal'in durumu bütün devletlere ve Millet Meclislerine protesto etmesi ve Ankara'da yeni bir Millet Meclisi toplama teşebbüsüne geçmesi.

23 Nisan 1920 - Mustafa Kemal'in Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açması.

24 Nisan 1920 - TBMM'nin Mustafa Kemal'i başkanlığa seçmesi.

11 Mayıs 1920 - Mustafa Kemal'in İstanbul Hükümetince ölüm cezasına çarptırılması.( Bu karar 24 Mayıs 1920'de Padişah tarafından onanmıştır. )

13 Eylül 1920 - Mustafa Kemal tarafından hazırlanan Halkçılık programının Büyük Millet Meclisi'ne sunuluşu.

5 Aralık 1920 - Mustafa Kemal'in İstanbul'dan gelen Osmanlı delegeleri İzzet ve Salih Paşa'larla Bilecik tren istasyonunda görüşmesi.

10 Mayıs 1921 - Mustafa Kemal tarafından Büyük Millet Meclisi'nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu'nun kurulması ve kendisinin Grup Başkanlığı'na seçilmesi.

13 Haziran 1921 - Mustafa Kemal'in Fransız temsilcisi F. Bouillon ile Ankara'da görüşmesi.

5 Ağustos 1921 - Büyük Millet Meclisi tarafından Mustafa Kemal'e Başkomutanlık görevinin verilmesi.

23 Ağustos 1921 - Mustafa Kemal'in 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Muharebesi'ni idareye başlaması.

13 Eylül 1921 - Mustafa Kemal'in Sakarya Zaferi'ni kazanması.

19 Eylül 1921 - Mustafa Kemal'e Büyük Millet Meclisi tarafından müşirlik
( mareşallik ) rütbesinin ve

Gazi ünvanının verilmesi.


26 Ağustos 1922 - Gazi Mustafa Kemal'in Kocatepe'den Büyük Taarruz'u idareye başlaması.

30 Ağustos 1922 - Gazi Mustafa Kemal'in Dumlupınar'da Başkomutanlık Meydan Savaşı'nı kazanması.

10 Eylül 1922 - Gazi Mustafa Kemal'in İzmir'e girişi.

1 Kasım 1922 - Gazi Mustafa Kemal'in teklifi üzerine Büyük Millet Meclisi'nin saltanatın kaldırılmasına karar vermesi.

14 Ocak 1923 - Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım'ın İzmir'de ölümü.

29 Ocak 1923 - Gazi Mustafa Kemal'in İzmir'de Latife (Uşaklıgil) Hanım'la evlenmesi. ( 5 Ağustos 1925'te ayrılmışlardır.)

17 Şubat 1923 - Gazi Mustafa Kemal'in İzmir'de ilk Türkiye İktisat Kongresi'ni açması.

13 Ağustos 1923 - Gazi Mustafa Kemal'in ikinci defa Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na seçilmesi.

11 Eylül 1923 - Gazi Mustafa Kemal'in Halk Partisi'ni kurması.

29 Ekim 1923 - Cumhuriyetin İlanı ve Gazi Mustafa Kemal'in ilk Cumhurbaşkanı seçilmesi.

1 Mart 1924 - Gazi Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisi'ni açışı ve Halifeliğin kaldırılması ile öğretimin birleştirilmesi gereğini konuşmasında belirtmesi.

23 Ağustos 1925 - Gazi Mustafa Kemal'in Kastamonu'da ilk defa şapka giymesi.

3 Ekim 1926 - İstanbul'da Sarayburnu'nda Mustafa Kemal'in ilk heykelinin dikilmesi.

1 Temmuz 1927 - Gazi Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı sıfatıyla ilk defa İstanbul'a gelmesi.

15-20 Ekim 1927 - Gazi Mustafa Kemal'in CHP İkinci Kurultayı'nda tarihi büyük nutkunu söylemesi.

1 Kasım 1927 - Gazi Mustafa Kemal'in ikinci defa Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi.

4 Kasım 1927 - Gazi Mustafa Kemal'in Ankara Etnografya Müzesi önünde ve Yenişehir'de dikilen heykellerinin açılışı.

20 Mayıs 1928 - Afgan Kralı Amanullah Han'ın Gazi Mustafa Kemal'i Ankara'da ziyareti.

9-10 Ağustos 1928 - Gazi Mustafa Kemal'in Sarayburnu'nda Türk harfleri hakkındaki nutkunu söylemesi.

12 Nisan 1931 - Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Tarih Kurumu'nun kurulması.

4 Mayıs 1931 - Mustafa Kemal'in üçüncü defa Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi.

12 Haziran 1932 - Irak Kralı Emir Faysal'ın Ankara'da Mustafa Kemal'i ziyareti.

12 Temmuz 1932 - Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Dil Kurumu'nun kurulması.

4 Ekim 1933 - Yugoslavya Kralı Aleksandre'nin Gazi Mustafa Kemal'i İstanbul'da ziyareti.

29 Ekim 1933 - Gazi Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'in onuncu yıldönümü dolayısıyla tarihi nutkunu söylemesi.

16 Haziran 1934 - İran Şehinşahı Rıza Pehlevi'nin Gazi Mustafa Kemal'i Ankara'da ziyareti.

24 Kasım 1934 - Büyük Millet Meclisi'nin Mustafa Kemal'e ATATÜRK soyadını veren kanunu kabul etmesi.

1 Mart 1935 - Atatürk'ün dördüncü defa Cumhurbaşkanı seçilmesi.

4 Eylül 1936 - İngiltere Kralı Edward VIII.'nin İstanbul'da Atatürk'ü ziyareti.

11 Haziran 1937 - Atatürk'ün, çiftliklerini Devlete ve bir kısım gayrimenkullerini Ankara Belediyesi'ne bağışlaması.

30 Mart 1938 - Atatürk'ün hastalığı hakkında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreter- liğince ilk defa resmi tebliğ yayınlanması.

19 Haziran 1938 - Romanya Kralı Karol II'nin Atatürk'ü İstanbul'da ziyareti.

5 Eylül 1938 - Atatürk'ün vasiyetnamesini yazması. ( Açılış 28 Kasım 1938 )

16 Ekim 1938 - Atatürk'ün hastalık durumu hakkında günlük resmi tebliğler yayımına başlanması.

10 Kasım 1938 - Büyük Atatürk'ün Ölümü

21 Kasım 1938 - Atatürk'ün cenazesinin Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabre törenle konulması.

10 Kasım 1953 - Atatürk'ün nâşının, Etnografya Müzesi'ndeki geçici kabrinden Anıtkabir'e nakledilmesi.

1981 - UNESCO'nun aldığı bir kararla Atatürk'ün doğumunun 100. yılının bütün dünyada ATATÜRK YILI olarak kutlanması.

ATATÜRK DİYOR Kİ !

Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküş vardır. Her ilerleyişin ve kurtuluşun anası hürriyettir. 1906

Ben askerliğin herşeyden ziyade sanatkarlığını severim. 1912

Savaş için düşmanı ordugahımızda beklemektense, onu uzaktan karşılamak yeğdir. 1914

Tarih bir milletin kanını, varlığını hiçbir zaman inkar edemez. 1919

Bütün ümidim gençliktedir. 1919

Bizim görüşümüz -ki halkçılıktır-kuvvetin, kudretin, egemenliğin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. 1920

Adalet gücü bağımsız olmayan bir milletin, devlet halinde varlığı kabul olunamaz. 1920

Büyük Türk ordusu! Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz ve daha sağlam bir askere rastgelinmemiştir. 1921

Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. 1921

Hiçbir zafer amaç değildir. Zafer, ancak kendisinden daha büyük bir amacı elde etmek için belli başlı bir vasıtadır. 1921

Millete efendilik yoktur. Hizmet vardır. Bu millete hizmet eden onun efendisi olur. 1921

Basın milletin müşterek sesidir. Başlıbaşına bir kuvvet, bir okul, bir öncüdür. 1922

Tam bağımsızlık, ancak ekonomik bağımsızlıkla mümkündür. 1922

Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle taarruz, hiç taarruz etmemekten daha fenadır. 1922

Bayrak bir milletin bağımsızlık alametidir. Düşmanın da olsa hürmet etmek lazımdır. 1922

Eğitim işlerinde behemahal muzaffer olmak lazımdır. Bir milletin hakiki kurtuluşu ancak bu surette olur. 1922

Her çiftçi ailesinin geçineceği ve çalışacağı toprağa sahip olması mutlaka lazımdır. Vatanın sağlam temeli ve bayındır hale getirilmesi bu esastadır. 1922

"Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkar olunamaz" kaidesi adalet sistemimizin temel taşıdır. 1922

Türkiye' nin gerçek efendisi, hakiki üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah, saadet ve servete müstehak olan köylüdür. 1922

Okulun vereceği ilim ve irfan sayesindedir ki Türk Milleti, Türk Sanatı, Ekonomisi, Türk Şiir ve Edebiyatı bütün güzellikleriyle gelişir. 1922

Okul, genç beyinlere insalığa saygıyı, millet ve ülkeye sevgiyi, bağımsızlık onurunu öğretir. 1922

Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman tam bağımsızlık dediğimizi herkesin anlaması gerekir. 1923

Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir. 1923

Siyasi, askeri zaferler ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner. 1923

Memleket mutlaka modern medeni ve yeni olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır. 1923

Yeni Türkiye Devleti temellerini süngüyle değil, süngünün de dayandığı ekonomi ile kuracaktır. Yeni Türkiye Devleti cihangir bir devlet olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye Devleti bir ekonomi devleti olacaktır. 1923

Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki tekniğin gerektirdiği şeyleri yapmaz, itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur. 1923

Devrim yasası, eldeki yasaların üstündedir. Bizi öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki akımı boğmadıkça, başladığımız devrim ve yenilik bir an bile durmayacaktır. Bizden sonraki dönemlerde de böyle olacaktır. 1923

Büyük başarılar, değerli anaların yetiştirdikleri seçkin çocukların yardımıyla meydana gelir. 1923

Toplumdaki başarısızlığın sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ihmal ve kusurdan doğmaktadır. 1923

Kadınlarımız erkeklerden daha çok aydın, daha çok verimli, daha çok bilgili olmak zorundadırlar. 1923

Hiçbir şeye ihtiyacımız yok, yalnız bir şeye ihtiyacımız vardır; çalışkan olmak! 1923

Bizim dinimiz, ulusumuza, değersiz, miskin ve aşağı olmayı salık vermez. Tersine Allah da, Peygamber de insanların ve ulusların onur ve şereflerini korumalarını buyuruyor. 1923

Kılıç ve saban; bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima mağlup oldu. 1923

Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. 1923

Bu memleket dünyanın beklemediği, asla umut etmediği ayrıcalıklı bir varoluşa sahne oldu. Bu sahne en az 7 bin senelik bir Türk beşiğidir. Beşik doğanın rüzgarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk doğanın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk doğanın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvela korkar gibi oldu sonra onlara alıştı; Onların oğlu oldu. Birgün o doğa çocuğu, Doğa oldu; şimşek, yıldırım, güneş oldu; Türk oldu... Türk budur. YIldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.

Dünyada herşey için, medeniyet için, hayat için, başarı için, en hakiki mürşit bilimdir, fendir. 1924

Bütün dünya bilsin ki, benim için bir yandaşlık vardır: Cumhuriyet yandaşlığı, düşünsel ve toplumsal devrim yandaşlığı. Bu noktada yeni Türkiye topluluğunda, bir bireyi bunun dışında düşünmek istemiyorum. 1924

Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmadıkça savaş bir cinayettir. 1924

Türk milletinin istidatı ve kati kararı medeniyet yolunda durmadan, yılmadan ilerlemektir. 1924

Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare, cumhuriyet idaresidir. 1924

Yeni kuşak, en büyük cumhuriyetçilik dersini bugünkü öğretmenler topluluğundan ve onların yetiştirecekleri öğretmenlerden alacaktır. 1924

Öğretmenler! Cumhuriyet, fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek karakterli muhafızlar ister. Yeni nesli bu özellik ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir. 1924

Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. 1925

Zafer "Zafer benimdir" diyebilenindir. Başarı "Başaracağım" diye başlayanın ve "Başardım" diyebilenindir. 1925

Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre malik olmak, seçtiği dinin icaplarını yapmak ve yapmamak hak ve hürriyetlerine maliktir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz. 1925

Tüketici yaşamak iyi değildir. Üretici olalım. 1925

Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün mana ve biçimiyle uygar bir toplum haline değiştirmektir. 1925

Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca, hürriyet ve istiklale sembol olmuş bir milletiz. 1927

Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. 1927

Bomba sırtı olayı (14 Mayıs 1915) çok önemli ve Dünya savaş tarihinde eşine rastlanması mümkün olmayan bir olaydır. Karşılıklı siperler arası 8 metre, yani ölüm kesin. Birinci siperdekilerin hepsi kurtulmamacasına düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerlerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğuk kanlılıkla biliyormusunuz? Bomba, şarapnel, kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur' an-ı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenlerse Kelime-i şahadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak cehennem gibi kaynıyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebriğe değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale savaşlarını kazandıran bu yüksek ruhtur.

BURSA NUTKU

        TÜRK GENCİ İNKILÂPLARIN VE REJİMİN SAHİBİ VE BEKÇİSİDİR. BUNLARIN LÜZUMUNA, DOĞRULUĞUNA HERKESTEN ÇOK İNANMIŞTIR. REJİMİ VE İNKILÂPLARI BENİMSEMİŞTİR. BUNLARI ZAYIF DÜŞÜRECEK EN KÜÇÜK VEYA EN BÜYÜK BİR KIPIRTI, BİR HAREKET DUYDU MU: BU MEMLEKETİN POLİSİ VARDIR, JANDARMASI VARDIR, ORDUSU VARDIR DEMEYECEKTİR. HEMEN MÜDAHALE EDECEKTİR VE KENDİSİ ESERİNİ KORUYACAKTIR. POLİS GELECEKTİR, ASIL SUÇLULARI BIRAKIP SUÇLU DİYE ONU YAKALAYACAKTIR, MAHKEME ONU MAHKÛM EDECEKTİR. YİNE DÜŞÜNECEK: DEMEK ADLİYEYİ DE ISLÂH ETMEK, REJİME GÖRE DÜZENLEMEK LÂZIM DİYECEK. ONU HAPSE ATACAKLAR; KANUN YOLUNDAN İTİRAZINI YAPMAKLA BERABER, MECLİSE TELGRAFLAR YAĞDIRIP HAKLI VE SUÇSUZ OLDUĞU İÇİN TAHLİYESİNE ÇALIŞILMASINI, KAYRILMASINI İSTEMEYECEK, DİYECEK Kİ: BEN İMAN VE KANAATİMİN İCABINI YAPTIM. MÜDAHALE VE HAREKETİMDE HAKLIYIM. EĞER BURAYA HAKSIZ GİRMİŞ İSEM, BU HAKSIZLIĞI MEYDANA GETİREN SEBEP VE AMîLLERİ DÜZELTMEK DE BENİM VAZİFEMDİR.


İŞTE BENİM ANLADIĞIM TÜRK GENCİ...

ONUNCU YIL NUTKU

TÜRK MİLLETİ!

KURTULUŞ SAVAŞI'NA BAŞLADIĞIMIZIN ONBEŞİNCİ YILINDAYIZ. BUGÜN CUMHUTİYETİMİZİN ONUNCU YILINI DOLDURDUĞU EN BÜYÜK BAYRAMDIR.

KUTLU OLSUN!
BU ANDA BÜYÜK TÜRK MİLLETİ'NİN BİR FERDİ OLARAK BU KUTLU GÜNE KAVUŞMANIN EN DERİN SEVİNCİ VE HEYECANI İÇİNDEYİM.

YURTTAŞLARIM!

AZ ZAMANDA ÇOK VE BÜYÜK İŞLER YAPTIK. BU İŞLERİN EN BÜYÜĞÜ, TEMELİ TÜRK KAHRAMANLIĞI VE YÜKSEK TÜRK KÜLTÜRÜ OLAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ'DİR.

BUNDAKİ MUVAFFAKİYETİ TÜRK MİLLETİ'NİN VE ONUN DEĞERLİ ORDUSUNUN BİR VE BERABER OLARAK AZİMKÂRANE YÜRÜMESİNE BORÇLUYUZ.

FAKAT YAPTIKLARIMIZI ASLA KÂFİ GÖREMEYİZ. ÇÜNKİ DAHA ÇOK VE DAHA BÜYÜK İŞLER YAPMAK MECBURİYETİNDE VE AZMİNDEYİZ. YURDUMUZU DÜNYANIN EN MAMUR VE EN MEDENî MEMLEKETLERİ SEVİYESİNE ÇIKARACAĞIZ. MİLLETİMİZİ EN GENİŞ REFAH, VASITA VE KAYNAKLARA SAHİP KILACAĞIZ. MİLLî KÜLTÜRÜMÜZÜ MUASIR MEDENİYET SEVİYESİNİN ÜSTÜNE ÇIKARACAĞIZ.

BUNUN İÇİN, BİZCE ZAMAN ÖLÇÜSÜ GEÇMİŞ ASIRLARIN GEVŞETİCİ ZİHNİYETİNE GÖRE DEĞİL, ASRIMIZIN SÜRAT VE HAREKET MEFHUMUNA GÖRE DÜŞÜNÜLMELİDİR. GEÇEN ZAMANA NİSPETLE, DAHA ÇOK ÇALIŞACAĞIZ. DAHA AZ ZAMANDA, DAHA BÜYÜK İŞLER BAŞARACAĞIZ. BUNDA DA MUVAFFAK OLACAĞIMIZA ŞÜPHEM YOKTUR. ÇÜNKİ, TÜRK MİLLETİ'NİN KARAKTERİ YÜKSEKTİR. TÜRK MİLLETİ ÇALIŞKANDIR. TÜRK MİLLETİ ZEKİDİR. ÇÜNKİ TÜRK MİLLETİ MİLLî BİRLİK VE BERABERLİKLE GÜÇLÜKLERİ YENMESİNİ BİLMİŞTİR. VE ÇÜNKİ, TÜRK MİLLETİ'NİN YÜRÜMEKTE OLDUĞU TERAKKİ VE MEDENİYET YOLUNDA, ELİNDE VE KAFASINDA TUTTUĞU MEŞALE, MÜSPET İLİMDİR. ŞUNU DA EHEMMİYETLE TEBARÜZ ETTİRMELİYİM Kİ, YÜKSEK BİR İNSAN CEMİYETİ OLAN TÜRK MİLLETİ'NİN TARİHî BİR VASFI DA, GÜZEL SANATLARI SEVMEK VE ONDA YÜKSELMEKTİR. BUNUN İÇİNDİR Kİ, MİLLETİMİZİN YÜKSEK KARAKTERİNİ, YORULMAZ ÇALIŞKANLIĞINI, FITRî ZEKASINI, İLME BAĞLILIĞINI, GÜZEL SANATLARA SEVGİSİNİ, MİLLî BİRLİK DUYGUSUNU MÜTEMADİYEN VE HER TÜRLÜ VASITA VE TEDBİRLERLE BESLEYEREK İNKİŞAF ETTİRMEK MİLLî ÜLKÜMÜZDÜR.

TÜRK MİLLETİ'NE ÇOK YARAŞAN BU ÜLKÜ, ONU, BÜTÜN BEŞERİYETE HAKİKî HUZURUN TEMİNİ YOLUNDA, KENDİNE DÜŞEN MEDENî VAZİFEYİ YAPMAKTA, MUVAFFAK KILACAKTIR.

BÜYÜK TÜRK MİLLETİ, ON BEŞ YILDAN BERİ GİRİŞTİĞİMİZ İŞLERDE MUVAFFAKİİYET VAAD EDEN ÇOK SÖZLERİMİ İŞİTTİN. BAHTİYARIM Kİ, BU SÖZLERİMİN HİÇBİRİNDE, MİLLETİMİN HAKKIMDAKİ İTİMADINI SARSACAK BİR İSABETSİZLİĞE UĞRAMADIM.

BUGÜN, AYNI İNAN VE KATİYETLE SÖYLÜYORUM Kİ, MİLLî ÜLKÜYE, TAM BİR BÜTÜNLÜKLE YÜRÜMEKTE OLAN TÜRK MİLLETİ'NİN BÜYÜK MİLLET OLDUĞUNU BÜTÜN MEDENî ÂLEM, AZ ZAMANDA BİR KERE DAHA TANIYACAKTIR.

ASLA ŞÜPHEM YOKTUR Kİ, TÜRKLÜĞÜN UNUTULMUŞ BÜYÜK MEDENî VASFI VE BÜYÜK MEDENî KABİLİYETİ, BUNDAN SONRAKİ İNKİŞAFIYLA, ÂTİNİN YÜKSEK MEDENİYET UFKUNDA YENİ BİR GÜNEŞ GİBİ DOĞACAKTIR.

TÜRK MİLLETİ!

EBEDİYETE AKIP GİDEN HER ON SENE DE, BU BÜYÜK MİLLET BAYRAMINI DAHA BÜYÜK ŞEREFLERLE, SAADETLERLE HUZUR VE REFAH İÇİNDE KUTLAMANI GÖNÜLDEN DİLERİM.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!

Mustafa Kemal ATATÜRK

ATATÜRK’ÜN YAZDIĞI ESERLER

TAKIMIN MUHAREBE EĞİTİMİ
("Takımın Muharebe Talimi"-1908)

        Bu kitap; Berlin Askeri Üniversitesi eski müdürlerinden General Litzmann'ın "Seferber Mevcudunda Takım, Bölük ve Taburun Muharebe Talimleri" adlı eserinin ilk bölümünü oluşturmakta olup, Selanik'te 3.Ordu Karargahı'nda görevli, Kurmay Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal tarafından Almanca'dan Osmanlıca diline çevrilmiş ve 1908 yılında Selanik Asır Matbaasında basılmıştır.

        Kitabın özü; seferi tam mevcutlu bir takımın, değişik hava şartları ve çeşitli arazide, basit bir mesele içinde muharebe yöntemlerinin uygulaması, avcı hattı teşkiliyle bir avcı hattının ateş muharebesi üzerinde toplanmaktadır.

        Mustafa Kemal Paşa, subayların arazide yetiştirilmesini amaçlayan tatbikatın, önemini vurgulayan bu eserini, 1911 yılında 5. Kolordu Harekat Şube Müdürü iken yazmıştır. Bu eserde, karşılıklı olarak kırmızı ve mavi muharebe birliklerinin Selanik-Kılkış arasında yaptıkları savunma ve taarruz uygulamalarının değerlendirilmesi yapılmıştır.


CUMALI ORDUGAHI
("Cumalı Ordugâhı"-1909)

        Cumalı Ordugahı; Makedonya bölgesinde, Köprülü - İştip yolu üzerinde bulunmaktadır. Bu ordugahta, 3. Süvari Tümen Komutanı Tuğgeneral Suphi Paşa'nın komutası altında kurulan bir süvari tugayına eğitim ve manevra yaptırılmıştır. Bu manevraya katılan Mustafa Kemal, "Cumalı Ordugahı" adlı eserini yazmış; süvari, bölük, alay, tugay eğitim ve manevralarını anlatmıştır.

        Mustafa Kemal bir kurmay subay olarak teorik bilgilere önem vermekte, ancak askeri tatbikat ve manevralardan sadece katılanların yararlanmasını yeterli görmemektedir. Bu yüzden, 10 gün süren bu tatbikat sırasında tututuğu gözlem notlarını, hazırlanan meseleleri ve komutanların yaptıkları eleştirileri yazmış, bol kroki ile küçük bir broşür haline dönüştürmüştür. 12 Eylül 1909'da tamamladığı bu eseri, Selanik'te 1909 yılında matbaa harfleriyle basılmıştır. Eser; 39 sayfa metin ve 7 adet krokiden oluşmaktadır.


TAKTİK VE TATBİKAT GEZİSİ
("Tâbiye Tatbikat Seyahatı"-1911)

        Bu eserinde, bir muharebeyi sevk ve idarede belirli kuralların olamadığını vurgulaması yanında, komutan olan kişinin nitelikleri üzerinde de durmuştur. Bunlar ise; birliğini barışta ve savaşta eğitmek, yönetmek ve gözetmekteki üstün başarı, elindeki kuvvetin eksikliğini giderecek düşünce gücü ve astlarından her konuda üstünlüğü sağlamaktır. Bunun yanında, kişisel cesaret, başkalarının hareketini önceden seziş ve harekatını en uygun zamanda yapabilme yeteneği olmalıdır. Ortak amacın gerçekleştirilebilmesi için birliklerini başarılı bir şekilde yönetmeli, astları üzerinde etkili olmalı ve otoritesini kurabilmelidir.

        Bu eserde ayrıca bir komutanın başarılı olabilmesi için bu kuralları sadece okumuş ve öğrenmiş olmanın yeterli olamadığı, bunların tatbikatının da önemi belirtilmiştir.


BÖLÜĞÜN MUHAREBE EĞİTİMİ
("Bölüğün Muharebe Talimi"-1912)

        "Bölük Muharebe Eğitimi" olarak yayınlanan eser, meskun yerlerde muharebe, savunma ve taarruz konularını kapsamaktadır. Meskun yerlerin sınırlayıcı durumlarının muharebeye etkisi, savunma mevziinin seçimi, savunma mevziinin hazırlanması, ateş sahalarının temizlenmesi, ateş taksimi, ateş tutmayan ölü bölgelerin kapatılması ve mevziin işgali gibi savunmanın esasını oluşturan konular işlenmiştir. Ayrıca taarruzda birliğin aldığı tertip ve düzen, ilerleme, ateş üstünlüğü, ihtiyatların kullanılması gibi taarruz harekatında her zaman karşılaşılacak konular ele alınmıştır.

        Genç Kurmay Önyüzbaşı Mustafa Kemal (Atatürk) tarafından, Almanca aslından tercüme edilen ve bağlı olduğu ordunun eğitimine katkısı olan bu eserden yeni nesillerin de faydalanabilmeleri için bugünkü Türkçe'ye çevrilmiştir.


TAKTİK MESELESİNİN ÇÖZÜMLENMESİ VE EMİRLERİN YAZILIŞ ŞEKLİNE YÖNELİK BROŞÜR.
(“Tabiye meselesinin halline ve emirlerin yazıIış şekline dair broşür”-1916)

        Edirne’de bulunan 16.kolordu komutanlığına atana M.Kemal'in 1916 yılında kaleme aldığı küçük bir kitapçıktır. 1916 yılında Edirne’de yayınlanmıştır. Kitabın kaleme alınış amacı tüm ast birlik komutanlarını emirlerin yazılması ve incelenmesi konusunda bilgilendirmektir. Kitapta bir emrin açık, sade, anlaşılır ve amacına uygun olarak nasıl yazılacağı örneklerle en ince ayrıntısına kadar anlatılmaktadır.


SUBAY VE KOMUTAN İLE KONUŞMALAR
("Zâbit ve Kumandanla Hasbihal"-1918)

        "Subay ve Komutan ile Konuşmalar" Atatürk'ün askerliğe ilişkin eserlerinin en önemlilerinden birisidir. Bu eser, Atatürk, 1914 yılında Kurmay Yarbay rütbesiyle Sofya askeri Ataşesi olarak bulunduğu sırada, Nuri conker'in "Zabit ve Kumandan (Subay ve Komutan)" adlı kitabına karşılık olarak yazılmıştır.

        Genç subayın, içinde bulunduğu ordudaki aksaklıkları, hataları nasıl sezdiğini; bunlara karşı tepkisiz kalmayarak üst makamlara hatalar ve çözüm yollarını nasıl sunduğunu; ülkenin içinde bulunduğu askeri ve siyasal durumdan duyduğu acıları kitabın birinci bölümünde bulmaktayız.

        Atatürk, bir subayın taşıması gereken özveri, ölümü göze alma, emri altındakileri sevk ve idare edebilme, taarruz ruhu, insiyatif özellikleri hakkında, Nuri Conker'in görüşlerine katılmış ve kendi düşüncelerini de çeşitli örneklerle destekleyerek açıklamıştır.

        Bunların yanı sıra, Türk kadınının, aslında toplumu yaratmada çok etkili olabilecekken, suskunluğu seçtiğini bütün açıklığıyla ortaya koymaktan kendini alamamıştır. Türk ulusu hakkında ise "kuşkusuz bizim ulusumuzun karakteri de bütün karakterler gibi yükselmeye ve istenen şekle girmeye elverişlidir. Fakat kendi kendisine olmak koşuluyla..."dedikten sonra, dışardan ulusumuzun karakterine yapılmak istenen etkilerin amacına ulaşamayacağını vurgulamıştır.

        Subaylarda ve erlerdeki inisiyatif özelliğine eserinde geniş bir bölüm ayıran Atatürk, kendi dönemindeki ile daha önceki dönemlerde Osmanlı ordusunu kıyaslamıştır. Özellikle Trablusgarp Savaşı'nda edindiği deneyimler ile kendiliğinden hareket ve iş görme özelliğinin, olması gereken sınırını göstermiştir.

        Atatürk, eserin son bölümünde, Kuzey Afrika'da birlikte çarpıştığı korkusuz ve yiğit silah arkadaşlarını anmış ve onları "yüksek askerlik niteliklerine" sahip insanlar olarak tanımlamıştır. Bu davranışı O'nun diğer bütün üstünlüklerinin yanı sıra insancıl yönüne de tanıklık eder.


NUTUK (1927)

        Yurdumuzun parçalanıp, işgal edildiği günlerden başlayarak, Türk tarihinde bir dönüm noktası olan İstiklal Savaşı'nı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve inkılapların yapılışını anlatan Nutuk, siyasi ve milli tarihimizin birinci elden, değerli bir kaynak eseridir.

        Atatürk'ün kendi kaleminden çıkan bu eser, yine Atatürk tarafından, Cumhuriyet Halk Partisi'nin 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında Ankara'da toplanan İkinci Kurultayı'nda 36,5 saat süren ve altı günde okunan tarihi bir hitabeye dayandığı için Nutuk adını almıştır.

        Nutuk yalnız geçmiş devrin bir hikayesi olarak dünümüzü anlatmakla kalmayıp, yakın tarihimizden alınan ibret dolu tecrübelerle, milli varlığımızın bugününe de yarınına da ışık tutabilen bir değer taşımaktadır.

        Nutuk, milleti ülkenin geleceğini belirleyecek olan milli birlik ilkesi etrafında bilinçlendirip, kenetlendirerek, milli irade ve milli hakimiyet kavramlarının harekete dönüştürülmesi yoluyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşundan Cumhuriyetin ilanına kadar uzanan başarılı bir tarihi akışın hikayesidir.

        Nutuk ilk defa 1927 yılında, biri asıl metin, diğeri belgeler olmak üzere Arap harfleriyle iki cilt olarak yayınlanmıştır. Aynı yıl, tek cilt halinde lüks bir baskısı da yapılmıştır. Yazı inkılabından sonra, bu ilk metnin okunması güçleştiğinden, 1934 yılında, Milli Eğitim Bakanlığınca üç cilt olarak yeniden basılmıştır. Nutuk, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezince yeniden basılmıştır.


GEOMETRİ KİTABI (1937)

        Atatürk bu kitabı ölümünden birbuçuk yıl önce III. Türk Dil Kurultayından hemen sonra 1936-1937 yılı kış aylarında Dolmabahçe Sarayında kendi eliyle yazmıştır. Atatürk Arapça ve Farsça terimlerle dolu ders kitaplarının öğrenciler açısından öğrenimi geciktireceğini düşünmüştü. Bu amaçla geometri derslerinde ele alınan konulara ait tüm terimleri tek tek gözden geçirmiş ve arapça, farsça kökenli bu terimlere Türkçenin yazım kurallarını da dikkate alarak yeni isimler türetmiştir. (ÖRNEK : üçgen, beşgen, kare, yamuk vs.) Ardından yapmış olduğu bu çalışmayı dil bilimcilerin onayına sunmuş, onayı takiben geometri derslerinde öğretmenler tarafından kullanılmak üzere bastırılarak öğretmenlere dağıtılmıştır. Günümüzde geometri öğretiminde kullanılan Türkçe kökenli terimlerin hemen tamamı Atatürk’ün ürettiği terimlerdir.

MEDENİ BİLGİLER

        Bu eserde; Atatürk’ün vatandaşlık hak ve görevleri hakkındaki düşünceleri Prof.Dr. Afet İNAN tarafından kaleme alınmıştır. 1931 yılında ilk defa yayınlanan bu eser, 1988 yılında Atatürk’ün 50. ölüm yıldönümü vesilesiyle kendi el yazılarıyla belgelendirilerek yeniden yayınlanmıştır. Bu kitaptaki görüş ve değerlendirmeler tamamen Atatürk’e aittir. Kitabın yazılış amacı değişik eğitim ve öğretim kurumlarında okutulan çeşitli derslerde kaynak kitap olarak kullanılmasıdır. Medeni Bilgiler kitabında, çağdaş devlet, toplum ve insan tipinin sahip olması gereken milli ve evrensel değerler anlatılmaktadır.

ATATÜRK’ÜN RÜTBE YÜKSELME TARİHLERİ

TEĞMEN ( 1317-PİYADE.8 )         : 10 ŞUBAT 1902

ÜSTEĞMEN                                     : 1903

YÜZBAŞI (KURMAY)                     : 11 OCAK 1905

KOLAĞASI (KIDEMLİ YÜZBAŞI) : 20 HAZİRAN 1907

BİNBAŞI                                           : 27 KASIM 1911

YARBAY                                            : 1 MART 1914

ALBAY                                               : 1 HAZİRAN 1915

MİRLİVA (TÜMGENERAL)            : 1 NİSAN 1916

ASKERLİKTEN İSTİFA                 : 8 TEMMUZ 1919 (ERZURUM KONGRESİ ÖNCESİ)

ASKERLİĞE GERİ DÖNÜŞ         : 5 AĞUSTOS 1921 (BAŞKOMUTANLIK GÖREVİYLE)

MAREŞAL (MÜŞİR)                      : 19 EYLÜL 1921

 

* BEŞİNCİ RÜTBEDEN MECİDİ NİŞANI ( 25 ARALIK 1906 )

* DÖRDÜNCÜ RÜTBEDEN OSMANİ NİŞANI (6 KASIM 1913 )

* FRANSA LEJYON DONÖR NİŞANI ( 11 MART 1914 )

* ÜÇÜNCÜ RÜTBEDEN OSMANİ NİŞANI ( 1 ŞUBAT 1914 )

* BULGARİSTAN ST.ALEXANDR NİŞANI KOMANDÖR RÜTBESİ (23 MART 1915 )

* GÜMÜŞ İMTİYAZ MADALYASI ( 30 NİSAN 1915 )

* HARP MADALYASI ( 15 TEMMUZ 1915 )

* MUHAREBE GÜMÜŞ LİYAKAT MADALYASI ( 1 EYLÜL 1915 )

* ALMAN DEMİR HAÇ NİŞANI ( 28 ARALIK 1915 )

* MUHAREBE ALTIN LİYAKAT MADALYASI ( 17 OCAK 1916 )

* AVUSTURYA-MACARİSTAN ÜÇÜNCÜ RÜTBEDEN MUHAREBE LİYAKAT MADALYASI ( 27 TEMMUZ 1916 )

* İKİNCİ RÜTBEDEN MECİDİ NİŞANI ( 12 ARALIK 1916 )

* İKİNCİ RÜTBEDEN OSMANİ NİŞANI ( 1 ŞUBAT 1917 )

* ALMAN BİRİNCİ, İKİNCİ DEMİR HAÇ NİŞANLARI ( 9 EYLÜL 1917 )

* AVUSTURYA-MACARİSTAN İKİNCİ RÜTBEDEN MUHAREBE LİYAKAT MADALYASI ( 9 EYLÜL 1917 )

* BİRİNCİ RÜTBEDEN KILIÇLI MECİDİ NİŞANI ( 16 ARALIK 1917 )

* BİRİNCİ RÜTBEDEN ALMAN KRON DÖ PRUS NİŞANI (19 ŞUBAT 1918 )

* FAHRİ YAVER PAYESİ VERİLMESİ ( 23 EYLÜL 1918 )

* TBMM TARAFINDAN GAZİLİK ÜNVANI VERİLMESİ (19 EYLÜL 1921 )

* ALİYÜLALA NİŞANI VERİLMESİ ( AFGANİSTAN TARAFINDAN ) ( 27 MART 1913 )

* YEŞİL ( CEPHE GERİSİ HİZMET) VE KIRMIZI ( CEPHE HİZMETİ ) ŞERİTLİ İSTİKLAL MADALYASI ( 21 KASIM 1923 ).

ATATÜRK İLE İLGİLİ BELGELER

ATATÜRK’ÜN ÜÇÜNCÜ ORDU MÜFETTİŞLİĞİNE (SAMSUN’A) GÖREVLENDİRİLME EMRİ (EK-BELGE)

ATATÜRK VE ARKADAŞLARI HAKKINDA VERİLEN İDAM FETVASI

ATATÜRK VE ARKADAŞLARI HAKKINDA PADİŞAHÇA VERİLEN İDAM FERMANI (EK-BELGE)

ANKARA MÜFTÜSÜ RIFAT (BÖREKÇİ) EFENDİ’NİN KARŞI FETVASI

YUNANLILAR TARAFINDAN HALKA DAĞITILAN SAHTE ATATÜRK FOTOĞRAFI

ATATÜRK’E BAŞKOMUTANLIK VERİLMESİ HAKKINDA KANUN

ATATÜRK’E GAZİLİK UNVANI VE MAREŞAL RÜTBESİ VERİLMESİ HAKKINDA KANUN

KEMAL ÖZ ADLI CUMHURREİSİMİZE ATATÜRK SOYADI VERİLMESİ HAKKINDA KANUN

ATATÜRK HAKKINDA İŞLENEN SUÇLAR HAKKINDA KANUN

KURTULUŞ SAVAŞI
 

KUVA-YI MİLLİYE

a) Kuva-yı Milliye Birliklerinin Özellikleri:

   İlk kez Yunan işgaline karşı Batı Anadolu'da kurulmuştur.

   Kuva-yı Milliye bölgesel olarak kurulmuş, bulundukları bölgeleri kurtarmayı amaçlamışlardır.

   Kuva-yı Milliye’de “Türklük” duygusu hakim olmuştur.

   Kuva-yı Milliye, ulusal bilincin uyandırılmasında etkili olmuştur.

   Kuva-yı Milliye, TBMM'ye karşı çıkan bazı ayaklanmaları bastırmıştır.

   Kuva-yı Milliye daha sonra kaldırılarak Düzenli Ordu kurulmuştur (8 Ekim 1920).

 

b) Kuva-yı Milliye'nin Kaldırılmasının Nedenleri:

   Askerlik tekniğini yeteri kadar iyi bilmemeleri, dağınık, düzensiz olarak mücadele etmeleri.

   Düzenli düşman ordularını durduracak güçten yoksun olmaları.

   Halktan zorla para ve malzeme toplamaları.

   Suçlu buldukları kimseleri yargılamaları.

   TBMM'nin aldığı bazı kararlara karşı gelmeleri.

  

AMİRAL BRISTOL RAPORU (13 Ekim 1919)

 

   Yunan işgaline karşı direniş cemiyetlerinin kurulması İtilaf Devletleri tarafından hayretlikle karşılanmıştır.

   Avrupa basınında Türkler lehine yazılar yazılmaya başlanmıştır.

   İtilaf Devletleri durumu incelemek için işgal bölgesine bir komisyon göndermiştir.

  

    Amerika Delegesi Amiral Bristol aşağıdaki raporu hazırlamıştır:

   İzmir ve çevresindeki hristiyan halka işkence yapıldığına dair Paris Konferansı’na yanlış bilgi verilmiştir. Bu bilgiyi veren devletler ve kişiler sorumludur.

   İşgalden sonra Batı Anadolu’da yapılan katliamlardan Yunanlar sorumludur.

   Yunan askerleri geri çekilmeli ve yerlerine İtilaf devletlerinin kuvvetleri gönderilmelidir.

   İzmir ve çevresinde Türk halkının nüfusu fazladır. Bu nedenle burasının Yunanlar’a verilmesi sözkonusu olamaz.

 

Amiral Bristol Raporu’nun Önemi:

   Türkler’in katliam yaptığı haberleri tarafsız bir devlet tarafından yalanlanmıştır.

   Rumlar’ın Ege Bölgesi’nde çoğunlukta olduğu iddiasının yalan olduğu ispatlanmıştır.

   İşgalin haksız olduğu dünya kamuoyuna bildirilmiştir.

   Ege Bölgesi’ndeki Türkler’in Yunanistan’a katılmayı kabul etmeyeceği belirtilmiştir.

KURTULUŞ SAVAŞI (Hazırlık Dönemi)

 

Mustafa Kemal'in Karakteri

 

            Vatanseverdir, mantıklıdır, idealisttir, gerçeği arama gücüne sahiptir, çok yönlüdür, yöneticidir, ileri görüşlüdür, gurura ve ümitsizliğe yer vermez.

 

 Mustafa Kemal'in Yaptığı Görevler

 

            M.Kemal 1905 yılında Kurmay Yüzbaşı olmuştur.

            Trablusgarp Savaşı’nda gönüllü olarak savaşmış, bu savaştan sonra Binbaşı olmuştur.

            Balkan Savaşları sırasında Çanakkale Boğazı’nı koruyan kuvvetlerin Şube Müdürlüğü görevini üstlenmiştir.

            Balkan Savaşları’ndan sonra Sofya Ateşeliği’ne getirilmiştir.

            I.Dünya Savaşı’nda Tekirdağ’da 19.Tümen Komutanlığı görevine atanmıştır.

            Çanakkale Cephesi’nde; Anafartalar, Conkbayırı ve Kocaçimen’de başarılar elde etmiştir.

            Çanakkale Savaşı’nda albaylığa savaştan sonra da generalliğe (paşalığa) yükselmiştir.

            Kafkas Cephesi’nde Muş ve Bitlis’i Ruslar’dan geri almıştır.

            Güney (Suriye) Cephesi’ne 7.Ordu Komutanı olarak atanmıştır.

            Filistin Cephesi’nde Yıldırım Orduları Komutanlığı’na atanmıştır (1918).

            Samsun ve çevresindeki Türk halkı ile Rum çeteleri arasındaki olayları incelemek için 9.Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gönderilmiştir (16 Mayıs 1919).

 

 Mustafa Kemal'in İstanbul'a Gelişi

 

            M.Kemal’in Mondros Antlaşması’nın hükümlerine karşı çıkması üzerine İstanbul Hükümeti, Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı kaldırarak M.Kemal’i İstanbul’a çağırmıştır.

            M.Kemal, İstanbul’da işgalci devletlerin donanmasını görünce; “Geldikleri gibi giderler”, diyerek, kurtuluşa olan inancını belirtmiştir.

            M.Kemal, Ahmet İzzet Paşa’nın Kabinesi’nde Harbiye Nazırı (Savunma Bakanı) olmak için gayret gösterdiyse de bunda başarılı olamamıştır.

            M.Kemal, Sultan Vahdettin’e de düşüncelerini anlatmak istemiş, fakat Padişah’ın bir şey yapamayacağını anlamıştır.

            M.Kemal İstanbul’da kaldığı süre içerisinde arkadaşlarına Mondros’un hükümlerine uymamalarını söylemiştir.

            M.Kemal İstanbul’da yapılabilecek bir şey olmayınca Anadolu’ya geçmenin yollarını aramıştır.

 

Mustafa Kemal'in Samsun'a Çıkışı

 

            Samsun ve çevresinde Pontus Rum çeteleri Türkler’e saldırmıştır.

            İngilizler Avrupa kamuoyunu yanıltarak, saldırıların Türkler tarafından gerçekleştirildiğini bildirmiştir.

            İngiltere, Samsun ve çevresinin silahsızlandırılmasını, yoksa, bu bölgeyi işgal edeceğini söylemiştir.

            İngilizler’in baskıları sonucu Damat Ferit Paşa sadrazam olmuştur.

            M.Kemal Padişah iradesiyle 9.Ordu Müfettişliği’ne atanmıştır (30 Nisan 1919).

            M.Kemal, sivil yöneticilere de emir verme yetkisini istemiş ve bu yetkiyi almıştır.

            M.Kemal 16 Mayıs 1919’da yanındaki 17 kişi ile birlikte Samsun’a deniz yoluyla hareket etmiş ve 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşmıştır.

            M.Kemal, bölgede huzuru bozanların Rumlar olduğunu, İngilizler’in antlaşma hükümlerine uymadıklarını İstanbul Hükümeti’ne bir telgrafla bildirmiştir.

            M.Kemal, İstanbul Hükümeti’nin bir şey yapmaması üzerine millet ve orduyu bilinçlendirmek için daha güvenli olan Havza’ya geçmiştir (25 Mayıs 1919).

 

 M.Kemal’in 9.Ordu Müfettişliği’ne Atanmasını Sağlayan Etkenler

 

            M.Kemal’in İttihat ve Terakki karşıtı olması.

            M.Kemal’in, Türk ordusunun Almanlar’ın kontrolüne verilmesine karşı çıkması.

            Padişah'ın veliahtlık döneminden itibaren M.Kemal’i yakından tanıyor olması.

            M.Kemal’in daha önceki başarıları.

 

 

Mustafa Kemal
19 Mayıs 1919'da Samsun'da
karaya çıkarak Müfettişlik
görevine başladı. 25 Mayıs'ta
karargahını geçici olarak
Samsun'dan Havza'ya nakletti.
İzmir, Manisa ve Aydın'ın
işgali üzerine valiler, bağımsız
mutasarrıflar ve komutanlardan,
vatanın bütünlüğünün korunması
için işgallerin etkili bir şekilde
protesto edilmesini istedi.

 

 M.Kemal’in Samsun’daki Görevleri

 

            Bölgede güvenliğin sağlanması.

            Asayişsizliğin çıkış nedenlerinin saptanması.

            Bölgedeki silah ve cephanenin toplanması.

            Halka silah dağıtan kuruluşların ortadan kaldırılması.

 

M.Kemal Samsun’a Çıktığında Ülkeyi Kurtarmak İsteyenlerin Üç Gruba Ayrıldığını Görmüştür:

            1. İngiliz mandasını isteyenler.

            2. Amerikan mandasını isteyenler.

            3. Bölgesel kurtuluş yollarını arayan cemiyetler.

Not:      M.Kemal’in Samsun'a çıkarken kurtuluş için düşündüğü tek çare; Milli egemenliğe dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmaktır.

KURTULUŞ SAVAŞI (Hazırlık Dönemi)

GENELGELER

 

Genelge ve Kongrelerin Formülü : HABEB A SALE

 

Havza Genelgesi (28-29 Mayıs 1919)

 

   M.Kemal Havza’da hazırladığı bir genelgeyi ülkenin askeri ve mülki amirlerine bildirmek için telgraflar çekmiştir.

 

Genelgenin içeriği şunlardır:

   1. Büyük ve heyecanlı mitingler düzenlenecek ve işgaller protesto edilecek.

   2. İstanbul Hükümeti’ne protesto telgrafları çekilecek.

   3. Büyük devletlerin temsilcilerine uyarı mektupları ve telgrafları çekilecek.

   4. Mitinglerde hristiyan halka zarar verilmeyecek.

 

Havza Genelgesi'nin Önemi:

   Havza Genelgesi ile halkın milli mücadele için bilinçlenmesi sağlanmaya çalışılmıştır

   Ülkenin pek çok yerinde işgalleri protesto mitingleri düzenlenmiştir.

   İtilaf Devletleri’nin baskısıyla Harbiye Nezareti M.Kemal’i İstanbul’a çağırmıştır (8 Haziran 1919).

   M.Kemal çağrıya cevap vermemiş, ve Amasya’ya geçmiştir (12 Haziran 1919).

 

Amasya Genelgesi (22 Haziran 1919)

 

   M.Kemal bazı arkadaşlarını gizli olarak Amasya’ya çağırmış ve işgaller hakkında görüşmüştür.

   Rauf Bey, Refet Paşa, Ali Fuat Paşa, Cemal Paşa ve Kazım Karabekir’in de onayıyla Amasya Genelgesi yayınlanmıştır.

 

Genelgenin içeriği şunlardır:

   1. Vatanın bütünlüğü, milletin bağımsızlığı tehlikededir. (Gerekçe)

   2. İstanbul Hükümeti, üzerine düşen görevi yerine getirememektedir. Bu durum milletimizi yok durumuna düşürmektedir.

   3. Milletin geleceğini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır. (Amaç ve yöntem)

   4. Her türlü etki ve denetimden uzak bir kurul oluşturulmalıdır. (Temsil Kurulu)

   5. Anadolu’nun en güvenilir yeri olan Sivas’ta milli bir kongre düzenlenmeli, bunun için de her bölgeden üç delege Sivas’ta olacak şekilde yola çıkmalıdır.

   6. Delegelerin seçimlerini Redd-i İlhak, Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri ve belediyeler yapacaktır.

   7. Doğu illeri için 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır.

   8. Mevcut askeri ve milli örgütler kesinlikle dağıtılmayacak, komuta bırakılmayacak ve başkalarına teslim edilmeyecek.

   9. Bu genelge sır olarak tutulmalı ve delegeler kimliklerini gizli tutarak seyahat etmelidirler.

 

Amasya Genelgesi'nin Önemi:

   Türk İnkılabı’nın İhtilal Safhası başlamıştır.

   Kurtuluş Savaşı’nın gerekçesi, amacı ve yöntemi belirlenmiştir.

   İlk kez milli egemenliğe dayalı bir yönetimden bahsedilmiştir. (3.madde)

   İstanbul Hükümeti ilk kez yok sayılmıştır. (3.madde)

   Türk milleti hem İstanbul Hükümeti’ne hem de işgalci güçlere karşı mücadeleye çağrılmıştır.

   Kurtarıcı olarak görülen Padişah,Hilafet, manda ve himaye düşüncesinin yerini millet ve milliyetçilik düşünceleri almıştır.

   Üstü kapalı olarak Temsil Kurulu oluşturulmasından bahsedilmiştir. (4.madde)

   M.Kemal, kendisine verilen yetkiyi aşmıştır.

 

Amasya Genelgesi'nin Sonuçları:

   Genelge yayınlandıktan sonra İngilizler’in baskısı sonucu İstanbul Hükümeti M.Kemal’i görevinden alarak İstanbul’a çağırmıştır.

   M.Kemal kendisinin “padişahın iradesiyle” atandığını bildirerek zaman kazanmaya çalışmıştır.

 
  Rauf ORBAY
 
  Refet BELE
 
  Ali Fuat CEBESOY

 

Mustafa Kemal Paşa'nın geldiği günlerde Amasya'dan bir görünüm

  Kazım KARABEKİR

KONGRELER

 

Erzurum Kongresi (22 Temmuz-7 Ağustos 1919)

 

            Padişah, M.Kemal’in görevden alındığına dair buyruk çıkarmıştır ( 8 Temmuz 1919 ).

            M.Kemal, İstanbul’a aynı gün, resmi görevinden ve askerlik mesleğinden istifa ettiğini bildirmiştir.

            Hiçbir yetkisi kalmayan M.Kemal’e Kazım Karabekir, Kolordusu ile emrinde olduğunu bildirmiştir.

            Doğuda Ermeniler’e karşı Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti mücadele veriyordu.

            Ermeni tehlikesine karşı nasıl hareket edileceği konusunu belirlemek için Erzurum’da Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti tarafından Erzurum Kongresi düzenlenmiştir.

 
  26 Mart 1919'da Amasya'dan
ayrılarak Tokat - Sivas - Erzincan'dan
geçmek sureti ile 3 Temmuz'da
Erzurum'a geldi.
 

Kongrede Alınan Kararlar:

            1. Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, asla parçalanamaz.

            2. İstanbul Hükümeti, vatanın bağımsızlığını koruyamadığı takdirde, geçici bir hükümet kurulacaktır.

            3. Manda ve himaye kabul edilemez.

            4. Azınlıklara egemenliğimize engel olabilecek ayrıcalıklar verilemez.

            5. Kuva-yı Millî’yi etkili ve milli iradeyi hakim kılmak esastır.

            6. Mebusan Meclisi derhal toplanmalı ve hükümetin çalışmaları meclis tarafından kontrol edilmelidir.

Erzurum Kongresi’nin Önemi:

            Kongre bölgesel yapılmasına karşılık, alınan kararlar yönüyle ulusal bir kongre özelliğine sahip olmuştur.

            Kongrenin 1.maddesi, Misak-ı Millî’de de yer alan maddedir.

            Heyet-i Temsiliye (Temsil Kurulu) 9 kişiden oluşmuştur. Başkanı M.Kemal olmuştur.

10 Temmuz'da yapılan çağrıyı kabul
ederek  "Vilayeti Şarkiyye Müdafaayi
Hukuku Milliye Cemiyeti'nin Erzurum
şubesi başkanlığını üstlendi. 23
Temmuz'da toplanan Erzurum
Kongresi'ne başkan seçildi.
 

            Manda ve himaye ilk kez reddedilmiştir (İngiliz mandası).

            İlk kez bir hükümet kurma fikrinden bahsedilmiştir.

            Doğu Anadolu’da kurulan milli cemiyetler, Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti çatısında birleştirildi.

            Kongrede alınan kararlar Milli Mücadele’nin temelini oluşturmuştur.

 

Erzurum Kongresi’nin Sonuçları:

            Kongrenin kararları tüm yurtta sevinçle karşılanmıştır.

            İstanbul Hükümeti kongrenin meşru olmadığını ilan etmiştir.

            İşgalci güçler, olayı geçici bir isyan hareketi olarak değerlendirmişlerdir.

 
  Mustafa Kemal Erzurum
Kongresi delegeleriyle

 

 

 Birinci (28 Haziran 1919) ve

İkinci Balıkesir Kongreleri ( 26-31 Temmuz 1919)

 

            Batı Cephesi’nde Yunanlar’a karşı mücadele eden Kuva-yı Milliye’nin örgütlenmesi, sevk ve idaresi ile ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla yapılmıştır.

            Kongre, Hareket-i Milliye Redd-i İlhak adı altında toplanmıştır.

 

Kongrede Alınan Kararlar:

            1. Yunanlar’ın işgali devam ettikçe seferberlik sürecektir.

            2. Herkes askerlik göreviyle yükümlüdür.

            3. Askerden kaçanlar yakalanınca ya yurt dışına sürgüne gönderilecek ya da Yunanistan’a teslim edilecektir.

            4. Hareketi tek elden yönetmek için Merkez Heyeti kurulacaktır.

 

Balıkesir Kongrelerinin Önemi:

            Balıkesir Kongresi’nde işgalci güçlere telgraflar çekilmiştir.

            Kongre, padişaha bağlılığını bildirmiştir.

            Kongre, Sivas’a delege göndermekte çekingen davranmıştır.

            Kongre bağımsız hareket etmiştir.

 

Alaşehir Kongresi (16-25 Ağustos 1919)

 

            Balıkesir Kongresi kararlarını pekiştirmek, düzenli askeri örgütü geliştirmek amacıyla toplanmıştır.

 

Kongrede Alınan Kararlar:

            1. Yunanlar’a karşı mücadele devam edecektir.

            2. Asker ve silah ihtiyacı karşılanacaktır.

            3. Yunanlar’a karşı gerekirse İtilaf Devletleri’nden yardım istenecektir.

 

Alaşehir Kongresi’nin Önemi:

            Kongre, İstanbul Hükümeti’ne karşı çıkmıştır.

            Kongre, Sivas’a sembolik olarak katılma kararı almıştır.

            Kongre bağımsız hareket etmiştir.

            Balıkesir ve Alaşehir kongreleri Sivas Kongresi’nde örgütlenmeyi kolaylaştırmıştır.

KONGRELER

 

Sivas Kongresi ( 4-11 Eylül 1919)

 

            İstanbul Hükümeti bu kongreyi engellemek için Galip Bey’i görevlendirmiş fakat başarılı olamamıştır.

            Sivas Kongresi 38 delegenin katılımı ile toplanmıştır.

            Kongrede M.Kemal başkan seçilmiştir.

Kongrede Alınan Kararlar:

            1. Erzurum Kongresi kararları aynen kabul edilmiştir.

            2. Tüm milli cemiyetler Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilmiştir.

            3. Manda ve himaye fikri kesin olarak reddedilmiştir (ABD mandası).

            4. Temsil Kurulu’nun yetkileri tüm yurdu temsil edecek şekilde genişletilmiştir.

            5. Devletin ve milletin bağımsızlığı zedelenmemek şartıyla borç alınabileceği kabul edilmiştir.

            6. Mebusan Meclisi’nin açılması için çalışmaların devam etmesi kararlaştırılmıştır.

            7. İrade-i Milliye adlı bir gazete çıkarılmasına karar verilmiştir.

 
 

Tarihi bir sahne: Sivas Kongresi'nden bir
gece önce. Atatürk, Rauf Orbay ve Ali Fuat
Cebesoy planlar üzerinde çalışıyorlar

 

 

Sivas Kongresi’nin Önemi:

            Her yönüyle ulusal bir kongredir.

            Sivas Kongresi, seçimle gelen delegelerden oluşmuştur.

            En çok tartışılan konu manda ve himaye olmuş, fakat kesin olarak reddedilmiştir.

            Misak-i Milli’nin esasları belirlenmiştir.

            Yürütme yetkisi Temsil Kurulu’na verilmiştir. Ali Fuat Paşa Batı Anadolu’ya Kuva-yı Milliye Kumandanı olarak atanmıştır.

            Temsil Kurulu üye sayısı 15 olmuştur.

            Milli Mücadele, teşkilatını ve liderini bulmuştur.

Mustafa Kemal Sivas'ta Heyet-i Temsiliye
üyeleri ile birlikte

 

Sivas Kongresi’nin Sonuçları:

            Temsil Kurulu, İstanbul Hükümeti ile posta ve telgraf haberleşmelerinin kesildiğini bildirmiştir.

            İstanbul yanlısı idareciler İstanbul’a geri gönderilmiştir.

            Damat Ferit Hükümeti baskılara dayanamayarak istifa etmiş, Ali Rıza Paşa Hükümeti kurulmuştur.

Not :     Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin istifa etmesi, milli hareketin başarısının bir sonucudur.

 

 Temsil Kurulu'nun Ankara Gelişi (27 Aralık 1919)

 

              M.Kemal, Temsil Kurulu ile birlikte Ankara’ya gelmiştir.

              Ankara ili, Erzurum ve Sivas’tan sonra Milli Mücadele’nin yeni merkezi olmuştur.

Ankara’nın Merkez Seçilmesi’nin Nedenleri:

              Ülkenin doğusunun ve batısının Ankara’dan kontrol edilebilir olması.

              Düşman tehlikesinden uzak bulunması.

              Asıl savaşın olduğu Batı Cephesi’ne yakın olması.

              Demiryolu ulaşımı ve haberleşmenin elverişli olması.

              İstanbul’daki gelişmeleri daha yakından izleme imkanının bulunması.

              Ankara’nın Ali Fuat Paşa’nın ( solda ) kontrolü altında olması.

 

Not 1:     M.Kemal, mecliste alınacak kararların metnini kendisi hazırlamıştır.

Not 2:     M.Kemal meclise toplantıya gitmese bile kendisinin Mebusan Meclisi’ne başkan seçilmesini istemiştir.

Not 3:     Ankara’da Hakimiyet-i Milliye adlı gazete yayınlanmaya başlamıştır.

Son Osmanlı Mebusan Meclisinin Toplanması (12 Ocak 1920)

 

              Son Osmanlı Mebusan Meclisi 12 Ocak 1920’de açılmıştır.

              M.Kemal, Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu oluşturarak kendi fikirlerinin Mebusan Meclisi’nde kabul edilmesini ve meclise başkan seçilmeyi istemiştir.

              Mebusan Meclisi Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu tanımamış, bunun yerine Felah-ı Vatan Grubu oluşturulmuştur.

              Meclis M.Kemal’i başkan seçmemiştir.

              Mebusan Meclisi padişaha bağlı gibi hareket etmiştir.

              Mebusan Meclisi, esaslarını M.Kemal’in belirlediği Misak-ı Milli kararlarını kabul etmiştir (28 Ocak 1920).

 

Misak-ı Milli (28 Ocak 1920)

 

              1. Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, asla parçalanamaz.

              2. Arap topraklarının geleceği için halkın oyuna başvurulacaktır.

              3. Batı Trakya halkının geleceğini halk kendi oyuyla belirleyecektir.

              4. Elviye-i Selase’nin (Üç il; Kars, Ardahan ve Batum) geleceği için halk oyuna başvurulacaktır.

              5. İstanbul ve Marmara Denizi güvenlik altına alınmalıdır.

              6. Boğazlar konusunda diğer devletlerle yapılacak anlaşmalarla alınan kararlar uygulanacaktır.

              7. Azınlıklara, komşu ülkelerdeki müslüman azınlıklara verilen haklardan daha fazla hak verilemez.

              8. Kapitülasyonlar kesinlikle kabul edilemez.

              9. Bağımsızlığımızı ve ekonomik gelişmemizi engelleyecek hiçbir sınırlandırma kabul edilemez.

 

Misak-ı Milli’nin Önemi:

              Misak-ı Milli ile milli ve bölünmez Türk vatanının sınırları çizilmiştir.

              Bağımsızlık yolunda önemli bir adım atılmıştır.

              Erzurum ve Sivas kongreleri kararları Mebusan Meclisi tarafından da kabul edilmiştir.

              Türk Ulusu bağımsızlık bilincine ulaşmıştır.

              Misak-ı Milli ile belirlenen sınırlar, Lozan Barış Antlaşması ve sonrasında bugünkü sınırlarımız oluşturulmuştur.

              Misak-ı Milli’nin kabul edilmesi ile İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal etmiş ve Mebusan Meclisi basılmıştır (16 Mart 1920).

              Mebusan Meclisi’nin kapatılması TBMM’nin açılmasının zeminini hazırlamıştır.

 

İstanbul’un İşgali (16 Mart 1920)

 

              İtilaf Devletleri Mebusan Meclis’inin kapatılması ile Milli Mücadele’nin sona ereceğine inanmıştır.

              Baskılar sonucu Ali Rıza Paşa görevinden istifa etmiş (3 Mart 1920), yerine Salih Paşa sadrazam olmuştur (8 Mart 1920).

              Adana çevresinde Ermeniler’in katledildiği yolunda yalan haberler yayılmıştır.

              İtilaf Devletleri sözde katliamdan İstanbul Hükümeti’ni sorumlu tutmuş ve İstanbul’u işgal etmişlerdir.

 

İstanbul’u İşgal Eden İtilaf Devletlerinin Yayınladığı Genelge:

              1. İşgal geçicidir.

              2. İtilaf Devletleri’nin amacı işgal değil, Osmanlı Devleti’nin nüfuzunu arttırmaktır.

              3. Anadolu’da isyan çıkarsa ya da Türkler katliam yaparsa İstanbul Türkler’den alınacaktır.

              4. Herkes saltanatın merkezi olan İstanbul’un emirlerine uymak zorundadır.

 

M.Kemal'in İstanbul'un İşgali Üzerine İtilaf Devletleri’ni Protesto Edişi ve Aldığı Önlemler:

              1. İstanbul ile telefon ve telgraf görüşmeleri kesilmiştir.

              2. İstanbul’da yapılan tutuklamalara misilleme olarak Anadolu’daki İtilaf Devletleri’nin görevli subayları tutuklanmıştır.

              3. İstanbul ve Adana’dan düşman askerinin ulaşımını önlemek için Niğde Ulukışla’da ve İzmit Geyve çevresindeki demiryolları tahrip edilmiştir.

              4. Eskişehir ve Afyon çevresindeki İngiliz kuvvetlerinin bölgeden çıkarılması ya da silahsızlandırılması kararlaştırılmıştır.

              5. Anadolu’da bulunan resmi ya da özel bütün mali kuruluşların para ve değerli eşyaları belirlenerek İstanbul’a gönderilmesi yasaklanmıştır.

İstanbul’un İşgali’nin Sonuçları:

              İtilaf Devletleri Salih Paşa’ya Misak-ı Milli’ye karşı olduğunu ilan etmesini istemişlerdir.

              Salih Paşa baskılara dayanamayarak istifa etmiş, yerine yeniden Damat Ferit Paşa sadrazam atanmıştır (5 Nisan 1920).

              Padişah meclisi feshetmiştir (11 Nisan 1920).

              İtilaf Devletleri meclisi dağıtmıştır.

              Milletvekillerinin bir kısmı sürgün olarak Malta’ya gönderilmiştir.

              Kaçabilen milletvekilleri Ankara’ya gelmiştir.

              Damat Ferit Paşa Şeyhülislam’a Kuva-yı Milliye aleyhine bir fetva yazdırarak fetvayı ülkenin her yanına dağıtmıştır.

      

Zaferin Önemi:

Türk ordusunun II.Viyana bozgunu ile başlayan gerileyişi sona ermiştir.

Türk ordusu savunmadan taarruza geçti.

Yunanlar ordusu savunmaya çekilmiştir.

Meclisin Kayseri’ye taşınma meselesi sona ermiştir.

Yunan ordusu taarruz gücünü kaybetmiş, elindeki toprakları korumaya çalışmışlardır.

Yunanlar Doğu Trakya’dan İstanbul’a doğru düşündükleri ilerleyişten vazgeçmişlerdir.

M.Kemal’e TBMM tarafından Gazilik ve Mareşallik rütbesi verilmiştir (19 Eylül 1921).

Türk ordusunun Kurtuluş Savaşı’nda en büyük kaybı bu savaşta olmuştur (3.288 kişi).

TBMM ve Kafkas Cumhuriyetleri arasında Kars Antlaşması imzalanmıştır (13 Ekim 1921).

Fransızlar’la Ankara Antlaşması imzalanmıştır (20 Ekim 1921).

İtilaf Devletleri TBMM’ye ateşkes ve barış teklifinde bulunmuştur.

İngilizler’in Yunanistan’a verdiği destek sona ermiştir.

 

Kars Antlaşması (13 Ekim 1921)

Rusya’nın gözetiminde Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan ile TBMM arasında Kars Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre:

 

Önemi :

Türk Devleti’nin doğu sınırı kesinlik kazanmıştır.

 

TBMM-Ukrayna Antlaşması (2 Ocak 1922)

Moskova Antlaşması’nın içeriğini tekrarlayan bir antlaşmadır.

 

 

SAVUNMA SAVAŞLARI SIRASINDA

DİĞER DEVLETLERİN İZLEDİĞİ SİYASET

 

ABD :                       

 Türk çoğunluğunun olduğu yerlerde bir Türk Devleti’nin kurulmasını kabul etmiştir. Doğu Anadolu’da Ermeni nüfusunun azlığı nedeniyle doğuda bir Ermeni Devleti kurulması fikrinden vazgeçmiştir. ABD'de iç sorunlar başladığından ABD savaştan çekilmiştir. Monreo Doktrini’ni uygulanmıştır.

 

İngiltere :                       

İngiltere Yunanistan’ı desteklemiş, halifenin kendi kontrolü altına girmesi için uğraşmıştır.

 

Yunanistan :                       

Yunanistan eski Hellen Uygarlığı’nı canlandırmayı hayal etti. Türkler’in taarruza geçebileceğini hiç tahmin etmedi.

 

Fransa :                       

Fransa Moskova Antlaşması ile endişeye düşmüş, Eskişehir ve Kütahya Savaşları ile beklemeye geçen Fransa’nın, Sakarya Zaferi ile endişesi sona ermiş ve TBMM ile Ankara Antlaşması’nı imzalanmıştır (20 Ekim 1921).

 

İtalya :                       

İtalya’ya gizli antlaşmalarla İzmir verilmişti. Ancak Paris Barış Konferansı’nda İzmir’in Yunanlar’a verilmesinden dolayı küskündü. Bu nedenle, Güneybatı Anadolu’yu işgal eden İtalyanlar, halka iyi davranmışlardır. II.İnönü Savaiı’ndan sonra İtalyanlar Anadolu’yu terk etmişlerdir (5 Temmuz 1921). Bazı ayrıcalıklar isteseler de TBMM bunları kabul etmemiştir. İtalyanlar çekilirken silah ve cephanelerini Türk ordusuna bırakmıştır.

 

SSCB :                       

SSCB, TBMM ile yakınlaşmış, Moskova Antlaşması’nı imzalamıştır (16 Mart 1921). TBMM, SSCB’den yardım alma imkanı sağlamıştır. Rusya’nın gözetiminde Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan ile Kars Antlaşması imzalanmıştır (13 Ekim 1921).

 

Afganistan :

Afganistan ve TBMM arasında Dostluk ve Yardımlaşma Antlaşması imzalanmıştır (1 Mart 1921).

 

İTİLAF DEVLETLERİN BARIŞ İSTEKLERİ

Nedeni :

Sakarya Savaşı’nı TBMM’nin kazanması.

 

İtilaf Devletleri 22 Mart 1922’de üç ay süre ile ateşkes istemişler ve isteklerini TBMM’ye sunmuşlardır:

Doğu’da bir Ermeni Devleti kurulacak.

Edirne, Kırklareli ve Babaeski Yunanlar’a, İzmir ve Tekirdağ ise Türkler’e bırakılacak.

TBMM mecburi askerliği kaldıracak ve asker sayısı 85 bine çıkarılacak.

Anlaşma yapıldıktan sonra İtilaf Devletleri İstanbul’u terk edecek.

Sevr Barış Antlaşması’nın adlî, mâlî ve ekonomik maddeleri TBMM lehine değiştirilecek.

 

Önemi :

İtilaf Devletleri’nin istekleri Sevr’in yumuşatılmış halinden başka bir şey değildir.

TBMM bu teklifleri kabul etmeyerek Büyük Taarruz hazırlıklarına başlamıştır

 

BÜYÜK TAARRUZ

(20 Ağustos-18 Eylül 1922)

 

Taarruz İçin Yapılan Hazırlıklar :

Doğu ve Güney cepheleri Batı’ya kaydırılmıştır.

Ordunun ihtiyaçları toplanmıştır.

Taarruz eğitimi yapılmıştır.

6 Mayıs 1922’de M.Kemal’in Başkomutanlık görevi üç ay daha uzatılmıştır. 20 Temmuz 1922’de ise M.Kemal’in Başkomutanlık görevi süresiz olarak uzatılmıştır.

 

...Ve Büyük Taarruz

Yunanlar Eskişehir-Afyon çizgisinde savunma hattı oluşturmuşlardır.

Söke ve Kuşadası da Yunanlar tarafından işgal edilmiştir.

M.Kemal Temmuz 1922’de barış görüşmeleri ile sonuca ulaşabilmek için Fethi Bey’i Avrupa’ya göndermiş, ancak olumlu sonuç alınamamıştır.

M.Kemal, 20 Ağustos 1922’de Akşehir’de taarruz emrini vermiştir.

Taarruzun Afyon yönünde olacağı belirlenmiştir.

 

 

Dört gün devam eden muharebeler sonunda
30 Ağustos'taki bizzat yönettiği Başkomutan
( Dumlupınar ) Meydan Muharebesi ile Yunan
ordusu sarılarak imha edildi.

26 Ağustos 1922’de taarruz başlamış, bir gün sonra Yunanlar geri çekilmeye başlamıştır.

Aslıhanlar bölgesinde Dumlupınar Meydan Savaşı gerçekleşmiştir (27 Ağustos 1922).

Bizzat M.Kemal’in komutanlık ettiği Başkomutanlık Meydan Savaşı yapılmıştır (30 Ağustos 1922).

M.Kemal orduya; “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emrini vermiştir.

Yunan ordusu kaçmaya başlamışlardır.

Türk ordusu 1922 yılında;

 

  6 Eylül’de Balıkesir’e                                                                                                          

  8 Eylül’de Manisa’ya                   

  9 Eylül’de İzmir’e                

  17 Eylül’de Bandırma’ya girmiştir.            

  18 Eylül 1922’de Anadolu Yunan kuvvetlerinin işgalinden tamamen temizlenmiştir.

 

Büyük Taarruz’un Sonuçları:

Milli Mücadele'nin silahlı mücadele kısmı zaferle sonuçlanmıştır.

Yunan işgali sona ermiştir.

İtilaf Devletleri ateşkes teklifinde bulunmuştur.

Türk ordusu Çanakkale ve İzmir civarında İngiliz kuvvetleri ile karşı karşıya gelmiştir.

Yurt içinde birlik ve beraberlik sağlanmıştır.

 

Önemi :

Malazgirt Savaşı ile Anadolu'nun kapıları Türkler'e açılmıştır,

Miryakefalon savaşı ile Anadolu'nun, Türk yurdu olduğu belgelenmiştir,

Başkomutanlık Meydan Savaşı ile Anadolu'nun sonsuza dek Türk yurdu olarak kalacağı tüm dünyaya gösterilmiştir.

 

MUDANYA ATEŞKES ANTLAŞMASI

(11 Ekim 1922)

İngilizler, Türk ordusu ile karşılaşınca müttefiklerinden yardım istemiş, fakat yardım alamamışlardır.

Fransız ve İtalyanlar’ın baskıları sonucu İngilizler, TBMM ile Mudanya’da ateşkes görüşmelerine başlamışlardır (3 Ekim 1922).

Görüşmelere TBMM, İngiltere, Fransa ve İtalya katılmıştır.

Görüşmelere Yunanistan katılmamış, Yunanistan’ı İngiltere temsil etmiştir.

TBMM adına görüşmelere İsmet Paşa gitmiştir.

 
İsmet Paşa Mudanya Ateşkes Antlaşması heyetleriyle

Mudanya Ateşkes Antlaşması'nın Maddeleri :

1. Türk-Yunan kuvvetleri arasındaki savaş sona erecek.

2. Yunanlar, Meriç Nehri’ne kadar olan Doğu Trakya’yı 15 gün içinde boşaltacaklar.

3. Doğu Trakya TBMM’nin jandarma kuvvetlerine bırakılacak.

4. Türkler’in Doğu Trakya’daki askerleri barış antlaşması imzalanıncaya kadar 8.000’i geçmeyecek.

5. İstanbul, Boğazlar ve çevresi TBMM Hükümeti’ne bırakılacak.

6. İtilaf Devletleri'nin askerleri, barış antlaşması yapılıncaya kadar İstanbul’da bulunacak.

7. Barış yapılıncaya kadar Türk kuvvetleri Çanakkale ve İzmit Yarımadası’nda belirlenen sınırlardan ileriye geçemeyecekler.

 
 

Mudanya Ateşkes Antlaşması'nı imzalayan
heyet başkanları

Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın Sonuçları :

Kurtuluş Savaşı'nın askeri başarısı, diplomatik başarı ile tamamlanmış ve Türk Kurtuluş Savaşı sona ermiştir.

Kurtuluş Savaşı'nın diplomatik safhası başlamıştır.

Doğu Trakya ve İstanbul savaş yapılmadan kurtarılmıştır.

İngilizler Türk başarısını kabul etmiştir.

İngiltere’de Loyd George Hükümeti istifa etmiştir.

İtilaf Devletleri tarafından TBMM’ye, Lozan Barış Konferansı için teklif yapılmıştır.

Türk Devleti anlaşmalarda mağlup değil eşit devlet olarak kabul edilmiştir.

Doğu Trakya TBMM yönetimine girmiştir.

 
 

11 Ekim 1922'de imzalanan Mudanya
Mütarekesi ile yıllardır süregelen
savaş sona erdi. Mütarekede Lozan'da
bir barış konferansının yapılmasına
karar verildi.

 

Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın Önemi :

Osmanlı Devleti’nin başkenti olan İstanbul’un ve Boğazlar’ın TBMM’ye bırakılması ile Osmanlı Devleti hukuken sona ermiştir.

 

 

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI

(24 Temmuz 1923)

 

M.Kemal görüşme için İzmir’i teklif etmiştir.

Uluslararası antlaşmalara göre barış antlaşmaları tarafsız bir ülkede yapılması gerektiğinden bu isteğini İtilaf Devletleri kabul etmemiş ve Lozan görüşme yeri olarak kararlaştırılmıştır.

Görüşmelere TBMM, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, Romanya, Yugoslavya ve Japonya katılmıştır.

Türk Devleti’ni temsilen İsmet Paşa gitmiştir.

Boğazlarla ilgili görüşmelere SSCB ve Bulgaristan da dahil olmuş, ABD ise gözlemci olarak katılmıştır.

Görüşmeler 20 Kasım 1922’de başlamıştır.

 
 

İsmet Paşa Lozan
Anlaşmasını imzalarken

TBMM, iki konuda kesinlikle taviz verilmemesini istemiştir; Kapitülasyonlar ve Ermeni yurdu.

4 Şubat 1923’te görüşmeler kesilmiştir. Buna neden olan anlaşmazlıklar şunlardır:

           

 B   E   L   G   E   L   E   R 

 MONDROS ATEŞKES ANTLAŞMASI

WİLSON İLKELERİ

ATATÜRK’ÜN ÜÇÜNCÜ ORDU MÜFETTİŞLİĞİNE (SAMSUN’A) GÖREVLENDİRİLME EMRİ (EK-BELGE)

AMASYA GENELGESİ

ERZURUM KONGRESİ KARARLARI  (EK-FOTOĞRAF)

SİVAS KONGRESİ KARARLARI (EK-FOTOĞRAF)

AMASYA PROTOKOLÜ

MİSAK-I  MİLLİ

TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU

ATATÜRK VE ARKADAŞLARI HAKKINDA VERİLEN İDAM FETVASI

ATATÜRK VE ARKADAŞLARI HAKKINDA  PADİŞAHÇA VERİLEN İDAM FERMANI (EK-BELGE)

ANKARA  MÜFTÜSÜ RIFAT (BÖREKÇİ) EFENDİ’NİN KARŞI  FETVASI

YUNANLILAR TARAFINDAN HALKA DAĞITILAN SAHTE ATATÜRK FOTOĞRAFI

SEVR BARIŞ ANTLAŞMASI

ATATÜRK’E BAŞKOMUTANLIK VERİLMESİ HAKKINDA KANUN

TEKALİF-İ MİLLİYE EMİRLERİ

ATATÜRK’E GAZİLİK UNVANI VE MAREŞAL RÜTBESİ VERİLMESİ HAKKINDA KANUN

HIYANET-İ VATANİYE KANUNU

FİRARİLER HAKKINDA KANUN

İSTİKLAL MAHKEMELERİ KANUNU

TAKRİR-İ SÜKUN KANUNU

GÜMRÜ ANTLAŞMASI

MOSKOVA ANTLAŞMASI

ANKARA ANTLAŞMASI

KARS ANTLAŞMASI

MUDANYA ATEŞKES ANTLAŞMASI

LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI

TÜRK İNKILABI
 

 
 

1. İNKILAP KAVRAMI


2. SALTANATIN KALDIRILMASI
  3. II.TBMM'NİN AÇILMASI VE ANKARA'NIN BAŞKENT OLMASI
  4. CUMHURİYET'İN İLANI
  5. HALİFELİĞİN KALDIRILMASI
  6. 1924 ANAYASASI
  7. ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ
  8. İNKILAPLAR
  9. LAİK DEVLETE GEÇİŞ AŞAMALARI
  10. EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDAKİ İNKILAPLAR
  11. ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİK POLİTİKALAR
  12. BELGELER

     

1.Boğazlar Sorunu

2.Kapitülasyonlar (en çok tartışılan konudur)

3.Musul-Kerkük

4.Osmanlı Devleti’nin Borçları

Lozan Anlaşması imza töreni

Suriye Sınırı; 20 Ekim 1921’de imzalanan Ankara Antlaşması ile belirlendiği şekilde kabul edilmiştir.

Irak Sınırı; Irak sınırının ileride İngiltere ve TBMM arasında yapılacak bir görüşme ile belirlenmesine karar verilmiştir.

Yunanistan Sınırı; Mudanya Antlaşması’nda olduğu gibi kabul edilmiş, ancak savaş tazminatı olarak Yunanistan Karaağaç’ı Türkiye’ye bırakmıştır.

Sovyet Sınırı; Gümrü, Moskova ve Kars Antlaşması ile belirlendiği gibi kalmıştır.

Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti kurulmasından vazgeçilmiştir.

Kapitülasyonlar kesin olarak kaldırılmıştır.

 
 
 

22 Kasım 1922'de Lozan'da
çalışmalarına başlayan Lozan Barış
Konferansı arada bir kesinti ile
devam ederek 24 Temmuz 1923'te
Bağımsız Türkiye Devleti'nin
tanınması ile sona erdi.

Lozan Barış Antlaşması’nın Önemi:

Yeni Türk Devleti ve Misâk-ı Millî, düşmanlarımız tarafından resmen kabul edilmiştir.

Askerî zaferler siyâsi zaferle sonuçlanmıştır.

Türkiye savaş tazminatı ödememiştir.

Kapitülasyonlar kesin olarak kaldırılmıştır.

Ülke sınırları Irak sınırı hariç belli olmuştur.

Türkiye açısından I.Dünya Savaşı sona ermiştir.

Azınlıkların Türk vatandaşı sayılması ile dış güçlerin içişlerimize karışması önlenmiştir.

Millî Mücadele hareketi, bağımsızlık için uğraşan diğer milletlere de bir örnek olmuştur.

Antlaşma, I.TBMM tarafından imzalanmış, II.TBMM tarafından onaylanmıştır.

 
 

 

Lozan Antlaşması'ndan Kalan Problemler:

Boğazlar Komisyonu milli egemenliğimizi kısıtlayan bir unsur olmuştur. Boğazlar Komisyonu Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile kaldırılmıştır.

Musul alınamamış ve Irak sınır kesinlik kazanmamıştır. Musul, Ankara Antlaşması ile Irak’a bırakılmıştır (5 Haziran 1926).

Ege Adaları ve Batı Trakya sorunu halledilmiş, fakat daha sonraki yıllarda yine sorun haline dönüşmüştür.

 

İNKILAP KAVRAMI

İnkılabın Tanımı
İnkılap; Halk hareketiyle zor kullanarak, mevcut düzenin yıkılması ve yerine yeni bir düzenin kurulmasıdır. İnkılap, bir devletin dayandığı temel ilkelerin ve toplum düzeninin hızla ve ileriye dönük bir şekilde değiştirilmesidir.

Not: İnkılap, ulusun her yönden ilerlemesini amaçlar.

İnkılabın Özellikleri
İnkılap, halk hareketidir.
Mevcut düzeni yıkma hareketidir.
Yıkılan düzenin yerine yeni bir düzen kurma hareketidir.

İnkılabın Aşamaları
Fikri hazırlık aşaması.
İhtilal (mücadele, aksiyon) aşaması.
Yeni düzenin kurulması aşaması.

Atatürk’ün İnkılap Tanımı
İnkılap; Osmanlı Devleti'nden kalan son asırlardaki mevcut kurumları zorla değiştirmek, son asırlardaki kurumları yıkarak yerine ulusun en yüksek uygarlık ihtiyaçlarına göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları kurmaktır.

Türk İnkılabının Özellikleri
Türk İnkılâbı diriliş ve yenilik hareketidir.
Ulusal bağımsızlık ve ulusal egemenlik mücadelesidir.
İçeride sultan ve halifeye, dışarıda işgalci güçlere karşı mücadele edilmiştir.
Türk inkılâbının fikri hazırlık safhası yoktur.
Fikri hazırlık safhası ile ihtilal safhası iç içe olmuş ve kısa sürmüştür.
Türk İnkılabı Batı kültürünü benimsemiştir.
İdeolojik ve teorik hazırlığı yoktur.
Türk İnkılâbı’nın sonunda yeni bir devlet ortaya çıkmıştır.

SALTANATIN KALDIRILMASI

(1 Kasım 1922)

 

Nedenleri:

İtilaf Devletleri'nin Lozan Barış Görüşmeleri'ne hem TBMM'nin hem de İstanbul Hükümeti'nin davet edilerek Anadolu'da ikilik ve bir iç savaş çıkarmak istemeleri.

Saltanatın ulusal egemenlik anlayışına ters düşmesi.

 

Sonuçları:

Lozan görüşmelerinde İtilaf Devletleri'nin ikilik çıkarmaya çalışması M.Kemal'e saltanatı kaldırması için bir fırsat vermiştir.

Mecliste yapılan oylama ile 1 kasım 1922’de saltanat kaldırılmıştır.

Saltanatın 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali ile sona erdiği kabul edilmiştir.

Bununla birlikte halifeliğin devamı uygun görülmüştür.

 

Önemi:


623 yıllık Osmanlı Devleti sona ermiştir.

TBMM, ülkenin tek temsilcisi haline gelmiştir.

Son Osmanlı Padişahı VI.Mehmet Vahdettin, İngiltere’ye sığınarak ülkeyi terk etmiştir (17 Kasım 1922).

Abdülmecid Efendi halife seçilmiştir.

Saltanatın kaldırılmasıyla laikliğe geçişin ilk aşaması gerçekleştirilmiştir.

Demokratikleşme yolunda önemli bir adım atılmıştır.

Cumhuriyetin ilanı için zemin hazırlanmıştır.

Lozan Konferansı’nda İtilaf Devletleri’nin ikilik çıkarmasına engel olunmuştur.

Milli egemenlik konusunda büyük bir adım atılmıştır.

TBMM’nin açılışından sonra ikinci büyük inkılap gerçekleştirilmiştir.

İKİNCİ TBMM

(11 Ağustos 1923)

 

              1. Zor şartlar arasında kurulan TBMM yıpranmıştı.

              2. Seçimlerin yenilenmesi kararı alınmıştır (1 Nisan 1923).

              3. İkinci TBMM 11 Ağustos 1923’te açılmıştır.

              4. İkinci TBMM 1 Ekim 1927’ye kadar çalışmıştır.

              5. İkinci TBMM inkılap meclisi olarak bilinir.

              6. İkinci TBMM Lozan Barış Antlaşması’nı onaylamıştır.

              7. Türk ordusu İstanbul’a girmiştir (1 Ekim 1923).

              8. Ankara, başkent kabul edilmiştir (13 Ekim 1923).

              9. Cumhuriyet ilan edilmiştir (29 Ekim 1923).

 

ANKARA'NIN BAŞKENT OLMASI

(13 Ekim 1923)

 

              1. Lozan Antlaşması'ndan sonra başkentin neresi olacağı tartışılmıştır.

              2. Milletvekillerinin bir kısmı İstanbul'un başkent olmasını istemiştir.

              3. İsmet Paşa, Ankara'nın başkent olması için tek maddelik bir kanun teklifi sunmuştur.

              4. Madde kabul edilmiş ve Ankara başkent ilan edilmiştir (13 Ekim 1923).

 

Ankara'nın Başkent Olmasında;

              1. Ankara'nın Türkiye'nin ortasında; askeri ve siyasi yönden güvenli bir konumda bulunması,

              2. Yurdun her tarafı ile ulaşım ve haberleşmenin kolay olması,

              3. TBMM'nin Ankara'da bulunması ve Kurtuluş Savaşı'nda idari merkez olması etkili olmuştur.

 

Not :          1924 Anayasası'nda ülkenin teşkilatlanmasında Ankara'ya yer verilmiş, anayasanın 89. ve 105. Maddelerine göre ülke şöyle teşkilatlanmıştır.

                                                                                                                                                       

                                                                    Ankara (Merkez)                                                         

                                                                    İdari Birim                        Yönetici

                                                                    İl                                       Vali

                                                                    İlçe                                   Kaymakam

                                                                    Bucak                             Bucak Müdürü

                                                                    Köy                                  Köy Muhtarı

CUMHURİYETİN İLANI

(29 Ekim 1923)

 

Nedenleri :

TBMM’nin milli egemenliğe dayanması.

Milli egemenliğin ancak cumhuriyetle mümkün olması.

TBMM’nin Batı’yı örnek alması .

Saltanatın kaldırılmasıyla devlet başkanlığı sorununun ortaya çıkması.

Meclis Hükümeti sistemine göre bakanların seçimle belirlenmesi, bir hükümet kurulmasının çok uzun sürmesi ve icraatların gecikmesi.

1923 sonbaharında Bakanlar Kurulu’nun görevden ayrılması ve bir hükümet sorununun ortaya çıkması.

 

Cumhuriyetin İlanının Sonuçları :

Rejim hakkındaki tartışmalar sona ermiştir.

Anayasada şu değişiklikler olmuştur:

Türkiye’nin yönetim şekli cumhuriyettir.

Devletin dini İslam’dır.

Resmi dil Türkçe’dir.

Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur.

Cumhurbaşkanını meclisin seçmesi kesinleşmiştir.

Cumhurbaşkanının seçilmesi ile devlet başkanlığı sorunu sona ermiştir.

M.Kemal, İsmet Paşa’ya hükümet kurma görevini vermiştir.

TBMM başkanlığına Fethi Bey seçilmiştir.

Meclis hükümeti yerine kabine sistemine geçilmiştir.

1924 ANAYASASI

(20 Nisan 1924)

 

             Cumhuriyetin ilanı ile Türk Devleti'nin rejimi belirlenmiş ve eski anayasa ihtiyaçları karşılayamaz olmuştur. Bu nedenle 1924’te yeni bir anayasa hazırlanmıştır.

             1924 Anayasası 105 maddeden oluşmuştur.

 

1924 Anayasası'nın Bazı Maddeleri Şunlardır :

             Egemenlik kayıtsız şartsız, milletindir.

             Devletin yönetim şekli cumhuriyettir.

             Devletin dini İslam, başkenti Ankara, resmi dili Türkçe’dir.

             Devletin rejimi, başkenti ve bayrağı değiştirilemez.

             Seçilme hakkı yalnız erkeklere aittir.

             Cumhurbaşkanı dört yılda bir meclis tarafından ve meclis içinden seçilir.

             Üst üste aynı kişi iki kez cumhurbaşkanı olabilecektir.

             TBMM üyeleri dört yılda bir seçilir. Seçme yaşı 22, seçilme yaşı ise 30’dur.

             Seçme ve seçilme hakkı yalnız erkeklere aittir.

             Yasama, yürütme ve yargı yetkisi TBMM’nin denetimi altındadır.

             Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm vatandaşları kanun önünde eşittir.

 

1924 Anayasası’nda Yapılan Değişiklikler :

             “Devletin dini İslam’dır” maddesi 1928’de anayasadan çıkarılmıştır.

             1937’de Atatürk İlkeleri anayasaya girmiştir.

             Seçme yaşı 22’ye çıkarılmıştır.

             Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı verilmiştir.

             Ormanlar devletleştirilmiştir.

             Toprak reformu gerçekleşmiştir.

 

Not : Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun ömürlü olan ve en çok değişiklik yapılan anayasası 1924 Anayasası’dır.

ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DENEMELERİ

 

                        Birinci mecliste;

            Tesanüt Grubu,

            Halk Zümresi ve Islahat Grubu,

            Müdafaa-i Hukuk Grubu,

            İstiklâl Grubu adlarında gruplar oluşmuştur.

         M.Kemal, 151 milletvekili ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nu kurmuştur (Mayıs 1921). Başkanı da M.Kemal olmuştur.

         Mecliste Birinci ve İkinci Grup adlarında ayrılmalar meydana gelmiştir.

         Seçimlerin yenilenmesi kararı alınmıştır (1 Nisan 1923).

         Seçimden sonra M.Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu yerine, Halk Fırkası’nı kurmuş (9 Eylül 1923), başkanlığına da M.Kemal seçilmiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra parti "Cumhuriyet Halk Partisi" adını almıştır.

         Seçimlerde çoğunluk olarak M.Kemal taraftarları kazanmış, İkinci Grup meclise girememiştir.

         Askerlerin görevlerini sürdürdükleri bir sırada milletvekili olamayacakları bir kanunla kabul edilmiştir (19 Aralık 1924).

         Kazım Karabekir Paşa, Refet Paşa ve Ali Fuat Paşa ordudan ayrılmıştır.

A) TERAKKİPERVER CUMHURİYET FIRKASI (17 Kasım 1924)

 

         Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Cafer Tayyar Paşa, Adnan Bey, Rauf Bey, Refet Bey Cumhuriyet Halk Fırkası’nın icraatlarına karşı çıkmışlardır.

         Muhalifler Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adında yeni bir parti kurmuşlardır.

         Başkanlığına Kazım Karabekir seçilmiştir.

         Dine saygılı olduğunu söyleyen bu partiye eski rejim taraftarlarından büyük destek gelmiş ve kısa sürede güçlenmiştir.

         Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan cesaret alanlar, Şeyh Said önderliğinde rejim karşıtı bir isyan çıkmıştır.

         Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isyanda rolü olduğu gerekçesi ile kapatılmıştır (5 Haziran 1925).

 

Şeyh Said İsyanı (13 Şubat 1925)

 

İsyanın Çıkış Nedenleri:

         İnkılapların başlaması ve eski rejim taraftarlarının bunu hazmedememesi.

         Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın takip ettiği politika.

         İngiltere’nin Güney Doğu Anadolu halkını Türkiye Cumhuriyeti aleyhine kışkırtması ve bir Kürdistan Devleti kurma çabaları.

         Saltanat ve hilafetin kaldırılması.

        

İsyanın Gelişimi

         Şeyh Said İsyanı 13 Şubat 1925’te başlamıştır.

         İsyan Erzurum, Elazığ, Bitlis ve Muş’a kadar yayılmıştır.

         Ali Fethi Hükümeti isyanı bastıramayınca istifa etmiştir.

         Yeni hükümeti İsmet Paşa kurdu ve isyan alınan tedbirlerle bastırılmıştır.

 

İsyanın Sonuçları:

         Takrîr-i Sükun Kanunu çıkarılmış (4 Mart 1925), kanun, 1929’a kadar geçerli olmuştur.

         İstiklâl Mahkemeleri tekrar işlemeye başlamıştır.

         Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isyanda rolü olduğu gerekçesi ile kapatılmıştır (5 Haziran 1925).

         Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya yönelik ilk isyan hareketi başarılı bir şekilde bastırılmıştır.

         İngiltere, Musul meselesini kendi lehine çözebilmek için avantaj sağlamıştır.

         Çok partili hayata geçişin ilk denemesi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

         İsyan, Türkiye’de demokrasiye geçme zemininin henüz hazır olmadığını göstermiştir.

         Ali Fethi Bey Hükümeti istifa etmiş, İsmet Paşa Hükümeti kurulmuştur.

 

Not :  Şeyh Said İsyanı, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya yönelik ilk isyan hareketidir. Bu yönüyle 31 Mart Olayı'na benzer.

 

Mustafa Kemal’e Suikast (16 Haziran 1926)

         Eski rejim taraftarları, M.Kemal’i ortadan kaldırırlarsa yeni rejimin sona ereceğine inanmışlardır.

         Bu nedenle M.Kemal’e İzmir’de bir suikast planlanmıştır.

         Suikastın haber alınması üzerine suikastçılar yakalanmış ve suikastı planlayanlar İstiklâl Mahkemeleri tarafından cezalandırılmışlardır.

 

Not :  Bu suikast girişimi M.Kemal’in şahsında yeni rejime karşı yapılmış bir harekettir.

 

B) SERBEST CUMHURİYET FIRKASI (12 Ağustos 1930)

         Ekonomik görüşlerde ayrılan muhalifler M.Kemal’in isteğiyle Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurmuşlardır (12 Ağustos 1930).

         Başkanlığına Fethi Bey getirilmiştir.

         Parti, ekonomide liberalizmi savunmuştur.

         İnkılaplara karşı olanlar Serbest Cumhuriyet Fırkası’na girmişlerdir.

         Laiklik, inkılaplar ve cumhuriyet aleyhine gösteriler başlamıştır.

         Belediye seçimleri yapıldı ve seçimleri büyük bir çoğunlukla Cumhuriyet Halk Fırkası kazanmıştır.

         Fethi Bey, Serbest Cumhuriyet Fırkası’na eski rejim taraftarlarının katılmasından endişe etmiş ve partisini 18 Aralık 1930’da kapatmıştır.

         İkinci kez çok partili hayata geçiş denemesi de başarısız olmuştur.

         1946 yılına kadar bir daha, çok partili hayata geçiş denemesi yapılmamıştır.

 

Menemen Olayı (23 Aralık 1930)

         Derviş Mehmet ve adamları Menemen’de isyan etmişlerdir.

         İsyanı bastırmaya gelen Asteğmen Kubilay, isyancılar tarafından öldürülmüştür.

         Menemen İsyanı bastırılmıştır.

 

Not :  Menemen Olayı, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasının çok yerinde bir davranış olduğunu göstermiştir.

 

C) ÇOK PARTİLİ HAYATA KESİN GEÇİŞ

         Türkiye, Birleşmiş Milletler’de söz sahibi olmak istemiştir.

         Birleşmiş milletlerin çoğu da demokrasi ile yönetilen ülkelerden oluşmuştur.

         İsmet İnönü, ikinci bir partinin kurulmasına izin vermiştir.

         Milli Kalkınma Partisi adında yeni bir parti kurulmuş, böylece çok partili hayata kesin olarak geçilmiştir (18 Temmuz 1845).

         Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılıp Demokrat Parti’yi kurmuşlardır (7 Ocak 1945)

         1946’da açık oy, gizli tasnif ile Cumhuriyet Halk Partisi seçimleri kazanmıştır.

         1948 yılında Millet Partisi adında yeni bir parti daha kurulmuştur.

         1950’deki seçimleri gizli oy, açık tasnif ile büyük bir çoğunlukla Demokrat Parti kazanmıştır.

 

Not :  Cumhuriyet Halk Partisi’nden sonra iktidara gelen ilk parti Demokrat Parti’dir.

 

İNKILAPLAR

 

           Atatürk'e göre inkılap; Mevcut kurumların zorla değiştirilerek, Türk Milleti’ni çağın gerisinde bırakan kurumların yerine çağdaş ve en yüksek uygarlığın ihtiyaçlarına göre yenilerinin kurulması hareketidir.

 

Atatürk İnkılapları’nın Amaçları:

           Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkarmak.

           Türk Milleti’nin refah seviyesini yükseltmek.

           Modern Avrupa ile Türkiye’yi bütünleştirmek.

           Modern uygarlıkların değer yargılarını Türkiye’ye yerleştirmek.

           Türkiye’de milli egemenliği yerleştirmek.

           Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini sağlamak.

           İhtiyaçlara cevap veremeyen eski rejimin kurumlarını değiştirerek yerine çağdaş kurumları kurmak.

           Atatürk İlkeleri’nin yerleşmesini sağlamak.

 

A) SİYASİ ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR

           Saltanat kaldırılmıştır (1 Kasım 1922).

           Ankara, başkent yapılmıştır (13 Ekim 1923).

           Cumhuriyet ilan edilmiştir (29 Ekim 1923).

           Halifelik kaldırılmıştır (3 Mart 1924).

           Çok partili rejime geçiş denemeleri yapılmıştır:

           

  Cumhuriyet Halk Partisi. 

  Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası.    

  Serbest Cumhuriyet Fırkası.

 

B) HUKUK ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR

 

Nedenleri:

           Hukukta iki başlılığın olması ve karmaşaya neden olması (Şer’î Hukuk ve Örfî Hukuk).

           Din, mezhep, tarikat ve milliyet farklılıklarından dolayı hukuk birliliğinin bulunmaması.

           Müslüman olmayanların kendilerine ait hukuklarının olması.

           Ceza Hukuku’nun şahısların güvenliğini sağlamada yetersiz olması.

           Evlenme, boşanma, miras konularında herkesin kendi dini kurallarına göre hareket etmesi.

           Mahkemede tek yargıcın bulunması.

           Ekonomik yaşamı düzenleyen kuralların yetersizliği.

           Kadınların haklarını koruyan kanunların yetersizliği.

           Türkiye Cumhuriyeti’nin laik bir karakter kazanma yolunda olması ve kendine Avrupa’yı örnek alması.

 

Hukuk Alanında Yapılan İnkılaplar Şunlardır :

           İlk anayasamız olan Teşkilat-ı Esasiye yayınlanmıştır (20 Ocak 1921).

           Cumhuriyetin ilanından sonra 1924 Anayasası kabul edilmiştir (20 Nisan 1924).

           İsviçre Medeni Kanunu kabul edilmiştir (17 Şubat 1926).

           İsviçre'den Borçlar Kanunu (8 Mayıs 1928),

           Almanya'dan Ticaret Kanunu (10 Mayıs 1928),

           İtalya'dan Ceza Kanunu (1 Temmuz 1928) alınmıştır.

           Fransa’dan İdare Hukuku alınmış ve bazı değişiklikler yapılarak uygulamaya konulmuştur.

           Belediye Kanunu ile kadınların belediye seçimlerinde seçmen olmalarına izin verilmiştir (30 Nisan 1930).

           Kadınlara muhtar seçme ve köy ihtiyar heyetine seçilme hakkı verilmiştir (26 Ekim 1933).

           Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı verilmiştir (5 Aralık 1934).

           Not : 1935 yılında yapılan seçimlerde meclise 18 kadın milletvekili girmiştir.

 

İsviçre Medeni Kanununun kabul Edilmesinin Nedenleri :

           İsviçre Medeni Kanunu’nun Avrupa’daki medeni kanunların en yenisi olması.

           Demokratik olması.

           Akılcı ve pratik çözümler sunması.

           Avrupa medeni kanunlarının tümünden yararlanılmış olması.

           Aile hukukunun kadın-erkek eşitliğine dayanması.

 

İsviçre Medeni Kanununun Kabul Edilmesinin Sonuçları :

           Birden fazla kadınla evlenmek yasaklanmıştır.

           Resmi nikah zorunlu hale getirilmiştir.

           Küçük yaşta evlenmeler kaldırılmıştır.

           Temsilci yöntemiyle evlenmek yasaklanmıştır.

           Boşanma konusunda erkeğe tanınan haklar kadına da tanınmıştır.

           Boşanma halinde kadının hakları güvence altına alınmıştır.

           Boşanma, belli şartlara bağlanmıştır.

           Miras hukukunda kadın-erkek eşitliği sağlanmıştır.

           Azınlıklar Lozan'da elde ettikleri haklardan vazgeçmişlerdir.

           Hukukta birlik sağlanmıştır

           Kadın-erkek arasındaki sosyal ve ekonomik eşitsizlikler sona ermiştir.

           Kadınlara her işe girme hakkı verilmiştir.

           Hukuk bakımından din ve mezhep farklılığı kaldırılmış ve vatandaşlar hukuk önünde eşit kabul edilmiştir.

           Müslüman olmayanların Türk vatandaşı olarak kabul edilmesi ile müslüman olmayanlara da tüm haklardan yararlanma imkanı verilmiş, böylece Avrupa’nın iç işlerimize karışması önlenmiştir.

 

C) LAİKLİK ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR

           Saltanat kaldırılmıştır (1 Kasım 1922).

           Halifelik kaldırılmıştır (3 Mart 1924).

           Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmıştır (3 Mart 1924).

           Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiş ve eğitimde laiklik uygulanmıştır (3 Mart 1924).

           Tekke, zâviye ve türbeler kapatılmıştır (30 Kasım 1925).

           Medeni Kanun kabul edilmiştir (17 Şubat 1926).

           Anayasada laikliğe aykırı bulunan maddeler çıkarılmıştır. 1924 Anayasası'nın 2.maddesindeki "Devletin dini İslam'dır" ve 26.maddesindeki "TBMM'nin şer'i hükümleri yerine getireceği" şeklindeki hükümler kaldırılmıştır (10 Nisan 1928).

           Atatürk’ün altı ilkesinin "Türkiye Devleti; cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır" şeklinde anayasada yer alması kabul edilmiştir (5 Şubat 1937).

 

D) EĞİTİM ve KÜLTÜR ALANINDAKİ İNKILÂPLAR

           Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiştir (3 Mart 1924). Böylece:

           Öğretim birleştirilmiş ve Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır.

           

  Medreseler kapatılmıştır.

  Din görevlisi yetiştirmek için İmam-Hatip Okulları ve İlahiyat Fakültesi açılması kararlaştırılmıştır.

  Eğitiminde laikleşme sağlanmıştır.

  Azınlık ve yabancı okulların dini ve siyasi amaçlı öğretim yapmalarına engel olunmuş, sınıflarında ve ders kitaplarında dini işaret ve sembollerin kullanılması yasaklanmıştır.

  Yabancı okullara Türkçe dersleri konmuş ve derslerin Türk öğretmenler tarafından verilmesi kararlaştırılmıştır.

 

           Topkapı Sarayı müze haline getirilmiş ve Etnoğrafya Müzesi açılmıştır (1924).

           Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun kabul edilmiştir (2 Mart 1926). Bununla:

           

  İlköğretim herkes için zorunlu hale getirilmiştir.

  Devletten izinsiz okul açılamayacağı belirtilmiştir.

  Çağdaşlığa aykırı olan dersler programlardan çıkarılmıştır.

 

           Latin Harfleri kabul edilmiştir (1 Kasım 1928). Böylece:

           

  Avrupa ile yakınlaşmada önemli bir adım atılmıştır.

  Okuma-yazma oranı ve buna paralel olarak da kitap basımı artmıştır.

  Millet Mektepleri açıldı ve okuma-yazma seferberliğine başlanmıştır.

 

           Türk tarihini araştırma amacıyla Türk Tarih Kurumu kurulmuştur (15 Nisan 1931).

           Türk dilinin geliştirilmesi ve yabancı kelimelerden arındırılması için Türk Dil Kurumu kurulmuştur (12 Temmuz 1932).

           İstanbul’daki Dârü’l-Fünûn kaldırılmış, yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuştur (1933). Bu üniversite içinde bir Hukuk fakültesi açılmıştır.

           Ankara’da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Yüksek Ziraat Fakültesi açılarak Ankara Üniversitesi'nin temeli oluşturulmuştur (1933).

           Osmanlı Devleti'nin Sanayi-i Nefise Mektebi Güzel Sanatlar Akademisi'ne dönüştürülmüştür, ayrıca Devlet Konservatuarı açılmıştır.

 

E) TOPLUMSAL ALANDA YAPILAN İNKILAPLAR

           Şapka Kanunu kabul edilmiştir (25 Kasım 1925).

           Tekke, zaviye ve türbeler kapatılmıştır (30 Kasım 1925).

           Miladi Takvim kabul edilmiştir (26 Aralık 1925). 1 Ocak 1926’dan itibaren uygulanmaya başlanmıştır.

           Ölçülerde değişikliği öngören kanun kabul edilmiştir (1931). Ölçülerde metre, kilo ve litre sistemi getirilmiştir.

           Soyadı Kanunu kabul edilmiştir (21 Haziran 1934).

           Bir kanunla “hanım, hanımefendi, ağa, bey, paşa, hoca, hafız, şeyh, molla” gibi unvanların ve Osmanlı idarecilerinin verdiği rütbelerin, nişanların kullanılması yasaklanmıştır (1934).

           Bir başka kanunla da din adamlarının ibadethaneler ve ayinler harici dini kıyafet giymesi yasaklanmış, yalnız dinlerin resmi temsilcilerinin dini kıyafet giymelerine izin verilmiştir (1934).

           Hafta tatili; Pazar günü olarak kabul edilmiştir (1935).

 

F) EKONOMİ ALANINDA YAPILAN İNKILAPLAR

 

a) Sanayi Alanındaki Gelişmeler

           Türkiye İktisat Kongresi toplanmıştır (18 Şubat-4 Mart 1923). Bu kongrede:

           

  Misak-ı İktisadi (Ekonomik Yemin) kabul edilmiştir.

  Küçük imalathanelerin hızla fabrikaya çevrilmesine,

  Hammaddesi yurt içinde bulunan malların işlendiği sanayinin kurulmasına,

  Özel sektörün yapamadığı işlerin devlet tarafından yapılmasına,

  Özel sektöre kredi sağlayacak bir bankanın kurulmasına,

  İşçilerin durumunun düzeltilmesi için çalışmalar yapılmasına karar verilmiştir.

 

           Osmanlı'dan kalan yıpranmış işletmeleri onarmak için Sanayi ve Maadin Bankası kurulmuştur (1925).

           Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmıştır (28 Mayıs 1927). Bu kanunla özel sektöre yatırım yapabilmesi için imkanlar sağlanmıştır.

           Birinci Beş Yıllık kalkınma Planı hazırlanmıştır (1934). Bu çerçevede 1937 yılına kadar 16 fabrika ve banka kurulmuştur. Bazıları şunlardır:

           Sümerbank,

           Etibank ve Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA),

           Malatya, Kayseri, Ereğli, Nazilli’de pamuklu dokuma fabrikaları,

           Bursa’da Merinos Fabrikası,

           İzmit’te Kağıt Fabrikası,

           Gemlik’te İpek Fabrikası,

           İstanbul Paşabahçe’de Şişe ve Cam Sanayii,

           Beykoz’da Deri Fabrikası,

           Özel sektör Uşak’ta ilk Şeker Fabrikası,

           Atatürk’ün ölümünden sonra ilk kez Karabük’te Demir-Çelik Fabrikası kurulmuştur (1939).

 

b) Tarım Alanındaki Gelişmeler

           Âşâr (öşür) Vergisi kaldırılmıştır (17 Şubat 1925). Yerine Arazi Vergisi konmuştur.

           Ziraat Bankası'nın çiftçiye verdiği kredi miktarı arttırılmıştır.

           Çiftçilerin traktör kullanması için teşvikler yapılmıştır.

           Çiftçilere ucuz makineler dağıtılmıştır.

           Tarım Kredi Kooperatifi kurulmuştur (1929).

           Tarımla ilgili bilimsel araştırmalar yapılması için Yüksek Ziraat Enstitüsü kurulmuştur.

 

c) Ticaret Alanındaki Gelişmeler

           Kapitülasyonlar, Lozan Antlaşması'nda kesin olarak kaldırılmıştır (24 Temmuz 1923).

           İş sahiplerine kredi vermesi amacıyla İş Bankası kurulmuştur (1924).

           Kabotaj Kanunu kabul edilmiştir (1 temmuz 1926). Böylece Türk karasularında gemi işletme hakkı yalnızca Türkler’e verilmiştir.

           Denizbank Kurulmuş ve denizcilik alanında çalışmalar hız kazanmıştır.

           Avrupa iş dünyası ile problem yaşanmaması için hafta tatili Pazar günü olarak kabul edilmiştir (1935).

 

d) Bayındırlık Alanındaki Gelişmeler

           Yabancı şirketlerin elinde olan demiryolları satın alınarak devletleştirilmiştir.

           Cumhuriyetin ilanından 1938’e kadar 3,360 km yeni demiryolu döşenmiştir

           Osmanlı Devleti zamanında Türkiye’de karayolları 18,335 km iken, 1948 yılında ise bu rakam 45,000 km’ye ulaşmıştır.

           Kabotaj Kanunu'ndan sonra pek çok liman ve iskele yapılmıştır.

 

Not 1:  1929 Dünya Ekonomik Krizi sırasında ülke ekonomisini korumak için gümrük tarifeleri yükseltilerek dış rekabette ülkemiz sanayisi korunmaya çalışılmıştır.

Not 2:  1934-1939 yılları arası Devletçilik politikasının en yoğun uygulandığı dönemdir.

Not 3:  1939'da hazırlanan İkinci Beş Yıllık kalkınma Planı, II.Dünya Savaşı'nın başlaması nedeniyle uygulanamamıştır.

 

LAİK DEVLETE GEÇİŞ AŞAMALARI


Laik Devlete Geçiş

Saltanatın kaldırılması : 1 Kasım 1922'de saltanat kaldırılarak, laiklik yolunda ilk önemli adım atıldı. Osmanlı ailesinden egemenlik yani yönetme hakkının alınması demek, halifelik kurumunun gücünün yok olması demekti.

Halifeliğin kaldırılması : 3 Mart 1924'te halifelik kaldırılarak, laik devlete geçiş yolunda büyük bir adım atıldı.

Şer'iyye ve Evkaf Vekaleti'nin kaldırılması : 3 Mart 1924'te kabul edilen bir kanunla, devlet işlerinin dine uygun olup olmadığını denetleyen, Şer'iyye ve Evkaf Vekillikleri kaldırılarak, dini kuralların yönetime karıştırılması engellendi.

Tekke, Zaviye ve Türbelerle Tarikatların kapatılması : Kasım 1925'te kabul edilen 677 sayılı kanun ile Tekke ve Zaviyeler ile Türbeler ve Tarikatlar kapatılarak bunlarla ilgili sıfatların kullanılması yasaklandı.

Anayasa'nın Laikleşmesi : 1924 Anayasası ile halifeliğin kaldırılmasından kaynaklanan rahatsızlıkları gidermek için "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin dini İslamdır." maddesi eklendi. 1928 Anayasası'nda "Devletin dini İslamdır" hükmü çıkartıldı. 1937 Anayasası'na "Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin laik olduğu" ilkesi konuldu.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun kabulü : 3 Mart 1924'te kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile, ülkedeki bütün medrese ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanarak denetim altına alındı.

Kıyafet Alanında Yapılan Yenilikler

Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasından sonra ülkedeki aydınlar pantolon ve ceket giyip kravat takarken başlarında fes vardı.
Mustafa Kemal, kılık ve kıyafetteki bu karmaşaya son vermek ve siyasi, dini görüntüyü ortadan kaldırmak için ilk önce fesi yasaklayarak işe başladı.
Mustafa Kemal, Ağustos 1925'te Kastamonu'da ilk kez halkın karşısına şapka ile çıktı.
25 Kasım 1925'te Şapka Kanunu çıkartıldı.
Kasım 1925'te çıkartılan düzenleme ile, dini kıyafetlerle sokaklarda dolaşılması yasaklandı.

Medeni Kanunun Kabulü (4 Ekim 1926)

Türk Medeni Kanunu; kişilerin hak ve borçlarını, ailenin kuruluşunu, işleyişini ve sona ermesini, miras sorunlarını, kişiler ile mallar arasındaki mülkiyet ilişkilerini ve diğer hakların doğmasını, sürmesini, sona ermesini, kişilerin birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleyen işlemleri oluşturan bir kurallar bütünüdür.
Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde, kişiler ile eşyalar arasındaki ilişkileri düzenleyen "Mecelle" adında bir kanun vardı. Ancak Mecelle, Hanefi mezhebine göre düzenlenmişti. Bu kanunda aile ve miras konuları düzenlenmemişti.
İsviçre Medeni Kanunu 17 Şubat 1926'da Borçlar Kanunu ile birlikte TBMM tarafından kabul edildi.
Türk Medeni Kanunu 4 Ekim 1926'da yürürlüğe girdi.
Türk Ceza Kanunu 1 Mart 1926'da,
Borçlar Kanunu 8 Mayıs 1926'da,
Türk Ticaret Kanunu 10 Mayıs 1926'da yürürlüğe girdi.

Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik

Osmanlı Devleti'nde, Hicri Takvim kullanılıyordu. Avrupa'daysa Miladi Takvim kullanılmaktaydı. Dünya'da ve Avrupa'da kulanılan takvim ile bizim kullandığımız takvimin farklı olması ticari işlerde ve resmi yazışmalarda karışıklıkların ortaya çıkmasına neden oluyordu.
Bu farklılık, birçok işin zamanında yapılmamasına ve karışıklıklara yol açıyordu.
TBMM tarafından, 26 Aralık 1925'te uluslararası takvim ve saat sistemi, 20 Mayıs 1928'de yeni harfler, 1 Nisan 1931'de de ağırlık ve ölçü birimleri kabul edildi.
TBMM'nin aldığıbu kararlarla, Avrupa ile olan ticari ve ekonomik ilişkiler düzene girdi.
TBMM, 1935'te aldığı bir kararla pazar gününün resmi tatil olduğunu belirtti.

Soyadı Kanunu'nun Kabulü (21 Haziran 1934)

Günlük hayatta isim benzerliğinden kaynaklanan karışıklıkları ortadan kaldırmak amacıyla, TBMM 21 Haziran 1934'de "Soyadı Kanunu" nu kabul etti.
Bu kanunla herkese Türkçe bir soyadı alma zorunluluğu getirildi.
Aynı yıl kabul edilen bir başka kanunla, şeyh, ağa gibi ayrıcalık ifade eden eski ünvanların kullanılması yasaklandı.
Bu kanunla eşitlik ilkesi; yani halkçılık ilkesi yolunda bir adım daha atılmış oldu.

Kadınlara Siyasi Hakların Tanınması

Medeni Kanun ile kadın-erkek eşitliği getirilmeye çalışılmıştı.
1930'lu yıllarda siyasal alanda kadın ile erkek arasında büyük bir eşitsizlik vardı. Erkekler oy kullanabilmelerine rağmen, kadınlar bu haktan yoksundu.
Kadınlar aynı zamanda milletvekilliği seçimlerine ne seçmen ne de aday olarak katılabiliyordu.
TBMM tarafından kabul edilen yasalarla :
3 Nisan 1930'da, kadınlara belediyelerde seçme ve seçilme hakkı,
26 ekim 1933'te, kadınlara muhtar ve ihtiyar heyetlerine seçilebilme hakkı,
5 Aralık 1934'te, kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanındı.
Türk kadını, o yıllarda bazı ileri Avrupa ülkelerinde bile olmayan bir takım haklara sahip oldu.

EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDAKİ İNKILAPLAR


Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun Kabulü

TBMM tarafından 3 Mart 1924'te kabul edildi.
Tevhidi Tedrisat Kanunu'na göre :
Ülkedeki bütün medrese ve okullar Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı.
Ders programlarının, Bakanlık tarafından hazırlanması ve okulların denetim altına alınmasına karar verildi.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabulü ile eğitim ve öğretimde yapılan değişiklikler;
Devlet ülkedeki eğitimin tamamına müdahale etmeye başladı.
Milli Eğitim Bakanlığı tüm eğitim ve öğretim işlerinden sorumlu tek makam haline geldi.
Eğitimin dini esaslara göre verilmesi bir yana bırakılarak, laik ve çağdaş bir eğitim hedeflendi. Türk kültürünü ve bilincini geliştirici bir eğitim anlayışı ile milli bir toplum yaratma hedeflendi.
1926-1927 yıllarında yapılan çalışmalarla, kız ve erkeklerin ayrı ayrı okutulmasına son verilerek karma bir eğitime geçildi.
2 Mart 1926'da Maarif Teşkilatı Hakkındaki Kanun çıkartıldı.

Türk Harflerinin Kabulü (1 Kasım 1928)

Arap harflerinin kullanımı sırasında, yazı kimi zaman yetersiz kalıyordu.
Arap harfleri çoğu Türkçe ifadelerle uyuşmuyordu.
Arap harfleri ile okuma-yazma öğrenmek zordu ve uzun zaman alıyordu.
1 Kasım 1928'de "Türk Harfleri Hakkında Kanun" kabul edildi.
1929 yılında yurdun her tarafında "Millet Mektepleri" açılmaya başlandı.
Latin Alfabesi'nin kabulü ile ulusal eğitim yolunda bir adım daha atıldı.
Arap kültürünün Türk kültürü üzerindeki etkisi iyice azaldı.
Batı kültürüne ait eserlerin okunması ve çevirileri kolaylaştı.
Batı kültürüne yakınlaşma sağlanmış oldu.

Türk Tarih Kurumu'nun Kuruluşu (12 Nisan 1931)

Türk Tarih Kurumu'nun kurulmasındaki amaç neydi?

- Türklerin dünya medeniyetine olan katkılarını ispatlamak ve böylece Türklerin dünyadaki yerini ortaya koymak.
- Türk tarihini en eski devirlerden itibaren alıp milli bir tarih meydana getirmek.
- Avrupa'da yaygın olan Türklerin sarı ırktan olduğu, bilgi ve becerilerinin olmadığı anlayışını değiştirmek.
- Ermeni ve Rumların Anadolu'nun kendilerine ait olduğu düşüncesini çürütmek.
- Anadolu'nun tarihin en eski devirlerinden itibaren Türklere ait olduğunu ispatlamak.
- Türkler tarafından kurulan uygarlıkları araştırıp bunları ulusa ve dünyaya tanıtmak.

Türk Dil Kurumu'nun Kuruluşu

Türk Dil Kurumu'nun Kurulmasındaki amaç neydi?

- Dildeki ikiliğe son vererek toplumdaki bireyler ile ülke yöneticileri, aydınlarla halk arasındaki iletişimi kolaylaştırmak.
- Sade duru ve kolay anlaşılır bir dil oluşturmak.
- Siyasal alanda sağlanan bağımsızlık gibi Türk dilinde de bağımsızlığı sağlamak.
- Türkçe'yi yabancı dillerin etkisinden kurtarmak.
- Türkçedeki yabancı kelimeleri atıp Türkçe karşılıklarını bulmak,
- Türk diline milli bir gelişme yolunu çizmek,
- Aydın diliyle halk dili arasında görülen ayrıma son vermek.
- Türk dilinin bir bilim ve kültür dili olmasını sağlamak,
- Türkçe bir sözlük hazırlayıp Türkçe'nin zenginleşmesini sağlamak,
- Konuşma dili ile yazı dilinin aynı olmasını sağlamak.

ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİK POLİTİKALAR


Osmanlı Devleti Neden Sanayileşemedi?

1. Osmanlı Devlet Ekonomisinin, sürekli tarımsal üretim ve küçük sanayi üzerine kurulu olması
2. Osmanlı Devleti'nin, Avrupadaki bilim ve teknik alanındaki gelişmeleri takip edememesi.
3. Eğitimeve bilgi birikimine yeterli önem verilmemesi.
4. Osmanlı Devleti'nin kurulduğu ilk yıllarda ekonominin daha çok, gazalardan elde edilen ganimete dayalı olması, ticarete gereken önemin verilmemesi.
5. 1838'de imzalanan Balta Limanı Ticaret Antlaşması ile, başta İngiltere olmak üzere yabancılara iç pazarlarımızda serbest ticaret yapma hakkı verilmesi.
6. Türklerin ticaretten koparak daha çok devlet memurluğunu tercih etmesi, bu alanın azınlıklar ve yabancıların eline geçmesi.
7. 1854'te başlayan dış borçlanmanın artarak devam etmesi ve 1881'de Duyun-u Umumiye'nin kurulması üzerine devlete ait birçok gelirin, yabancı sermaye ve işletmelerin eline geçmesi.

İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat 1923)

Kongre İzmir'de, işçi, çiftçi, tüccar ve sanayici kesiminden oluşan toplam 1135 temsilcinin katılması ile 17 Şubat 1923'te toplandı.

İzmir İktisat Kongresi'nin toplanma amacı :

1. Ekonomik kalkınma için ortak hedeflerin saptanması
2. Ekonomik hedeflere ulşamka için gerekli yöntem ve kaynakların saptanması
3. Yeni Türkiye Devleti'nin ekonomik programının saptanması
4. Siyasi bağımsızlık için şart olan ekonomik bağımsızlığın nasıl sağlanacağının belirlenmesi
Kongre sonunda alınan kararlar "Misak-ı İktisadi" olarak adlandırıldı.

Misak-ı İktisadi Kararları

1. Öncelikle ham maddesi yurt içinde yetişen ve yetiştirilebilen sanayi dalları kurulacak.
2. Kısa sürede küçük işletme ve el tezgahlarından büyük işletmelere geçilecek.
3. Özel sektörün kuramadığı işletmeleri devlet kuracak
4. Özel teşebbüse kredi sağlanacak bir banka kurulacak
5. Dış rekabete dayanabilmek için sanayi bir bütün halinde kurulacak
6. Yabancıların kurduğu tekellerden kaçınılacak
7. Demiryolu inşaatı programa bağlanacak
8. İşçi haklarını korumak amacıyla, kişilere sendika kurma hakkı tanınacak
9. Vergi ve toprak reformu yapılacak

1923 - 1933 Yılları Arasındaki Ekonomik Gelişmeler

İzmir İktisat Kongresi'nden 1933 Yılına Kadar Görülen Gelişmeler :

26 Ağustos 1924'te Türkiye İş Bankası kuruldu.
19 Nisan 1925'te Türkiye Sanayi ve Maden Bankası kuruldu.
1 Temmuz 1926'da, Kabotaj Kanunu yürürlüğe girdi.
28 Mayıs 1926'da TBMM tarafından Teşvik- Sanayi Kanunu kabul edildi.
1928 yılında, İktisat Bakanlığı kuruldu.
1926 yılında İstatistik Genel Müdürlüğü kuruldu.
Osmanlı Devleti'nden kalma demiryolları yabancılardan satın alınarak yeni demiryolları yapıldı.
17 Şubat 1925'te Aşar vergisi kaldırıldı.

UYARI : İzmir İktisat Kongresi'nde alınan kararlar gereği, 1926 yılında özel sektöre yönelik Teşvik-i Sanayi Kanunu (Sanayiyi Özendirme Yasası) kabul edildi. Fakat özel sektörün sermayesi ve gerekli kadrosu hazır olmadığından bu yasa başarılı olamadı.

1933 - 1938 Yılları Arasındaki Ekonomik Gelişmeler

1933 - 1938 yılları arasında, İzmir İktisat Kongresi'nde alınan Misak-ı İktisadi kararlarının temel amacı olan özel girişimciyi sanayi alanına çekmek mümkün olmadı.
1926 yılında çıkartılan Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun başarılı olamaması üzerine, sanayileşmenin devlet eliyle yürütülmesine karar verildi.
1933 yılında Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı hazırlandı.
Bu dönemde, Sümerbank önderliğinde büyük bir dokuma sanayi kuruldu.
1936 yılında İkinci Beş yıllık Sanayi planı hazırlandı.
Bu dönemde; madencilik, elektrik santralleri, gıda, kimya, deniz ulaşımı, makina sanayi, deri sanayi gibi alanlarda birtakım planlar yapıldı.
1935'te Maden Tetkik Arama Enstitüsü kuruldu.
1937'de Etibank önderliğinde Türkiye'nin ilk demir çelik fabrikası Karabük'te açıldı.
1938'de başlayan İkinci Dünya Savaşı nedeniyle İkinci Beş Yıllık Sanayi planı tamamlanamadı.

 B   E   L   G   E   L   E   R 

SALTANATIN KALDIRILMASI HAKKINDA MECLİS GENEL KURUL KARARI

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN SON BULUP TBMM HÜKÜMETİNİN KURULMASI HK. MECLİS KARARI

VAHDETTİN’İN İSTANBULDAN KAÇIŞ İÇİN İNGİLİZLERE BAŞVURUSU (EK-BELGE)

YÜZELLİLİKLER LİSTESİ

HALİFELİĞİN KALDIRILMASI HAKKINDA KANUN

TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNU

ŞER’İYE VEKALETİNİN KALDIRILMASI HAKKINDA KANUN

KABOTAJ KANUNU

BAZI LAKAP VE UNVANLARIN KALDIRILMASI HAKKINDA KANUN

TEKKE ZAVİYE VE TÜRBELERİN KAPATILMASI HAKKINDA KANUN

GÜNÜN YİRMİ DÖRT SAATE  BÖLÜNMESİ HAKKINDA KANUN

TAKVİMDE TARİH BAŞLANGICININ DEĞİŞMESİ HAKKINDA KANUN

BAZI KİSVELERİN GİYİLEMEYECEĞİNE DAİR KANUN

YERLİ KUMAŞTAN ELBİSE GİYİLMESİNE DAİR KANUN

HAFTA TATİLİ HAKKINDA KANUN

TÜRK HARFLERİNİN KABULÜ VE TATBİKİ HAKKINDA KANUN

ULUSLAR ARASI RAKAMLARIN KULLANILMASI HAKKINDA KANUN

İKTİSADİ MÜESSESELERDE  MECBURİ TÜRKÇE KULLANILMASI HAKKINDA KANUN

SOYADI KANUNU

KEMAL ÖZ ADLI CUMHURREİSİMİZE ATATÜRK SOYADI VERİLMESİ HAKKINDA KANUN

ATATÜRK HAKKINDA İŞLENEN SUÇLAR HAKKINDA KANUN

İLK KADIN MİLLETVEKİLLERİMİZ


TÜRK ORDUSU VE MİLLİ SAVUNMA
   

Askeri Alanda Gelişmeler

        "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu", Türk milleti­nin ayrılmaz bir parçasıdır. Türk ordusu, "Türk bir­liğinin, Türk gücünün ve yeteneğinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir." (Resim 53).

Türk ordusu, çok zor şartlar altında yaptığı Kurtuluş Savaşı'nı, büyük bir zaferle bitirdi. Fakat, savaş gücünün önemli bölümünü de kaybetti. Barış durumuna geçildikten sonra, çıkabilecek bir savaşa göre yeniden hazırlanmak gerekliydi. Ordunun modem silah araç ve gereçlerle donatılması şarttı. Bu, o gün­kü mali ve ekonomik durumumuza göre pek kolay bir iş değildi. Fakat, "Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddi, manevi fedakarlığı göze almayan bir millet, esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçirir". Bu gerçekten hareketle ordunun, modem duruma getirilmesi için her imkandan yararlanıldı. Türk ordusu, bir yandan modem silah araç ve gereçlerle donatılırken, diğer yandan da eğitimine önem verilerek güçlendirildi (Resim 54). Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri olarak yeniden teşkilatlandırıldı.

Türk ordusunun asıl görevi, yurdumuza yönelecek her türlü iç ve dış tehdi­di önlemek, Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumaktır. Ayrıca kaza, yan­gın, sel ve deprem gibi felaketlerde milletin yardımına koşar. Bunların yanında, ülkemizin kalkınmasında da üzerine düşeni yapar. "Kışla, bizde sadece bir sa­vaş öğretim yeri değil, aynı zamanda bir kültür ocağı, bir sanat okuludur. Ve böyle olmakla da memlekete yaptığı hizmet ölçülemeyecek kadar büyüktür".

Milli Savunma

        Türkiye Cumhuriyeti için savaş, vatan ve millet çıkarlarının savunulması bakımından, kutsal bir görevdir. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinde bir "Savaş Bakanlığı" yoktur. Bir "Milli Savunma Bakanlığı" vardır.

        Hür ve bağımsız yaşayabilmek için, milli savunma önlemleri ihmal edilemez. Onun için devletin başta gelen görevlerinden biri de, milli savunma hizmetidir. Ordunun, her türlü beslenme, barınma, silah, araç ve gereç ihtiyacını Milli Savunma Bakanlığı sağlar. Vatandaşların askerlik görevlerini düzenler.

        Türk ordusu, Atatürk'ün inkılap ve ilkelerine bağlı kalarak ve her zaman ilerici karakteri ile hem yurt savunmasının hem de cumhuriyetin en güçlü teminatıdır. Türk milleti ile bağrından çıkardığı değerli ordusunun, el ele vererek, birlikte yapamayacağı iş, aşamayacağı engel yoktur.

Cumhuriyet Ordusu

        İstiklal savaşından sonra yurt savunmasında ordunun büyük rolü anlaşıldığından, gelişmesinde ve modernleşmesinde devlet, bütün maddi ve manevi gücünü kullanmaktan bir an geri durmadı. Bugün artık savaş gücü, bir milletin siyasi, askeri, ekonomik, kültürel ve manevi varlığının bütün demektir. Herhangi bir saldırı karşısında, vatanın bütün gücü büyük dava uğrunda harekete getirilecek ve zafer sağlanacaktır. Bunun için Cumhuriyet Hükümeti, barış zamanında ordumuzu eğitmek, bilimsel ve teknik bir ordu kurmak için çalışmalara başladı. Ordunun noksanlarını tamamlamak işi Milli Savunma Bakanlığı'na verildi. Ordunun eğitim ve öğretimiyle de Genel Kurmay Başkanlığı meşgul olmaktadır. Askeri Liseler, Harp Okulu, Harp Akademisinin yetiştirdiği değerli elemanlar ordumuzun komutanlık görevini ele almaktadırlar.

        Üniversite mezunları Yedek Subay Okulu'nu bitirdikten sonra orduda subay olarak askerlik görevlerini yapmaktadırlar.

Türklük ve Askerlik

         Türklerin birçok özellikleri yanında en çok belirmiş olan yönü iyi bir asker olmasıdır. Çok eski devirlerden beri çeşitli adlarda kurulmuş olan Türk Devletinin temeli düzenli bir askeri teşkilata dayanır. Askerlik ilk önce Türklerde bir meslek, sonra da milli bir görev olmuştur. Türkler, mükemmel askeri kuruluşları ve değerli komutanları sayesinde varlığını ve bütünlüğünü dünyaya tanıtmıştır. Türk askeri cesur, feragat sahibi, disiplinli ve saygılıdır. Kanuni devrinde Avusturya sefiri olarak İstanbul'da bulunan Büsbek (Busbecq), Türk askerlerinden ve ordu kuruluşlarından şöyle sözeder:

        "Türkler, sefer esnasında sabırlı, tahammülü ve iktisatla hareket ederler.

        Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bu ordu galip gelecek ve payidar olacak, biz ise mahvolacağız. Çünkü Türkler hiç sarsılmamış kuvvete sahip oldukları gibi, kendilerine has zafer itiyatları, meşakkatlere tahammül kabiliyeti, intizam, disiplin, kanaatkarlık ve uyanıklık var."

        Son yüzyıllarda uğradığımız yenilgiler Türk askerinin değil, değersiz komutanların ve bozuk devlet kuruluşunun eseridir. Nitekim Birinci Dünya Savaşında küçümsenen Türk ordusunun çeşitli cephelerde gösterdiği başarılar, Türk askerlik ruhunun kahramanca bir görüntüsüdür. Yine Türk askerlik ruhunun ölmezliğini bilmeyen yabancılar, İstiklal Savaşındaki zaferimizi "Türk mucizesi" diye adlandırdılar.

Atatürk'ün Türk Ordusuna Son Mesajı

        Zaferleri ve mazisi insanlık tarihiyle başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu.

        Memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış isen Cumhuriyetin bugünkü feyizli devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtaları ile mücehhez olduğun halde vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur.

        Bugün, Cumhuriyetin on beşinci yılını mütemadiyen artan büyük bir refah ve kudret içinde idrak eden büyük Türk milletinin huzurunda kahraman ordu, sana kalbi şükranlarımı beyan ve ifade ederken büyük ulusumuzun iftihar hislerine de tercüman oluyorum.

        Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefine dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir iman ve itimadımız vardır. Büyük ulusumuzun orduya bahşettiği en son sistem fabrikalar ve silahlar ile her türlü vazifeyi ifaya müheyya olduğunuza eminim. Bu kanaatle kara, deniz ve hava ordularımızın kahraman ve tecrübeli komutanları ile subay ve eratını selamlar ve takdirlerimi bütün ulus muvacehesinde beyan ederim.

        (On beşinci Cumhuriyet Bayramı münasebetiyle Başvekil Celal Bayar tarafından Reisicumhur Atatürk adına okunan hitabe)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN
DIŞ SİYASETİ
 

1. MİLLİ SİYASETİMİZİN DAYANDIĞI İLKELER

  2. MUSUL SORUNU
  3. FRANSA İLE İLİŞKİLER
  4. YUNANİSTAN İLE İLİŞKİLER
  5. İTALYA İLE İLİŞKİLER
  6. RUSYA İLE İLİŞKİLER
  7. DOĞULU DEVLETLER İLE İLİŞKİLER
  8. MİLLETLER CEMİYETİNE GİRİŞ
  9. BALKAN ANTANTI
  10. MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ  
  11. SADABAT PAKTI

  12. ANKARA PAKTI
  13. ÖZET

MİLLİ SİYASETİMİZİN DAYANDIĞI İLKELER

      Siyaset genel olarak, devletin iç ve devletlerarası güvenliğini sağlamak için tutulan yol olarak tarif edilebilir. Bu devlete halkın huzur ve refahı ile devletlerarası durumun sağlamlığı siyasetine bağlıdır. Devletlerin büyük komutanlara olduğu kadar, büyük diplomatlara da ihtiyaçları vardır. Askeri zaferleri, diplomatik zaferler desteklemezse kazanılan zafer tam sayılmaz. Bazen bir devlet askeri gücüne başvurmadan diplomasi yoluyla gayelerine erişebilir. Yalnız bu gayenin hak prensibine dayanması ve milli olması şarttır.

      Osmanlı İmparatorluğunun dış siyaseti iki esasa dayanıyordu. Savaş ve idare maslahat. Halbuki yeni Türk Devletinin dış siyaseti, Osmanlı İmparatorluğunun dış siyasetinden tamamen farklıdır. Bu siyaset Barış ve dostluk esasına dayanır. Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra kurulan Milli Hükümetin takip edeceği siyasetin esaslarını Atatürk Şöyle özetlemiştir:

      "Topraklarımız hakkında istilacı emeller besleyenlere karşı savaş istiklalimizi tanımaya mütemayil olanlarla anlaşma."

      Milli siyasetimiz, emperyalist bir gaye gütmez, gayesi tamamıyla millidir ve şu esaslarda toplanır:

      "Milli siyaset dediğim zaman kastettiğim mana ve medlul şudur: Hududu milliyemiz dahilinde her şeyden evvel kendi kuvvetimize müsteniden muhafazai mevcudiyet ederek milli ve memleketin hakiki saadet ve umranına çalışmak."

      Milli siyasetimizin dış bölümünün esaslarını Atatürk şöyle açıklamıştır.

      "Biz hududu milliyemiz dahilinde hür ve müstakil yaşamakta başka bir şey istemiyoruz. Biz Avrupa'nın diğer milletlerinden esirgenmeyen hukukumuza tecavüz edilmemesini istiyoruz."

      İstiklal Savaşından kazandığımız zaferlerden ürken ve direnmemizin, milli oluşundan haberi olmayan devletler, yeni Türk Devletinin dış siyasetinin hedefi hakkında endişeye düştüler. Atatürk, istilacı ve kinci bir siyaset gütmediğimizi şu fikirleriyle açıkladı:

      "Ancak benim milletimi esir etmek isteyen bir milletin, bu arzusundan sarfınazar edinceye kadar, biaman düşmanıyım."

      Türkiye Cumhuriyeti hep Atatürk'ün çizdiği "Milli Siyaset" prensibine bağlı kaldı. Milli Siyaset, Misakı Milli esaslarına göre çizilen sınırlar içinde bağımsız, mutlu ve refahlı bir Türkiye Devleti yaratmak; dünyada insanlık prensibinin egemenliğini temin etmek gayesine dayanmaktadır. Bu sebeple "Yurtta sulh, cihanda sulh" vecizesi Cumhuriyetin değişmez prensiplerinden biri olarak kabul edildi.

MUSUL SORUNU

      Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra, Türkiye'yi en çok meşgul eden ve bir ara barış için de tehlikeli olan sorun İngiltere ile Musul Antlaşmazlığı olmuştur. Lozan Konferansı'nda Türk-Irak sınırının çizilmesi hususu müzakere konusu olduğundan, Türkiye halen Irak sınırları içinde kalan Musul ve Süleymaniye bölgeleri halkının büyük çoğunluğunun Türk olması dolayısıyla, bu bölgelerin Türkiye'nin sınırları içinde bulunması gerektiğini savunmuştur. İngiltere ise buna itiraz ederek, bu bölgelerin Irak sınırları içinde olduğunu iddia etmiştir. Böylece Irak sınırımız Lozan'da kesin bir sonuca bağlanamamış, Antlaşmazlığın giderilmesi için iki taraf karşılıklı görüşmelerle soruna bir çözüm bulacaklarını, şayet anlaşamazlarsa, Milletler Cemiyeti Konseyi'ne gidileceği hususunda mutabakat sağlamışlardı.

      Uyuşmazlığı gidermek için 1924'te İstanbul'da toplanan konferansta, İngilizler Musul Vilayetinden başka Hakkari vilayetinin de Irak sınırlarına katılması talebini ileri sürmüştür. Başarılı olmayan ikili görüşmeler sonunda, Lozan Barış Antlaşması hükümleri uyarınca mesele Milletler Cemiyeti Konseyi'ne getirildi. Konseyin teşkil ettiği bir Komisyonun verdiği rapora uyularak, Milletler Cemiyeti de Musul'u Irak'a bırakmanın uygun olacağını belirtti. Türkiye, Milletler Cemiyeti Konseyi'nin bu tavsiye kararı üzerine, Antlaşma yolunu tercih ederek İngiltere ile 5 Haziran 1926 tarihinde bir antlaşma imzalamıştır. Bu antlaşma ile Türk -İngiliz siyasi uyuşmazlığı bir çözüm şekline bağlanmış, Musul bunalımı sona ermiş ve Türk - Irak sınırı da çizilmiştir.

      Musul bunalımı, Türkiye ile Sovyet Rusya'yı birbirine yaklaştırmış, 17 Aralık 1925'de Paris'te "Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Paktı"nın imzalanmasına neden olmuştur.

FRANSA İLE İLİŞKİLER

      Lozan'dan intikal eden Osmanlı borçları, Türkiye-Suriye sınırının tespiti, misyoner okulları ve Adana-Mersin demiryollarının satın alınması sorunları, Türkiye ile Fransa arasında önemli uyuşmazlık konuları idi.

      20 Ekim 1921 tarihli Ankara Antlaşmasına göre, Türkiye-Suriye sınırını kesin olarak çizecek komisyon çalışmalarından sonuç alınamaması Türkiye ile Fransa'nın diplomatik temaslarla sorunu halleden Dostluk ve İyi Komşuluk Sözleşmesi'nin 18 Şubat 1926'da parafe edilmesine rağmen söz konusu sözleşme, Musul Antlaşmazlığının halli sonunda ancak 30 Mayıs 1926'da imzalanmıştır.

      Asıl önemli konu borçlar sorunuydu. Bu sorun 13 Haziran 1928'de Paris'te Türk Hükümeti adına Paris Büyükelçisi ile Osmanlı Düyunu Umumiyesi adına ilgililer arasında bir Antlaşmaya varılarak sonuçlandırılmıştır. Ancak, 1929 yılında başlayan dünya ekonomik bunalımı borçların ödenmesini güçleştirmiş, Türkiye de Hoover Moratoryumu'ndan -borçların ertelenmesi- faydalanmak istemiştir. Paris'te yapılan görüşmeler sonunda ilk antlaşmadan çok daha uygun şartlarla yeni bir antlaşma 22 Nisan 1933'te imzalanarak borçlar sorunu da çözüme kavuşturulmuştur.

      Yabancı okullarda tarih ve coğrafya derslerinin Türkçe ve Türk öğretmenler tarafından okutulması için hazırlanan yönetmelik, Fransa ile derin Antlaşmazlıklara neden olmuştur. Kapitülasyon sisteminin kalıntılarını temizlemek amacıyla, bir Fransız şirketi tarafından işletilen Adana-Mersin demiryolunun bir kanunla satın alınmak istenişi, Fransa ile aramızda yeni bir uyuşmazlık ortaya çıkarmıştır. Ancak, bu uyuşmazlık da 1929 yılında yapılan bir Antlaşma ile noktalanmıştır.

YUNANİSTAN İLE İLİŞKİLER

Lozan Barış Antlaşması'ndan önce, 30 Ocak 1923'te imzalanan Lozan Barış Antlaşmasına ek bir sözleşme ve protokolle Türkiyeli Rumlarla, Yunanistan'daki Müslüman Türklerin değiştirilmesi öngörülmüştü. Ancak, bundan Batı Trakya Türkleri ile İstanbul'da oturan (sakin-etabli) Rumlar istisna edilmişlerdi. Yunanlıların İstanbul'da daha çok Rum alıkoymak istemeleri, Antlaşmada mevcut sakin (etabli) deyiminin yorumunda uyuşmazlığa sebebiyet vermiştir. Ağır bunalımlara neden olan bu uyuşmazlık, 6-7 yıl devam ettikten sonra, 1930 yılında çözülmüştür. Böylece, iki taraf arasında uzun süre devam eden huzursuzluk ortadan kaldırıldığı gibi, Türk-Yunan ilişkilerinin düzelmesine ve ilerde Balkan Paktı'nın kurulmasına ön ayak olmuştur.

İTALYA İLE İLİŞKİLER

     İngiltere ile Musul sorununun ağır bunalımlar geçirdiği bir devrede ve Yunanlılarla "etablis" Antlaşmazlığının verdiği huzursuzluğun devam ettiği sırada, Türkiye toprakları üzerinde, 1. Dünya Savaşı'ndan intikal elden emelleri olan İtalya, Türkiye üzerinde siyasi ve psikolojik baskı yaparak resmi taleplerde bulunuyordu. Türkiye'nin Musul sorununu halletmesi, Fransa ile uyuşmazlığını bir çözüm tarzına bağlaması, Türkiye'nin sınırlarını kesin olarak ortaya koymuştu. Lozan'dan itibaren, her geçen gün güç kazanan Türkiye, sömürgeci politikaya şiddetle karşı koyacağını göstermek için gereken tedbirleri de almıştı.

      İtalya'nın Arnavutluk'u nüfuzu altına alması, Yugoslavya'da korku uyandırdı ve Fransa'yı Yugoslavya'ya yanaştırdı. İtalya artık Anadolu üzerinde hayale dayanan sömürgecilik politikasından vazgeçti. Türkiye'ye yakınlaşmaya başladı ve böylece Türkiye İtalya arasında, 30 Mayıs 1928'de Tarafsızlık ve Uzlaşma Antlaşması'nın imzalanması mümkün oldu.

      İtalya'nın Habeşistan'a saldırması ve Milletler Cemiyeti'nin bu saldırıya karşı, 16. maddesinde öngörülen ekonomik zorlama tedbirlerini uygulaması ve Türkiye'nin de bu zorlayıcı tedbirlere katılması, bir taraftan uluslararası işbirliğinin tezahürü olmakla beraber, diğer taraftan da Türkiye'nin İngilizlerle yakın ilişkiler kurmasına neden olmuştur. Zorlayıcı tedbirlerin uygulanmasında, İngiltere'nin Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya'ya teminat vermesi bu devletlerde rahatlık ve güvenlik uyandırdığı gibi, karşılıklı yardım taahhüdü de Akdeniz Paktı adı ile anılan paktın doğumuna neden olmuştur.

      Türk-İtalyan ilişkileri, İtalyan-Habeş Savaşından sonra geçici olarak düzelmişse de Akdeniz'de yapılmakta olan denizaltı korsanlığını önlemek amacıyla toplanan Eylül 1937 Nyon Konferansı sonunda aktedilen Nyon Antlaşması ile yeniden bozulmuştur. Türkiye bu konferansta İngiltere'yi desteklemiş ve milliyeti belirsiz denizaltılara karşı ortak uygulamayı kabul etmiştir.

RUSYA İLE İLİŞKİLER

      Musul Antlaşmazlığı, Türkiye ile İngiltere'yi karşı karşıya getirmiş olmasına karşılık, Türkiye ile Sovyet Rusya'yı da birbirine yakınlaştırmıştır. Sovyet Rusya'nın Türkiye'ye yakınlaşmasına, Locarno Antlaşmaları ile Almanya'nın Batılılar safında yer almasından duyulan endişe neden olmuştur. Bu yakınlaşma, Paris'te 17 Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması'nın imzalanması sonucunu doğurmuştur.

      Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması'ndan sonra, Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'ın Odesa'yı ziyareti, Türk-Sovyet ilişkilerinin gelişmesine vesile olmuştur. Bu yakınlık, Sovyetleri, toplanmakta olan silahsızlanma konferansına Türkiye'nin katılmasını teklif etmeye kadar götürmüş ve böylece Türkiye, Lozan'dan beri ilk defa uluslararası işbirliğine çağrılmıştır.

      Yeni Türkiye'nin Batılı devletlerle Antlaşmazlıklarını bir çözüme vardırması, Antlaşmazlıkları halletmesi ve Batılı devletlerle iyi ilişkiler kurması, Rusya'da iyi karşılanmamıştır. Türkiye'deki komünist hareketine karşı daha dikkatli ve hassas davranmıştır. Sovyetler, Türk Hükümeti'nin komünizm aleyhine aldığı sert tedbirleri şiddetli bir tepki ile karşılamıştır.

      1930'dan 1938'e kadar, Türk-Sovyet ilişkileri dostane bir şekilde yürüdü. Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girişi önceleri Sovyetler tarafından istenmedi. Daha sonra, Sovyetlerin Milletler Cemiyeti'ne girmesi hususunda, Türkiye'nin girişimi ve tecavüzün tarifi hakkındaki antlaşmalara her iki devletin de katılmaları dış politikada işbirliğini sağlamıştır. Montreux Konferansı ve bu konferans sonunda imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türk-Sovyet ilişkilerinde ayrılığın ilk adımını teşkil etmiştir. Montreux'de kabul edilen yeni sistem, Sovyetler bakımından yetersiz görülmüştür. Montreux Konferansı, Türkiye'nin, Rusya ve İngiltere ile olan ilişkilerinde yeni gelişmelerin başlangıcı olmuştur. Boğazlar Sözleşmesi ile Türkiye İngiltere'ye yaklaşmıştır. Bunda Türkiye'nin kendi güvenliğinin rolü olduğu gibi, Sovyetlerin kendi rejimlerini Milli Mücadele'nin başından itibaren Türkiye'de uygulamak hususunda izledikleri politikanın da önemli rolü olmuştur. 1930-1938 devresi arasında Türkiye'nin dış politikasında Milletler Cemiyeti'ne girişi, Balkanlarda barış ve güvenliği temine yarayan Balkan Antantı'nı tesis etmesi ve keza Orta Doğu'da barış ve güvenlik amili olarak Sadabad Paktı'nı imzalaması ve bilhassa Türkiye'yi hayati bakımdan ilgilendiren Boğazlar ve Hatay meselelerini barışçı yollarla halletmesi başarılı adımlar olarak tarihe geçmiştir.

DOĞULU DEVLETLER İLE İLİŞKİLER

Türkiye-Afganistan

      Yeni Türkiye, kuruluşundan itibaren, doğuda Afganistan'la iyi ilişkiler kurmuş, 1 Mart 1921 tarihli Moskova'da imzalanan dostluk antlaşması ile yalnız hükümetler arası değil, halklar arası da dostluk ve yakınlık tesisine çalışmıştır. Afgan Kralı Amanullah Türkiye'yi ziyaretinde, 25 Mayıs 1928'de Ankara'da Türk-Afgan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalanmıştır. Gerek Afganistan'da gerekse Türkiye'de iktidar değişikliği bu dostlukları zedelememiştir.

Türkiye-İran

      Türkiye ile İran arasında, sınır bölgesinde aşiretlerin yarattıkları sınır uyuşmazlıkları gidermek için 22 Nisan 1926'da Güvenlik ve Dostluk Antlaşması ve bu antlaşmayı daha etkili bir hale getiren ve ona ek 15 Haziran 1928 tarihli protokol imzalanmıştır.

1930-1938 Devresi

      1930 yılına girerken Türkiye, büyük devletlerin hepsi ile normal ilişkiler kurmuştur. Sovyet Rusya ile geleneksel dostluk bağları devam etmekle beraber, Rusya dayanılan tek büyük devlet olmaktan çıkmış bulunuyordu. 1930 yılından itibaren Türkiye, aktif bir politika takip ederek, kendi bölgesinde barışın ve güvenliğin korunması yolunda gerekli teşebbüslere girişmiştir. Türkiye için bu devrenin en önemli olaylarını; Türkiye'nin Milletler Cemiyeti'ne girişi, Balkanlarda işbirliği sonucu doğan Balkan Antantı, Türk-İngiliz yakınlaşması, emperyalist İtalya karşısında Türkiye'nin durumu, Türk-Sovyet ilişkileri, Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türk-Fransız ilişkileri ve Sancak Antlaşmazlığı ile Sadabad Paktı oluşturur.

MİLLETLER CEMİYETİNE GİRİŞ

      Hakka ve milli çıkarlara dayanan milli siyaseti ve içte düşmanlarına karşı kuvvetli bir orduya sahip oluşu sayesinde Türkiye Cumhuriyeti, bütün devletlerin saygı ve takdirini kazandı. Türkiye'nin dünya barışının korunmasında gösterdiği gayreti gören Milletler Cemiyeti, 1932'de Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini cemiyete girmeğe resmen davet etti. Öneri hükümetimiz tarafından kabul edildi. Çünkü milli siyasetimiz yüksek bir insanlık duygusuna dayanmaktaydı. Türk Milleti, kendi topluluğu dışında olanlara yabancı ve düşman gözü ile bakmadığı gibi, dünya barışı ve milletlerin saadeti için çalışmayı bir görev olarak kabul etmektedir. Atatürk, bir nutkunda bütün dünya milletlerinin barışa olan ihtiyaçlarını şöyle açıklar:

      "Dünya ve dünya milletleri arasında sükun ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan mahrumdur."

      Türkiye temkinli siyaseti yüzünden dünya devletleri arasında önemli bir yer edindi. Dostluğu aranılır ve güvenilir bir devlet olan Türkiye'yi birçok devlet başkanları ziyaret ettiler. Türkiye birçok devletlerle dostluk anlaşmaları, komşu devletlerle de saldırmazlık paktları yaptı.

BALKAN ANTANTI
(9 Şubat 1934)

      Birinci Dünya Savaşı sonunda sınırların en fazla değişikliğe uğradığı yer Doğu ve Güney-doğu Avrupa idi. Buradaki devletlerden bir kısmı savaş sonunda düştükleri durumdan memnun değillerdi. Bulgaristan, Nöyyi Antlaşmasıyla Yugoslavya, Romanya ve Yunanistan'a terkettiği toprakları geri almak istiyordu. Ayrıca 1932 yılından beri de Avrupa için için kaynamağa başlamıştı. Bu durum Türkiye dahil, Balkan Devletlerini kendi güvenliklerini koruyacak tedbirler almağa zorladı. Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya arasında cereyan eden görüşmelerden sonra Balkan Antantı imzalandı (9 Şubat 1934). Anlaşmanın görüşülmesi sırasında Bulgar Hükümeti de davet edilmiş, fakat bu antanta Bulgaristan girmemiştir.

      Balkan Antantının hedefi, Balkanlardaki toprak statüsünün bir Balkan devleti tarafından bozulmasına engel olmaktı. Üç maddeden ibaret olan bu anlaşma şu esasları kapsar:

      1-Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya kendi Balkan sınırlarının güvenliğini karşılıklı olarak kefil olurlar.
      2-Dört Balkan devleti birbirlerine haber vermeden başka bir Balkan daveti ile anlaşma yapmamayı, çıkarlarını bozabilecek olasılıklar karşısında birlikte tedbir almayı üstlerine alırlar.
      3-Her Balkan devleti bu antlaşmaya katılabilecektir.

MONTRÖ BOĞAZLAR SÖZLEŞMESİ

      Lozan Antlaşması yeni Türkiye için siyasi bir zafer olmasına rağmen açık bıraktığı bir nokta vardı. Antlaşmanın Boğazlara ait kısmındaki şartlara göre Boğazlar, Türkiye Cumhuriyetinin hükümranlığından ayrılarak askersiz bir bölge olarak kabul ediliyordu. Barış ve savaş zamanlarında ticaret ve savaş gemilerinin Boğazlardan geçmesi serbest bırakılmıştı. Boğazların güveni İngiltere, Japonya, Fransa ve İtalya'ya verilmişti.

      1936 yılına kadar Boğazların uluslararası yönetimi Türkiye için bir tehlike teşkil etmiyordu. Fakat İkinci Dünya Savaşı arifesinde Avrupa'da birçok siyasi değişiklikler oldu. Boğazların herhangi bir saldırıya karşı korunmasını üzerine alan devletlerden İtalya, Habeşistan'a saldırdı. Japonya ise kendiliğinden Milletler Cemiyetinden çekildi. Bundan başka dünya barışının korunması için toplanan konferanslar da bir sonuca varmadan dağılmış, bütün devletler yeniden silahlanmağa başlamıştı.

      Siyasi havanın bozulduğunu gören Atatürk, Boğazlar sorununu kesin olarak çözmeğe karar verdi. Türk Hükümeti, Milletler Cemiyetine başvurarak Lozan Antlaşmasındaki Boğazlara ait hükümlerin değiştirilmesini istedi. Bunun üzerine İsviçre'nin Montrö şehrinde bir konferans toplandı. Ve 20 Temmuz 1936'da Montrö Antlaşması imza edildi. Montrö Antlaşmasının esas maddeleri şunlardır:

      1-Boğazlar kayıtsız şartsız Türk hükümranlığına bırakılacak, tahkimat yapmak hakkı tanınacaktır.
      2-Barış zamanında her devletin ticaret gemileri serbestçe geçebilecek, buna mukabil savaşta ve barışta asker ve sivil hava kuvvetlerinin geçmesine müsaade edilmeyecektir.
      3-Savaş zamanında eğer Türkiye tarafsız kalmışsa ticaret gemileri geçebilecektir.
      4-Barış zamanında denizaltı gemileri müstesna olmak şartıyla savaş gemileri on beş gün evvel Türkiye Hükümetine haber verecek, gidecekleri yer, isim, tip ve adetleri bildirilecek ve uçak kullanmamak şartıyla Boğazlardan geçebileceklerdir.
      5-Eğer Türkiye savaşa girmişse yalnız tarafsız devletlere mensup ticaret gemileri, düşmana hiç bir surette yardımda bulunmamak şartıyla gündüzün serbestçe geçebileceklerdir.

      Not : Montrö Antlaşması yirmi yıl süreyle yürürlükte kalacak, beş yılda bir gözden geçirilecektir.

      Montrö Konferansında Türk tezinin iyi savunulmuş olması ve Türk isteklerinin meşruluğu, Boğazlar üzerinde kayıtsız şartsız Türk egemenliğinin kurulmasını sağlamıştır.

Sadabad Paktı
(9 Temmuz 1937)

        Türkiye Balkanlarda barışın sağlanmasıyla meşgul olurken Orta Doğu'daki komşularıyla da samimi ilişkiler kurmağa çalıştı. Doğu'da Türkiye ile ilgilenen üç devlet vardı: İran, Irak, Afganistan. Bu devletler için Türkiye bir örnek ve kuvvetli bir dayanaktı. Türkiye'nin bu komşularının gaye ve hedefi hür ve bağımsız yaşamak, yabancıların sömürmesinden kurtularak kalkınmaktı. Bu gaye ve hedeflerin gerçekleşmesi bir barış cephesinin kurulması ile mümkündü. Atatürk'ün bu yoldaki çalışmaları sonucunda Tahran'da Sadabat Sarayında, Türkiye, Irak, İran ve Afganistan'ı birbirine bağlayan Sadabat Paktı imzalandı (9 Temmuz 1937).

Ankara Paktı (19 Ekim 1939)

       Almanya'da iktidarı ele geçiren Nazi yöneticileri saldırı ve istila siyaseti güdüyorlardı. Hitler, bütün dünyayı tehdit ediyordu. İngiltere, Alman saldırısına karşı bir savunma sistemi kurmağa çalışıyordu. Bu arada Doğu Akdeniz ve Balkanlarda saldırıyı durdurabilmek gayesiyle Türkiye ve Sovyetler Birliği ile bir bağlaşma imzalamak için girişimde bulundu. Görüşmeler sürerken Rusya ansızın Almanya ile anlaştığını bildirerek müzakerelerden çekildi. O sırada Moskova'da bulunan Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu geri dönmek zorunda kaldı.

      Sovyet Rusya'nın çekilmesinden sonra daha evvel hazırlanmış olan Türk-İngiliz ve Fransız İttifakı, Ankara'7a imzalandı (19 Ekim 1939). Bu bir saldırmazlık paktı idi. Bu pakt Doğu Akdeniz'i ve Balkanları bir saldırıya karşı korumak maksadıyla yapılmıştır.

      Ankara Paktının Maddeleri:
      1-Türkiye, herhangi bir Avrupa devletinin tecavüzüne uğrarsa, İngiltere ve Fransa ona yardım edecektir.
      2-Akdeniz'de Türkiye'nin girdiği bir savaş olursa İngiltere ve Fransa ona yardım edeceklerdir.
      3-Romanya ve Yunanistan'a vermiş oldukları garanti icabı, İngiltere ve Fransa bir savaşa girişirlerse, Türkiye kendilerine elinden gelen her yardımı yapacaktır.
      4-Akdeniz'de, İngiltere ve Fransa'nın giriştiği bir savaş olursa Türkiye onlara yardım yapacaktır.
      5-Avrupa'da başlayan herhangi bir savaşın Akdeniz'e sirayeti halinde her iki tarafın birbirlerine yardım taahhüdü mevcuttur.

      Alman saldırısı ile başlayan İkinci Dünya Savaşında Fransa'nın yenilmesi ve İngiltere'nin savunmaya çekilmesi durumunda bile bağlaşma bozulmadı. Bugün İngiltere ve Türkiye arasındaki bağlaşma aynı koşullar altında sürmektedir. Barış yolunda bütün çalışmalar Türkiye'yi Yakın Doğu'nun bir barış kuvveti haline getirdi.

ATATÜRK DÖNEMİNDE İZLENEN DIŞ POLİTİKA

 

Atatürk’ün Dış Politikasının Temel İlkeleri :

              Dış politikanın temelleri Erzurum Kongresi’nde atıldı. Belirlenen politikanın ilkeleri şunlardır:

              Rejim farkı gözetmeksizin her devletle iyi geçinilmeli.

              Devletlere karşı aşırı düşmanlıktan ve aşırı iyimser olup bağlılıktan kaçınılmalı.

              Geçmişten ders alarak geleceği ona göre tayin etmeli.

              Devletlerarası ilişkilerde duygusallıktan uzak, gerçekçi ve akılcı olmalı.

 

              Aksiyoner davranmalı, fakat maceraya atılmamalı.

              Sorunların çözümünde sıra takip edilmeli.

              Türkiye Cumhuriyeti tam bağımsız olmalı.

              Azınlıklara verilen ayrıcalıklar sona ermeli.

              “Yurtta sulh, cihanda sulh.”

              Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkarmak.

              Türk Milleti’nin refah seviyesini yükseltmek.

              Modern Avrupa ile Türkiye’yi bütünleştirmek.

              Modern uygarlıkların değer yargılarını Türkiye’ye yerleştirmek.

              Türkiye’de milli egemenliği yerleştirmek.

              Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini sağlamak.

              İhtiyaçlara cevap veremeyen eski rejimin kurumlarını değiştirerek yerine çağdaş kurumları kurmak.

              Atatürk İlkeleri’nin yerleşmesini sağlamak.

 

A) 1923-1930 DÖNEMİ DIŞ POLİTİKA

 

a) Irak Sınırı ve Musul Meselesi

              Kurtuluş Savaşı’nda Musul alınamamış ve İngiltere burada Manda rejimini ilan etmiştir.

              Lozan Barış Antlaşması’nda da Musul Meselesi halledilememiştir.

              Musul Meselesi’nin çözümü için Türkiye ile İngiltere 19 Mayıs 1924’te bir araya gelip bir konferans düzenlenmiş, ancak burada da bir sonuç alınamamış ve sorun Milletler Cemiyeti’ne götürülmüştür.

              Milletler Cemiyeti’nde de bir sonuç alınamayınca Adalet Yüksek Divanı’na gidilmiş, fakat yine sonuç alınamamıştır.

              Bu sırada Şeyh Said İsyanı çıkmış ve Türkiye Musul Meselesi üzerine gerektiği şekilde gidememiştir.

              Sonunda Türkiye, Milletler Cemiyeti’nin şartlarını kabul ederek, İngiltere ile Ankara Antlaşması’nı imzalamıştır (5 Haziran 1926). Buna göre:

              Musul ve Kerkük Irak’a bırakılacak.

              Irak, Musul’a karşılık petrol üzerinden alınan verginin %10’unu 25 yıl süreyle Türkiye’ye verecek.

              Hakkari sınırı Türkiye’nin lehine düzenlenecek.

Not :       Ankara Antlaşması ile Misak-ı Milli sınırları içinde önemli bir bölge kaybedilmiştir.

 

b) Yabancı Okullar Sorunu

              Yabancı okulların 1925-2926 yönetmeliklerine uyması kabul edilmiştir.

              Yabancı okulların tarih ve coğrafya derslerine Türk öğretmenlerin girmesine karar verilmiştir.

              Ders kitaplarında Türkiye aleyhine yazıların kesinlikle konmaması şartı getirilmiştir.

              Din derslerine yalnızca bağlı bulunulan dinin öğrencilerinin girmesine izin verilmiştir.

              Bu şartlar Fransa ile Türkiye arasındaki iyi ilişkilerin kurulmasının gecikmesine neden olmuştur.

 

c) Nüfus Mübadelesi (1 Aralık 1926)

              Lozan’da, İstanbul dışındaki Rumlar il, Batı Trakya dışındaki Türkler’in karşılıklı değişimi kabul edilmiştir.

              Lozan’da “yerleşik” kelimesinin kullanılması daha sonra yanlış anlamalara neden olmuştur.

              Sorunu halletmek için Milletler Cemiyeti’ne gidilmiştir.

              Sorun çözülemeyince Yüksek Adalet Divanı’na gidilmiş, fakat sorun burada da çözülememiştir.

              Yunanistan Türkler’in mallarına el koyunca Türkiye de kendi topraklarındaki Rumlar’ın mallarına el koymuştur.

              Sonunda Atina’da bir anlaşma ile sorun halledilmiş ve nüfus mübadelesi gerçekleşmiştir (1 Aralık 1926).

              Başka bir antlaşma daha yapılarak İstanbul’da yaşayan Rumlar ile Batı Trakya’da yaşayan Türkler “yerleşik” kabul edilmiştir (10 Haziran 1930).

              Yunan Başbakanı Venizelos Türkiye’yi ziyaret etmiş ve iki ülke arasında iyi ilişkiler başlamıştır (Ekim 1930).

              1954’te Kıbrıs Sorunu’nun çıkması ile ilişkiler tekrar bozulmuştur.

 

d) Borçlar Meselesi

              Osmanlı'nın en çok borcu olduğu ülke Fransa idi.

              Borçların ödenmesi için 1926-1933 arası Fransa ile görüşmeler yapılmış ve ödemelerin taksitle yapılması karara bağlanmıştır.

              1929 Dünya Ekonomik Buhranı nedeni ile ödemeler 1954’e kadar sürmüş, 1983’e kadar faiz ödenmiştir.

 

B) 1930-1939 DÖNEMİ DIŞ POLİTİKA

a) Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne Girişi (18 Temmuz 1932)

              Milletler Cemiyeti sürekli büyük devletlerin çıkarlarını koruduğundan Türkiye, cemiyete girmeyi düşünmemiştir.

              Musul Meselesi’nde de Milletler Cemiyeti İngiltere’ye taraf olmuştur.

              İspanya Türkiye’ye Milletler Cemiyeti’ne girmesini teklif etmiş, Yunanistan da bu teklifi desteklemiştir (Temmuz 1932).

              Türkiye 18 Temmuz 1932’de Milletler Cemiyeti’ne üye olmuştur.

 

b) Balkan Antantı (9 Şubat 1934)

              Avrupa’da Demokrasi, Faşizm ve Sosyalizm çekişmeleri başlamıştır.

              İtalya ve Almanya, Balkanlar üzerinde yayılmacı politika sergilemiştir.

              Türkiye Balkan sınırlarını güvence altına almak istemiş ve girişimler sonunda Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında Balkan Antantı imzalanmıştır (9 Şubat 1934). Buna göre:

              Devletler sınırlarını karşılıklı olarak garanti etmişlerdir.

              Birbirine danışmadan hiç bir ülke başka bir Balkan ülkesiyle anlaşma imzalamayacaktır.

              Gizli bir anlaşma ile de Balkanlı olmayan başka bir devletin saldırısına karşı nasıl davranılacağı belirlenmiştir.

Not 1:     Bu anlaşmaya Arnavutluk, İtalya’dan korktuğu için; Bulgaristan ise Neuilly Antlaşması’ndan memnun olmadığı ve yayılma düşüncesine sahip olduğu için katılmamıştır.

Not 2:     II.Dünya Savaşı ile Balkan Antantı dağılmıştır.

 

c) Montrö Boğazlar Sözleşmesi (20 Temmuz 1936)

              Milletler Cemiyeti’nin barışı sağlamada yetersiz olması ve İtalya’nın yayılmacı politikası Türkiye’yi endişelendirmiştir.

              Türkiye’nin çağrısı ile Türkiye, İngiltere, Fransa, SSCB, Yunanistan, Yugoslavya ve Japonya arasında Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanmıştır (20 Temmuz 1936). Buna göre:

              Boğazlar Komisyonu kaldırılarak tüm yetki Türkiye’ye verilecek.

              Türkiye boğazların iki yakasında da asker bulundurabilecek.

              Ticaret gemilerinin geçişi serbest olacak.

              Savaş gemilerine, zaman ve tonaj bakımından sınır getirilecek.

              Türkiye herhangi bir savaşa girerse boğazları kapatabilecek.

Not 1:     Türkiye’nin boğazlarla ilgili egemenlik haklarını sınırlayan hükümler kaldırılmıştır.

Not 2:     Boğazlarda asker bulundurulması ile Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki önemi artmıştır.

 

d) Sadabat Paktı (8 Temmuz 1937)

              İtalya’nın doğu ülkeleri ile ilgili politikası Türkiye’yi doğu ülkeleri ile ortak bir savunma anlaşması yapmaya itmiştir.

              Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı imzalanmıştır (8 Temmuz 1937). Buna göre:

              İlgili devletler birbirine saldırmayacaklar.

              Birbirinin iç işlerine karışmayacaklar.

              Milletler Cemiyeti’ne bağlı kalacaklar.

 

e) Hatay Sorunu ve Hatay’ın Türkiye’ye Katılması (30 Nisan 1939)

              Ankara Antlaşması ile (20 Ekim 1921) Hatay Fransa’ya bırakılmış ve burada özerk bir yönetim sağlanması kararlaştırılmıştır.

              1396’da Fransa, Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığını tanımış, ancak, Hatay üzerindeki yetkilerini Suriye’ye devretmiştir.

              Türkiye bu durum üzerine Milletler Cemiyeti’ne başvurmuş ve 1938’de Hatay’da seçim yapılmıştır.

              Seçim sonucu Hatay Bağımsız Cumhuriyeti kurulmuştur (2 Eylül 1938).

              On ay sonra Hatay Meclisi Türkiye’ye katılma kararı almıştır (30 Nisan 1939).

Not :      Böylece Hatay sorunu Misâk-ı Milli yolunda Türkiye lehine sonuçlanmıştır.

ATATÜRKÇÜLÜK

  1. ATATÜRK İLKELERİ  

 

 
  2. ATATÜRK'ÜN ULAŞMAK İSTEDİĞİ HEDEF İLKELERİ  
3. CUMHURİYETÇİLİK  
  4. MİLLİYETÇİLİK  
  5. HALKÇILIK  
  6. DEVLETÇİLİK  
  7. LAİKLİK  
  8. İNKILÂPÇILIK  
     
 

 
   
   
ATATÜRK İLKELERİ

              "Ulusumuzun aşması gereken adımlar büyüktür. Ulaşılması gereken hedefler çoktur. Onun için birbirimize vereceğimiz işaret ileri!.. Daima ileridir."

              Atatürkçülük'ün ve Atatürkçü olmanın ne olduğunu anlamak için herşeyden önce Atatürk İlkeleri'ni ve Türk Devrimi'ni iyi bilmek gerekir. Bu ilke ve devrimleri bilmeden, içtenlikle benimsemeden ve uygulamadan Atatürkçü olunamaz.

                                             Atatürk İlkelerini iki bölümde incelemek gerekir:

1. Atatürk'ün Ulaşmak İstediği Hedef İlkeleri
Ulusal Egemenlik
Ulusal Bağımsızlık
Ulusal Birlik ve Beraberlik
Yurtta Barış - Dünyada Barış
Çağdaş Uygarlık Düzeyine Ulaşmak
Müspet Bilimin Rehberliği
2. Atatürk'ün Siyasal Sistem İlkeleri
Cumhuriyetçilik
Milliyetçilik
Halkçılık
Devletçilik
Laiklik
Devrimcilik


              Atatürk'ün dünya görüşünü oluşturan bu "Temel İlkeler" Anayasanın güvencesi altına alınmıştır. Atatürk'ün "Siyasal Sistem İlkeleri" ise, 1931 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Kongresi'nde kabul edilmiş ve 5 Şubat 1937'de de Anayasanın başlangıç maddelerinde yer almıştır.

              Bu ilkeler, Atatürkçülük (Kemalizm) dediğimiz görüşün özünü oluşturmaktadır.

Atatürk İlkelerinin Ortak Özellikleri

              Atatürk İlkeleri, bir bütünü oluşturan ortak görüş ve eylemler bütünüdür. Bu nedenle ortak özelliklerin bulunması da gerekli ve doğaldır. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

  1. Atatürk İlkeleri Türk toplumunun gereksinimlerinden doğmuştur. Bunların kabul edilmelerinde ve benimsenmelerinde herhangi bir dış baskı, körü körüne bir taklitçilik ya da bir özentinin kesinlikle etkisi yoktur.

  2. Bu ilkeler, yalnız sözlük anlamlarıyla kuru kuruya tanımlanamaz. Bunlar Atatürk tarafından hem sözle hem de uygulamayla belirlenmiştir. Her birinin anlam ve kavram yapısını Türk Ulusu'nun ruhuna, karakterine, gelenek ve yeteneklerine uygun düşen yönleriyle değerlendirmek gerekir. Yani kısaca bu ilkeleri, Türk'e öz niteliklere aykırı düşen anlayışlarıyla anlatmaya ve açıklamaya kalkmak, hem bu ilkeleri hem de Atatürk'ü anlamamak olur. Bu gibi anlatım ve açıklamalar, gereksiz ve geçersizdir.

  3. Atatürk İlkelerini birbirinden çözüp ayırmaya ya da tek tek değerlendirmeye girişmek; onları devrim hareketlerinden ayrı düşünmek büyük yanlışlık olur. Bu ilkeler bir bütünü oluşturan öğelerdir. Sağlıklı bir canlının organları gibi, birbirleriyle tam   bir uyum içinde bağlantılıdır. İşte bu uyum ve bütünlük Atatürkçülük dediğimiz dünya görüşünü oluşturmuştur.

    ATATÜRK'ÜN ULAŞMAK İSTEDİĞİ HEDEF İLKELERİ

    • Ulusal Egemenlik
    • Ulusal Bağımsızlık

                    "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, ulusumun ve atalarımın en değerli miraslarından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım."

      Atatürk ulusçuluğunun temelinde yatan bir kavram, "tam bağımsızlık" düşüncesidir. Türkiye'de bağımsızlığa dayanmayan ulusçuluktan söz etmek  elbette yetersizdir. Bu konuda Atatürk: "Tam bağımsızlık denildiği zaman doğal olarak siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel ve diğer hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksun kalmak, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun kalması demektir."

       

    • Ulusal Birlik ve Beraberlik

                    "Türk Ulusu, ulusal birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir."

      Ulusal Birlik ve Beraberlik, Türk Ulusu'nu oluşturan insanların birbirlerini seven, birbirlerine inanan ve güvenen yurttaşlar olarak yurdun ve ulusun yükselmesi amacı etrafında toplanması demektir. Kurtuluş Savaşımız ulusal birlik gücümüzün tılsımından kuvvet bularak başlamış, gelişmiş ve kesin zafere ulaşılmıştır. Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarından itibaren   Atatürk'ün üzerinde durduğu konulardan en önemlisi "Ulusal Birlik" ilkesidir.

                    "Biz esasen ulusal varlığın temelini, Ulusal Şuurda ve Ulusal Birlik'te görmekteyiz."   ( 1936 )

       

    • Yurtta Barış - Dünyada Barış

                    "Eğer sürekli barış isteniyorsa insan toplumlarının durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsan toplumlarının mutluluğu, açlık ve tazyikin yerine geçmelidir. Dünya yurttaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir."   ( 1937 )

      Atatürk 20 Nisan 1931 günü, seçimler dolayısıyla Türk Ulusu'na bir bildiri yayınlamıştı. Dünyanın da yakından izlediği bu bildiri, kendisinin 1931 yılına kadarki düşüncelerini, işlem ve eylemlerin ileriye dönük yüzünü açıkladığı kadar, dünya ulusları için de yol gösterici bir nitelik taşıması bakımından tarihi bir belgedir. Bu bildiride ifadesini bulan "Yurtta Barış, Dünyada Barış için çalışıyoruz" tümcesi, sadece o yıl için söylenmiş bir söz değildi.

      Mustafa Kemal mavi gözlerini Ege'nin ötesine çevirerek: "Yunanistan'la nasıl dost olacağımızı düşünüyorum. Savaş bitti.   İki yakın komşu   düşmanca yaşayamayız. Dostluk ilişkilerini başlatmak için nereden başlamalı diye düşünüyorum." demiştir. ( İşte sevgili dostlar, bugün bile hâlâ düşman olduğumuz Yunanistan ile deprem vasıtasıyla bir birliktelik kurduk. Atatürk bunu 1923 yılında görmüş ve Yunanistan ile dost olmamızın gerekliliğini o zamanlarda görmüştür.)

       

    • Çağdaş Uygarlık Düzeyine Ulaşmak

                    "Uygarlık öyle kuvvetli bir ışıktır ki, O'na aldırış etmeyenleri yakar ve yok eder."

      Atatürk için asıl amaç "Çağdaş Uygarlıktır." Uygarlık kavramı, Atatürk'ün bütün fikir ve eylemlerinin hareket noktası olmuştur.

                    "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti'ni, halkını tamamen modern ve bütün anlam ve şekilleriyle uygar bir sosyal toplum haline ulaştırmaktır."

       

    • Müspet Bilimin Rehberliği

                    "Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra beni izlemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar."

      Üstün zekâ ve dehasıyla kurduğu Cumhuriyetimizin en kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmesinin,   bilimin   öncü ve yol göstericiliğiyle mümkün olabileceğini göstererek "Hayatta en hakiki mürşiti, ilim" kabul eden bir yöntemle,   bilime büyük değer vermemizi ve ondan gereği gibi yararlanmamızı istemiştir.

                  "Ulusal egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar yok olur. Ulusların tutsaklığı üzerine kurulmuş olan kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar." ( 1924 )

    Ulusal egemenlik; dışa karşı özgür ve bağımsız yaşamayı, içeride ise ulusun kendi kendini yönetme esasına dayanır.

    Prof. Dr. Hamza Eroğlu,  ulus ve egemenlik kavramlarını; "Ulus, kendisini oluşturan kişilerin toplamından farklı ve ayrı olarak onların bir sentezinden ortaya çıkmış bağımsız bir kişiliktir. Egemenlik ise ulus denilen varlığın, toplumun genel iradesidir. Bu irade üstün iktidar ve güç olarak ulusa aittir. Egemenlik, ilâhi iradeye dayanmaktadır. Ulus iradesi ise, bireysel iradelerin biraraya gelmesinden, kaynaşmasından, sentezinden oluşmuştur. Bu itibarla ulusal egemenlik, ulusun bölünmez iradesidir." diye tanımlamaktadır.

    Türk Ulusu, kendisini oluşturan bireylerden ayrı bir manevi kişiliğe sahiptir. Türk Ulusu denilen bu manevi kişilik ve onun "ulus" sözcüğü ile ifade olunan kendisine has bir iradesi vardır. Ve bu ulusal iradedir ki, ifadesini ulusal egemenlik   prensibinde bulmaktadır.

    Türk Ulusu'nun yüce kişiliğine yaraşan ve onun özgür yaşama isteğini en güzel şekilde ifade eden bu düşünceyi Atatürk, "Hakimiyet bilakaydışart   (kayıtsız şartsız) milletindir." demiştir. Bunun anlamı şudur:

    Egemenlik denilen kuvvetin hiçbir bağımlılık, hiçbir taksim, hiçbir eleştiri, hiçbir sınıf kabul etmeyecek şekilde ulusa ait oluşudur.

    Atatürk'e göre; "Toplumda   en yüksek özgürlüğün, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve gerçek manasıyla ulusal egemenliğin  kurulmuş olmasına bağlıdır. Bundan ötürü   özgürlüğün de, eşitliğin de dayanak noktası ulusal egemenliktir."

     

     

 

CUMHURİYETÇİLİK

"Demokrasi ilkesinin en yeni ve akılcı uygulamasını sağlayan hükümet biçimi Cumhuriyettir."




Kurtuluş Savaşı'ndan sonra yapılan Türk devrimlerinin en büyük temeli Cumhuriyet'tir. Cumhuriyetçilik ilkesi, yeniden kurulan Türkiye Devleti'nin bir yönetim ve rejim biçimi olarak saptanmış bir prensiptir. Cumhuriyetçilik; Türk Ulusu'nun Kurtuluş Savaşı yıllarının başından itibaren ihaneti ortaya çıkan Padişahlık yönetimine karşı duyduğu tepkinin sonucudur.

Atatürk, Cumhuriyet yönetimini, ulusal karakterimize en uygun düşen bir yönetim biçimi olarak görmektedir. "Türk Ulusu'nun doğa ve törelerine en uygun olan yönetim, Cumhuriyet yönetimidir." demektedir.

"Bütün dünya bilsin ki, benim için bir taraflılık vardır: Cumhuriyet taraftarlığı, fikirsel ve sosyal ve inkılap taraftarlığı... Bu noktada yeni Türkiye toplumunda bir kişinin bile bunun dışında kalacağını düşünmüyorum."

Kemalizm'in ilkelerinden "Cumhuriyetçilik", bir anlamda milliyetçiliğin doğal sonucu gibi görülebilir. Eğer egemenlik ulusa ait ise, ülkenin kimler tarafından hangi kurallara göre yönetileceği de ulus tarafından belirlenecek demektir. Kemalist ideoloji içinde Cumhuriyetçilik, giderek "demokrasi" ile bütünleşmekte, eş anlamlı hale gelmektedir. Cumhuriyetçilik aynı zamanda, siyasal iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkması, laikleşmesi, siyasal rejimin çağdaşlaşması demektir. Bu ilke, iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkmasıyla Laiklik ilkesiyle, meşruluğunun temelini halk desteğinin oluşturmasıyla da, Halkçılık ilkesiyle yakından ilgilidir.

Mustafa Kemal'e göre, "Yeni Türkiye Devleti" bir halk devletiydi. Oysa geçmişteki devlet, bir "kişi devleti" idi. Cumhuriyet rejiminden ne anladığını ise şöyle anlatıyordu: "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır... Milli egemenlik esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyeti'nde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur."

Cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atatürk, 1930'lar Avrupası'nda neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, Komünist ya da mesleklerin temeline dayalı kooperatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. Oysa o dönemde etrafındaki bir çok kişi, özellikle faşist - nazist modelden etkilenmişlerdi.

Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın bile oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak, zaman zaman sert biçimde eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması son derece önemli ve anlamlıdır. Mustafa Kemal bu tercihi yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir meşruluk kazandırmak amacıyla da hareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında izlediği yol da, demokrasinin O'nun açısından bir temel tercih sorunu olduğunu ortaya koyuyordu. Devrimin tehlikeye düşmesi nedeniyle zaman zaman sert önlemlere başvurmak zorunda kaldığı zaman bunu saymıyor: "Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman, zorunlu olarak onaylanır." diyordu.

Serbest Fırka'nın kurulması aşamasında Atatürk'ün Fethi Bey'e yazdığı mektuplarda şu satırlar vardı: "Büyük Millet Meclisi'nde ve millet önünde millet işlerinin serbest olarak münakaşası ve iyi niyet sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir. " Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü gösteren Atatürk, Özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi anlayışına sahipti. Özgürlük anlayışı ise, sadece başkasına zarar vermemek anlamında bir "negatif özgürlük" anlayışıyla da sınırlı değildi. İnsanın kendi yeteneklerini gerçekleştirmesi anlamındaki bir çağdaş özgürlük anlayışını daha 1930'larda savunmaktaydı.

Atatürk'ün yaptığı ve yapmaya özen gösterdiği bazı şeyler var ki, günümüzün katılımcı demokrasi anlayışını daha o zamanlar, sezgileriyle benimsediğini düşündürmektedir. Dünyada ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş ve o vesile ile onlara, ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. 23 Nisan günleri çocukların, kentlerdeki önemli kamu görevlilerinin makamlarına oturmalarının, onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi davranmalarının, bir oyun havasının ötesinde anlamı olduğu açıktır. Belki yine ilk kez bir önder, devrimini gençlere emanet etmiş ve onlardan, gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş, 1924'te seçmen yaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir gereksinim yokken, Türk Kadını'na siyasal hak ve özgürlüklerini ; demokrasinin ana yurdu sayılan bazı batı ülkelerinden önce veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk'tür.

Atatürk, bununla da yetinmemiş, gerçekleştirdiği büyük kültür devrimi açısından önem taşıyan kurumların bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip olmalarına özen göstermiştir. Herşeyin devlet içinde ve "devlet için" olduğu faşizmin yükselme döneminde bile, "Türk Dil ve Tarih Kurumları" siyasal iktidardan bağımsız birer dernek olarak kurulmuş ve yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

Mustafa Kemal, demokrasinin herşeyden önce bir özgürlük sorunu olduğuna inanıyor ve şöyle diyordu: "İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir nazariyat vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır. Türk demokrasisi, Fransa İhtilali'nin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile gelmiştir. Zira her millet devrimini toplumsal ortamın baskı ve ihtiyacına göre yapar. Demokrasi prensibi, ulusal egemenlik şekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır."

MİLLİYETÇİLİK



  • Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. ( 1933 )

  • Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idare; Cumhuriyet idaresidir. ( 1924 )

  • Bütün dünya bilsin ki, benim için bir taraflılık ardır: Cumhuriyet taraftarlığı, fikirsel ve sosyal inkılap taraftarlığı... Bu noktada yeni Türkiye toplumunda bir kişinin bile bunun dışında kalacağını düşünmek istemiyorum. ( 1924 )

  • Bugünkü hükümetimiz, devlet teşkilatımız doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. Artık hükümet ve hükümet mensupları kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır. ( 1925 )

  • Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir. Biri milletin kararı, diğeri en acı ve zor şartlar içinde dünyanın takdirlerini hakkı ile kazanmaya layık olan ordumuzun kahramanlığı; bu iki şeye güvenir. ( 1924 )

  • Yolunda çalıştığınız büyük kutsal ideali halkın kalbinde bir fikir halinden bir his haline getirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak, madde madde açıklamak lazımdır. Cumhuriyeti, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Onlara Cumhuriyet prensiplerini sevdiriniz. Bunu kalplere yerleştirmek için hiçbir fırsatı kaçırmayınız. ( 1930 )

  • Cumhuriyet yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir iradedir. Cumhuriyet fazilettir... Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. ( 1925 )

  • Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk milletini güvenli ve sağlam bir gelecek yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve ruhlarda yarattığı güvenlik itibarıyla, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi olmuştur. ( 1936 )

  • Cumhuriyet'in iç ve dış siyaseti; gelecekte bile onuru, kuvveti ve yönü ile ve Türk milletinin güçlerini onun refahı ve gelişmesi için yöneltmesi ve bir noktada birleştirilmesi ve toplanması ile seçkinleşecektir. ( 1927 )

  • Cumhuriyetin iç siyaseti vatandaşın yaşayışını hiçbir etki, baskı ve sataşmanın tesirinde bırakmaksızın sağlamaktır. ( 1929 )

  • Milletin uyanıklığına, milletin ilerlemesine, olgunlaşmasına ve yeteneğine güvenerek, milletin azminden asla şüphe etmeyerek Cumhuriyetin bütün gereklerini yapacağız. ( 1924 )

  • Milli azim ve bilincin kıymetli eseri olan değerli Cumhuriyetin bugünkü ve yarınki neslin demir ellerinde her an yükselip sağlamlaşacağına güvenim tamdır. ( 1927 )

  • Benim naçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır. ( 1926 )

 

"Kuvvet birdir ve o ulusundur."

Ulus, bir toplumun aşamasıdır. İnsanların oluşturduğu tolum, ulus olma özelliklerini kazanıncaya kadar, birçok aşamalardan geçmiştir. Ulus toplumun en son ulaştığı aşamadır.

Ulus; geçmişte bir arada yaşamış , şimdi bir arada yaşayan, gelecekte de birarada yaşama inancında, istek ve kesin kararında olan, aynı yurda ve o yurdun maddi ve manevi değerlerine sahip çıkan, aralarında dil, kültür ve duygu birliği olan insanların oluşturduğu toplumdur.

Ulusun günümüzde yaşayan bölümüne halk denir. Bir ulus içinde bir tek halk vardır.

"Ulus ve ülkenin yararları gerektiği taktirde insanlığı oluşturan uluslardan herbiri ile uygarlık gereği olan dostluk ve siyaset ilişkilerini büyük bir duyarlılıkla takdir ederim. Ancak benim ulusumu esir etmek isteyen herhangi bir ulusun da bu isteğinden vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım."

Kemalizm içinde "Milliyetçilik", bir yandan ulusal bağımsızlığın sağlanması, diğer taraftan da çağdaşlaşma gereksinimlerini karşılamaya yönelik ideolojik bir öge oluşturuyordu. Çağdaş bir toplum olmak için önce ulus olmak, uluslaşma aşamasından geçmiş olmak gerekiyordu. Uluslaşma aşaması, çağdaş toplumun temel özelliklerinden olan demokratikliği sağlayabilmek için de bir ön koşuldu.

Çeşitli kaynaklardan beslenen gecikmiş Türk Milliyetçilik akımını bir düşünce sistemi içine oturtan kişi Ziya Gökalp olmuştu. bir yandan ulusal bağımsızlığı sağlamak, diğer yandan çağdaş anlamda bir ulus yaratmak ereğine yönelen Mustafa Kemal, elbette ki bu birikimden yararlanmıştır. Ama, aynı zamanda, eylem içinde onu aşmış, kendi damgasını taşıyan bir milliyetçilik anlayışına ulaşmıştır. Bu, sınırlar ötesi hedefler gözetmeyen, ırkçı olmayan, çoğulcu bir milliyetçiliktir.

Atatürk, tüm sömürge durumundaki ülkelerin, kendi deyimiyle "mazlum milletler"in birer birer bağımsızlıklarını kazanacağını çok önceden söylemiş, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın başarısı ile de onlara cesaret vermiştir. Emperyalist devletlere karşı kazanılan bu ilk kurtuluş savaşı, giderek evrensel bir model oluşturmuştur. Kemalist Milliyetçilik anlayışının dışa yönelik hedefi, "çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi olmak"tır. Sadece siyasal bağımsızlıkla yetinmeyen, ekonomik bağımsızlığı da içeren bir "tam bağımsızlık", bu hedefin ayrılmaz bir parçasıdır.

Kemalist Milliyetçiliği'nin içe yönelik hedefi ise, çağdaş bir ulus yaratmaktır. Bu ulus, ne ırkçı, ne de ümmetçi bir anlayışı yansıtmaktadır. Atatürk'e göre ulus, ne din ne de ırk temeline dayanır; ulusu yaratan temel öge, ortak tarih, o ortak tarihin ürünü ortak dil ve sonuç olarak kültürdür. Atatürk İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı bir konuşmada, Türk, Kürt, Laz, Çerkes birlikte bir bütün oluşturduğunu vurgulamış, Kurtuluş Savaşı sırasında hep "Türkiye Milleti" deyimini kullanmıştır. Daha sonraları karmaşık bir etnik yapıdan kendine güvenen çağdaş bir ulus yaratmak için çaba gösterdiğinde de, örneğin "Ne Mutlu Türk Olana" dememiş, "Ne Mutlu Türk'üm Diyene!" demiştir. O'nun için "Türk", Anadolu toprakları üzerinde "kederde, kıvançta" dayanışma içinde olan insanların adıdır. Orta Asya'daki Türk o milliyetçilik çerçevesinde yer almazken, Anadolu'nun tüm insanları, etnik kökenine bakılmaksızın ulusun bir parçası sayılmaktadır. Atatürk "Medenî Bilgiler" kiabında şöyle demiştir: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye Halkı'na Türk Milleti denir." 1935 yılındaki resmî tanımlamaya göre de; "Ulus, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür."

Atatürk, ulus kavramından din ögesinin dışlanmasını, dinin ulus dışında ayrı bir olgu olarak değerlendirilmesini ise şöyle savunmuştur: "Türkler İslâm Dini'ni kabul etmeden de büyük bir milletti. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne ayrı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesin etmedi. Bilakis, Türk Milleti'nin milli bağlarını gevşetti; milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin amacı, bütün milliyetlerin üzerinde, hepsini kapsayan bir ümmet siyaseti idi."

Milliyetçilik, aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların, dışa karşı korunma ve dayanışma gereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içindeki çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu, toplumun dışına karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir. Başka bir ifadeyle, toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak amacıyla kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki kesim tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.

İlerici milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye değil, onların acılarını dindirmeye yöneliktir. İlerici milliyetçilikte, insanları egemenlikleri altına almak değil, onları egemenlikten kurtarmak amacı vardır. İlerici milliyetçilik, bütün insanların özgürlüğünü ve tüm toplumların eşitliğini savunur. İlerici milliyetçilik, bölücü değil, birleştiricidir. İlerici milliyetçilik, savaşçı değil barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde; yukarıdaki amaçlar uğruna kabul eder. işte ileri milliyetçilik, Kemalist Milliyetçiliktir. Bu nitelikleriyle de, çağdaş, evrensel ve kalıcıdır.

 


 

    Millet

  • Ortak milli fikrin, ahlâkın, duygunun, heyecanın, hatıra ve geleneklerin kişilerde meydana gelmesini ve kökleşmesini sağlayan ortak geçmişin, birlikte yapılmış tarihin, vicdanları ve zihinleri doğrudan doğruya birleştiren ortak dilin milletlerin meydana gelmesinde en önemli etkenler olduğunu... kaydettikten sonra, millet hakkında, ikinci derece unsurları dikkate almayarak, mümkün olduğu kadar her millete uyabilecek bir tanımı ( ele ) alalım.
    1. Zengin bir hatıralar mirasına sahip bulunan;
    2. Beraber yaşamak konusunda ortak arzu ve istekte samimi olan;
    3. Sahip olunan mirasın korunmasına beraber devam etmek hususunda iradeleri ortak insanların birleşmesinden meydana gelen topluma Millet adı verilir.

    Bu tanım incelenirse, bir milleti oluşturan insanların ilişkilerindeki kıymet, kuvvet ve vicdan hürriyetiyle, insancıl duyguya gösterilen saygı kendiliğinden anlaşılır. Gerçekte geçmişten kalan ortak zafer ve ümitsizlik mirası, gelecekte gerçekleştirilecek aynı program, beraber sevinmiş olmak, beraber aynı ümitleri beslemiş olmak, bunlar elbette bugünün medeni zihniyetinde diğer her türlü şartların üstünde anlam ve kapsam kazanır.
    Bir millet meydana geldikten sonra, kişilerin devlet hayatında, ekonomik ve fikirsel hayatta ortak çalışması sayesinde meydana gelen milli kültürde şüphesiz milletin her ferdinin çalışma payı, katkısı, hakkı vardır. Buna göre aynı kültüre sahip olan insanlardan oluşan topluma millet denir dersek milletin en kısa tanımını yapmış oluruz. ( 1929 )

     

  • Millet, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı vatandaşların oluşturduğu bir siyasi ve sosyal toplumdur.

    Türk Milleti

     

  • Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir...
    Dünya yüzünde ondan daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlık tarihinde görülmemiştir...
    1. Türk Milleti, halk idaresi olan Cumhuriyetle idare edilen bir devlettir.
    2. Türk devleti laiktir. Her yetişkin dinini seçmekte serbesttir. ( 1929 )

     

  • Ben 1919 senesi Mayıs'ı içinde Samsun'a çıktığım gün elimde maddi hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım. ( 1937 )

     

  • Türk'ün saygınlığı, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir milletesir yaşamaktansa mahvolsun daha iyidir. ( 1927 )

     

  • Türk milleti, güzel herşeyi, her medeni şeyi, her yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat muhakkaktır ki, her şeyin üstünde tapındığı bir şey vardır, o da kahramanlıktır. ( 1931 )

     

  • Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, hakikatte medenidir. ( 1925 )

     

  • Bizim milletimiz vatanı için, hürriyeti ve egemenliği içinfedakâr bir halktır; bunu ispat etti. Milletimiz yaptığı inkılâpların kıskanç savunucusudur da. Benliğinde bu faziletler yerleşmiş bir milleti yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz. ( 1924 )

     

  • Ölmek isteyen bir milleti hiçbir kuvvet kurtaramaz. Türk milleti ölmek istemez, o daima yaşayacaktır.

     

  • Türk esirlik kabul etmeyen bir millettir. Türk milleti esir olmamıştır. ( 1925 )

     

  • Türkiye halkı yüzyıllardan beri hür ve bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı, yaşamın bir gereği olarak düşünmüş bir kavmin kahraman evlatlarıdır. Bu millet bağımlı yaşamamıştır. Yaşayamaz ve yaşamayacaktır. ( 1922 )

     

  • Türkiye devletinin bağımsızlığı kutsaldır. Osonsuza kadar emniyette olmalı ve korunmalıdır. (<1923 )

     

  • Büyük şeyleri yalnız büyük mileltler yapar. ( 1923 )

     

  • Hiçbir millet, milletimizden çok yabancı unsurların inanış ve ibadetlerine saygı göstermemeiştir. Hatta denilebilir ki diğer din sahiplerinin dinine ve milletine saygılı olan tek millet bizim milletimizdir.
    Fatih İstanbul'da bulduğu dini ve milli teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriki, Bulgar Eksarhı ve Ermeni Kategigosu gibi Hıristiyan din reisleri imtiyaza sahip oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi.
    İstanbul'un fethinden beri, Müslüman olmayanların sahip kılındıkları bu geniş imtiyazlar milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en hoşgörülü ve iyiliksever bir milleti olduğunu kanıtlayan en açık delildir. ( 1927 )

     

  • Türk Milleti kahramanlıkta olduğu kadar kabiliyet ve hünerde de bütün milletlerden üstündür.

     

  • Türkiye Cumhuriyeti ve onun bugünkü sahipleri olan Türkler bütün dünya medeniyet ve insanlığı için, benzemeye çalışılacak bir örnektir. Yalnız bu kadar da değil. Türk'ler tarihin çok eski devirlerinde insanlığa karşı yaptıkları kültürel vazifeleri yeniden ve fakat bu sefer daha üstün şekilde yapmaya hazırlanan yüksek bir varlıktır. ( 1937 )

     

  • Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve sosyal inkılâpların gerçek sahibi kendisidir...
    Milletimizde bu kabiliyet ve gelişme var olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret yeterli olamazdı. ( 1925 )

     

  • Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz.

     

  • Bütün medeniyet dünyası bilmelidir ki; Türkiye halkı her medeni ve kabiliyetli millet gibi, kayıtsız şartsız hür ve bağımsız yaşamaya kesin olarak karar vermiştir. Bu tamamen doğru kararı bozmaya yönelik her kuvvet, Türkiye'nin ebedi düşmanı kalır. Bu hususta medeniyet ve insanlık dünyasının saf ve temiz vicdanı muhakkak Türkiye ile beraberdir. ( 1922 )

     

  • Milletimiz hiçbir vakitte düşmanlarımızın kabul ettiği gibi hukukuna ve istiklâline yabancı değildir. Aksine milletimiz büyük bir aşk ile ve aşk bağı ile, vicdan bağı ile istiklâl ve haysiyetine bağlıdır ve yine milletimiz içerdeki cahil ve gafillerin ve hainlerin kabul ve ifade etmek istedikleri şekilde değildir. ( 1921 )

     

  • Türkiye Devleti ve Türkiye'de yaşayan halk kayıtsız şartsız bağımsızdır ve kayıtsız şartsız bağımsızlığını korumak için mücadele eder. ( 1921 )

     

  • Türkiye halkı ırksal veya dinsel ve kültürel yönden birleşmiş, bir diğerine karşı karşılıklı hürmet ve fedakârlık hisleriyle dolu ve kaderi, geleceği ve menfaatları ortak olan bir toplumdur. ( 1922 )

    Türk Yurdu

     

  • Türk milleti Asya'nın batısında ve Avrupa'nın doğusunda olmak üzere kara ve deniz sınırları ile ayırt edilmiş, dünyaca tanınmış büyük bir yurtta yaşar. Onun adına ( Türk Eli ) derler. Türk yurdu daha çok büyüktü, yakın ve uzak zamanlar düşünülürse Türk'e yurtluk etmemiş bir kıta yoktur. Bütün dünyada; Asya, Avrupa, Afrika ve hatta Amerika Türk atalarına yurt olmuştur. Bu gerçekler eski ve özellikle yeni tarih belgelerinde yer almaktadır. Bugünkü Türk milleti, varlığı için bugünkü yurdundan memnundur.
    Çünkü Türk; derin ve şanlı geçmişin; büyük, kudretli atalarının kutsal miraslarını bu yurtta da muhafaza edebileceğindeno mirasları, şimdiye kadar olduğundan çok fazla zenginleştirebileceğinden emindir. ( 1929 )

     

  • Yurt toprağı! Sana herşey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen Türk milletini sonsuza kadar yaşatmak için verimli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk milletinin mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster. ( 1930 )

     

  • Türkiye halkı mütevazi milli sınırları içinde bütün uygar insanlar gibi tam anlam ve kapsamıyla hür ve bağımsız yaşayacaktır. ( 1922 )

    Milli Ahlakçılık

     

  • Bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüce bir sosyal toplum halinde yaşatan veya bir milleti esaret ve sefalete terkeden şey terbiyedir.
    Terbiye kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendine göre bir anlam çıkarır. Ayrıntıya girişilirse terbiyenin hedefleri, amaçları çeşitlenir. Meselâ dini terbiye, milli terbiye, milletlerarası terbiye... Bütün bu terbiyelerin hedef ve gayeleri başka başkadır... Yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin yeni nesle vereceği terbiye milli terbiyedir... ( 1924 )
    Not: Bazı kaynaklarda Eğitim alnında kullanıldığı için; eğitim bahsine de konulmuştur.

     

  • Milli ahlakımız, medeni esaslarla ve hür fikirlerle beslenmeli ve kuvvetlendirilmelidir... Tehdit esasına dayalı ahlak, bir fazilet olmaktan başka itimada da layık değildir.

    Türk Milletinin Milli Hissi

     

  • Türk milleti, milli hissi, dini hisle değil, fakat insani hisle yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında, milli hissin yanında insani hissin şerefl yerini daima muhafaza etmekle iftihar eder. Çünkü, Türk milleti bilir ki, bugün medeniyet tolunda bağımsız ve fakat, kendilerine paralel yürüdüğü tüm medeni milletlerle, karşılıklı olarak insani ve medeni ilişki, elbette gelişmemizin devamı için de lazımdır. Ve yine bilinmektedir ki, Türk milleti, her medeni millet gibi, geçmişin bütün devirlerinde keşifleriyle, icatlarıyla, medeniyet dünyasına hizmet etmiş insanların, milletlerin kıymetini takdir ve hatıralarını saygı ile korur. Türk milleti, insanlık dünyasının samimi bir ailesidir. ( 1929 )

    Türk Milletinin Oluşmasında Etken Olan Unsurlar

     

  • Türk milletinin oluşmasında etkili olduğu görülen doğal ve tarihi olaylar şunlardır:
    1. Siyasi varlıkta birlik
    2. Dil birliği
    3. Yurt birliği
    4. Irk ve kök birliği
    5. Tarihi yakınlık
    6. Ahlakî yakınlık

    Türk milletinin oluşmasında var olan bu şartlar diğer milletlerde tam olarak yok gibidir. Daha genel bir tanım yapabilmek için, diyelim ki, bir topluma millet diyebilmek için bu şartlar aynı zamanda tamamen veya kısmen bir arada bulunması lazımdır.
    Bütün milletler tamamen aynı şartlar altında oluşmadıklarına göre, Türk milletinde yaptığımız gibi, diğer her millet ayrı olarak incelenmedikçe milliyet fikrini genel ve bilimsel olarak tanımlamak güçtür.
    Çünkü, tespit ettiğimiz şartlar insanların millet haline gelmesine genellikle yardım etmişlerdir. Fakat, bu meydana geliş şeklinden başka, adeta bu şartların etkisini dikkate almadan meydana gelen milletler de vardır... Türklerin, her şeye rağmen, bütün devirlerde milli dayanışmayı ve bağlılığını korumuş olması hemen hemen devamlı savaş halinde bulunmasındandır. Son inkılap senelerindeki birlik kuvvetinde, savaş halinde bulunmanın etkisi önemlidir. Bu bilgilere göre savaş, kavimlerin birleşmesinde en kuvvetli bir etkendir...
    Siyasi varlığımız dışında, başka ülkelerde, başka siyasi gruplarla isteyrek veya istemeyerek kader birliği etmiş, bizimle dil, ırk, kök birliğine sahip ve hatta yakın, uzak tarih ve ahlak yakınlığı görülen Türk toplumları vardır. Tarihin bin bir olayının sonucu olan bu durum, Türk milleti için üzücü bir hatıradır. Fakat Türk milletinin tarihen ve ilmen oluşmasındaki asaleti, dayanışmayı asla bozamaz. ( 1929 )

    Milli Birlik ve Beraberlik

     

  • Düşman süngüsü altında milli birlik olmazç ( 1919 )

     

  • Millet ve biz yok, birlik halinde millet var. Biz ve millet ayrı ayrı şeyler değiliz. Ve şunu kesin olarak söyleyeyim ki, bir millet, varlığı ve bağımsızlığı için herşeye girişir ve bu gaye uğrunda her fedakârlığı yaparsa, başarılı olmaması mümkün değildir. Elbette başarılı olur. Başarılı olmaz ise o millet ölmüş demektir. Şu halde millet yaşadıkça ve her türlü fedakârlıkta bulundukça başarılı hatıra gelmez ve böyle bir şey söz konusu olamaz. ( 1919 )

     

  • Toplu bir milleti istila etmek darmadağınık bir milleti istila etmek gibi kolay değildir. ( 1919 )

     

  • Birlik ve emelde kararlı olan ve ısrar eden millet, kendini beğenmiş ve saldırgan her düşmanı, eninde sonunda gurur ve saldırganlığına pişman edebilir. ( 1927 )

     

  • Milli mücadeleyi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla, hemşerileriyle mücadeleyi kendisine ideal kabul etti. Biliyorsunuz ki, asırlarca meydana gelen mücadeleler ve bunların neticeleri olarak da büyük tarihi zaferler vardır. Fakat o zaferleri kazananlar kendi ideallerinin değil, şunun bunun hırsı peşinde kul köle olarak bulunmuşlardır.
    Halbuki milli mücadelede kişisel hırsla değil, milli ideal, milli onur, gerçek etken olmuştur. ( 1925 )

     

  • Milli hedefler, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, bütün milletin arzularının, emellerinin birleşmesinden ibarettir. ( 1923 )

     

  • Diyarbakır'lı, Van'lı, Erzurum'lu, Trabzon'lu, İstanbul'lu, Trakya'lı ve Makedonya'lı, hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır. ( 1932 )

     

  • Bütün dünya bilmelidir ki, Türk milleti hakkını, saygınlığını, şerefini, tanıtmaya kudreti vardır. Türk vatanının bir karış toprağı için bütün millet bir vücut olarak ayağa kalkar. Saygınlığının bir zerresine, vatanın bir avuç toprağına yapılacak saldırının bütün varlığına vurulmuş darbe olacağını... Türk milletinin farketmediğini sanmak hatadır.

     

  • Gerektiğinde vatan için tek bir kişi gibi tek vücut olmuş azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük geleceğe layık ve aday olan millettir. ( 1927 )

     

  • Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelen didinmeler boğulmaya mahkumdur. Türk milleti kendini ve memleketin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız ve milliyetsiz beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara hoşgörü gösterecek bir topluluk değildir.
    O şimdiye kadar olduğu gibi doğru yolu görür. Onu yolundan saptırmak isteyenler, ezilmeye, kahredilmeye mahkûmdur. Bu hususta, köylü, işçi ve özellikle kahraman ordumuz candan beraberdir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın. ( 1929 )

     

  • Beni seven arkadaşlarıma tavsiyem şudur: Şahsınız için değil fakat mensup olduğunuz millet için el birliği ile çalışalım; Çalışmaların en yükseği budur.

     

  • Millet tümüyle manevi bir şahıs halinde tek bir kitle olarak ortaya çıktı ve bu yüce birliği koruyarak ona düşman olanları ortadan kaldırdı. ( 1923 )

     

  • Bir amaca doğru yürürken, kişisel düşünce ve çıkarları, bir tarafa bırakarak, el ele vermek icap eder; başarının sırrı budur. Unutulmamalıdır ki, bizlerin gerçek görevi toplumumuzun gelecekteki yüksek menfaatlerini sağlamaya çalışmaktır.

     

  • Memleketin huzuru, milletin kurtuluş amacı noktasında, birlik ve dayanışması sağlanmadıkça, ne dış düşman istilalarının köklerini kurutmaya çalışmak mümkündür ve ne de bundan esaslı bir fayda ve sonuç beklenmelidir... ( 1927 )

     

  • Gerçek şudur ki her kişisel şeref, saygınlık ve kahramanlık hiçbir kişinin değildir, bütün bu kişilerden oluşan ulusundur. ( 1937 )

    Milliyetler Prensibi

     

  • Milliyet meselesi, kişisel ve ortak hürriyet meselesidir. O halde meseleyi prensip halinde ifade edelim:
    Bir milletin, diğer milletlere oranla, doğal veya sonradan kazanılmış, özel karakter sahibi olması, diğer milletlerden farklı bir özellik göstermesi genellikle onlardan ayrı olarak onlara paralel gelişmeye çalışması niteliğine milliyetler prensibi denilir.
    Bu prensibe göre her fert ve her millet kendi hakkında iyi niyet, topraklarına bizzat kayıtsız sahip çıkmayı istemek hakkına ve bu hakkın kullanılmasını önleyen veya sınırlayan engelleri ortadan kaldırmak hak ve hürriyetine sahiptir. Bu prensip, bize hangi milletlerin hür, hangilerinin hürriyetinden şu veya bu şekilde yoksun olduklarını, yani millet adını taşımaya layık olmadıklarını kolaylıkla gösterir. ( 1929 )

     

  • Her milletin kendine özgü geleneği, kendine özgü adetleri, kendine göre milli özellikleri vardır. Hiç bir millet aynen diğer bir milletin taklitcisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynısı olabilir, ne kendi milliyeti içinde kalabilir. Bunun sonu hiç şüphe yokki hüsrandır. ( 1923 )

    Türk Milliyetçiliği  

     

  • Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve ilişkilerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla bir uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız kimliiğini korumaktır. ( 1930 )

     

  • Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.

     

  • Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere hürmet eder ve saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir. ( 1920 )

     

  • Memleketin ve inkılâbın içerden ve dışardan gelebilecek tehlikelere karşı güvenliği için, bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lazımdır. ( 1931 )

     

  • Benim için en büyük korunma noktası ve şefaat kaynağı milletimin sinesidir. ( 1919 )

     

  • Benim hayatta yegane onur kaynağım, servetim, Türklük'ten başka birşey değildir.

     

  • Bu memleket tarihte Türk'tü, bugün Türk'tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır. ( 1923 )

     

  • Türk! Öğün. Çalış. Güven. ( 1935 )

     

  • Türklük esastır. Bu varlığı, tarih içinde araştırmak birbirine bağlı bir tarih içinde tespit edilecek Türk medeniyeti ile öğünmek, yerinde olur. Fakat, bu öğünmeye layık olmak için, bugün çalışmak lazımdır. Her alanda, özellikle medeniyet dünyasına eser vermek için çalışkan olmayı hedef tutmak lazımdır.

     

  • Anasının ve babasının soyluluğu ile övünen Teodoz, İtalya yarımadasına inmek isteyen Türk Atilla'ya barış görüşmesinden önce sormuş: "Siz hangi soylu ailedensiniz?" Atilla da ona cevap vermiş "Ben soylu bir milletin evladıyım" işte benim cevabım da size budur.

     

  • Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, önce bizim kendi benliğimize ve milletimize bu saygıyı hissen, fikren, fiilen bütün davranış ve hareketlerimizle gösterelim; bilelim ki milli benliğini bulamayan milletler başka milletlerin avıdır. ( 1923 )

     

  • Bu millet gerçek eğilimine karşıt düşünceye sapanlara ilgi göstermektedir. Özellikle bununla bugün çok kıvançlıyım. ( 1925 )

     

  • Giriştiğimiz büyük faaliyetlerde, milletimizin yüksek kabiliyetli ve yüksek bilinci başlıca yol göstericimiz ve başarımızın kaynağı olmuştur. 1926 )

     

  • Bu millet kılı kıpırdamadan dava uğruna ve benim uğruma, canını vermeye hazır olmasaydı ben hiçbir şey yapamazdım.

     

  • Biz milliyet fikirlerini uygulamada çok gecikmiş ve çok ihmal etmiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla çalışmak suretiyle gidermeye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet teorisinin, milliyet idealinin yok olmasına çalışan teorinin dünya üzerinde uygulanma imkanı bulunamamıştır. Çünkü, tarih, olaylar ve gözlemler insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin egemen olduğunu göstermiştir. Ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük çapta gerçek tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği, kuvvetle yaşadığı görülmektedir. ( 1923 )

 

HALKÇILIK

              "Bizim gözümüzde çiftçi, çoban, amele, tüccar, sanatkar, asker, doktor ve sonuç olarak herhangi bir sosyal kurumda çalışan bir yurttaşın hak, yarar ve özgürlüğü eşittir."

              "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına, Türk Ulusu denir." Bu tanımlamanın içinde halk ile ulus birbiri içinde kaynaşmış ve bir bütünü oluşturduğu açıkça görülmektedir. Atatürk, ulusumuzun bütün kesimini "halk" olarak kabul etmiştir. Atatürk: "Türk Ulusu, halk yönetimi olan Cumhuriyetle yönetilir." düşüncesiyle de halkçı görüşünü ulusçulukla birlikte Cumhuriyetçilik ilkesine bağlamıştır.

              "Türkiye'de bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Türk hükümetinin ilk amacı halka özgürlük ve mutluluk vermektir."

              Mustafa Kemal'in demokrasi anlayışı, Kemalizm'in en önemli ilkelerinden olan "Halkçılık"tan da soyutlanamaz. Atatürk başlangıçta Halkçılığı şu şekilde tanımlıyordu: "Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da Halkçılık'tır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir." Ama zamanla bu ilkenin de içeriği gelişti ve Halk Partisi'nin programlarında üç ögeyi içermeye başladı: Siyasal demokrasi, Yasalar önünde eşitlik, Sınıf çatışmalarının kabul edilmemesi ve toplumun dayanışma içerisinde gelişmesi.
              Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş döneminde girişilen reformlar, hep devleti kurtarmak amacına dönüktü. Oysa Mustafa Kemal, halka güç kazandırmadan, halka dayanıp onun yaratıcı gücünden yararlanmadan çağdaş bir topluma ulaşılamayacağının bilincindeydi. 1922'de Meclis kürsüsünden şunları söylüyordu: "Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür... Diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğun biricik nedeni, bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten yediyüz yılda beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yediyüz yıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik, küstahlık, zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım."
              Mustafa Kemal, yine Kurtuluş Savaşı yıllarında Meclis önünde yaptığı bir konuşmada, Halkçılığın toplumsal - ekonomik içeriğini şöyle açıklıyordu: "Toplumsal uğraş yönünden düşündüğümüz zaman, biz yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan kimseleriz, zavallı bir halkız! Kendimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya zorunlu olan bir halkız! Bundan ötürü her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmakla bir hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve yaşamını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen kişilerin bizim toplumumuz içerisinde bir hakkı yoktur. O halde söyleyiniz baylar! Halkçılık toplumsal düzenini emeğine, hukukuna dayatmak isteyen bir toplumsal uğraştır."
              Kemalizm, seçkinciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık ilkesinden hareketle yapılan bir çok reform, Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkin - halk ikilemini aşmaya yöneliktir. Bu amaçla girişilen en önemli atılımlardan birisi; "Türk Dili'ni yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak" amacıyla gerçekleştirilen "Dil Devrimi", yani, dilde arılaştırma çabalarıdır. Sadece seçkinlerin anladığı Arapça - Farsça yüklü Osmanlıca terkedilmiş, türetme ile zenginleştirilmiş Türkçe yazın ve bilim dili olmaya başlamıştır. Aslında öğrenilmesi güç olan eski yazının yerine latin alfabesinin kabulü, halkın eğitimini kolaylaştırmak amacını da taşımıştır.
              Kemalist Halkçılık, ayrıcalıksız, sınıfsız bir toplum öngörüyordu. Fakat bu, toplumsal sınıfları kaldırmayı amaçlayan marksist anlamda bir "egemen sınıf" ve işçi sınıfı bulunmadığı varsayımından hareket etmekteydi. Öyleyse varolmayan bir sınıf çatışması ve ayrıcalıklı toplum kesimleri yaratılmamalıydı. Ekonomik gelişmeyi sağlamak için toplumdaki tüm olanaklar değerlendirilmeye çalışılırken bu beklentiye ters düşen bir durumun doğması, Kemalizm'in, bir temel özelliğinin gözden kaçmasına neden olmamalıdır: "Atatürkçülük, herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden, ılımlı toplumculuğu öngören, her türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Atatürkçü Halkçılık, yönetimde, siyasada, kalkınmada, gelirlerin dağılımında, devlet ve ulus olanaklarının kullanılmasında halk yararının gözetilmesini amaçlar."
              "Peki Halk nedir?" sorusunun yanıtı ise şudur: Halk, ayrıcalıklara sahip bulunmayan toplum kesimlerinin toplamıdır!


 

  • Bugün haklı olarak kıvanç duyabileceğimiz bütün başarıların sırrı yeni Türkiye Devleti'nin yapısındadır.
    Gerçekte, Türkiye Devleti'nin, bu yeni müessesenin dayandığı esaslar, nitelik yönünden kendinden önceki tarihi müesseselerin esaslarından başkadır.
    Bunu bir kelime ile ifade etmek lazım gelirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir. ( 1923 )

     

  • Bugünkü varlığımızın temel niteliği milletin genel eğilimini ispat etmiştir, o da halkçılıktır ve halk hükümetidir. ( 1920 )

     

  • İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletimizin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile ispat edilmiştir. ( 1921 )

     

  • Bizim görüşümüz - ki halkçılıktır - kuvvetin, kudretin, egemenliğin idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki, bu dünyanın en kuvvetli bir esası, bir ilkesidir. ( 1920 )

     

  • Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti bir halk hükümetidir. Memleket menfaatlerine ait konularda, milletin fertleri ile hükümet arasında vazife yönüyle ortaklık vardır. ( 1921 )

     

  • Bizim hükümet şeklimiz tam bir demokrat hükümettir. Ve lisanımız da bu hükümet, halk hükümeti olarak ifade edilir. ( 1922 )

     

  • Ne olduğumuzu bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya mecbur olan bir halkız! Bundan dolayı her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmak sayesinde bir hakkı kazanırız. Yoksa arka üstü yatmak ve hayatını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen insanların bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur, hakkı yoktur! O halde... Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum sistemidir. ( 1924 )

     

  • Bizim halkımızın çıkarları birbirinden farklı sınıf halinde değil; aksine varlıları ve çalışmalarının sonuçları birbirine lâzım olan sınıflardan ibarettir. ( 1923 )

     

  • Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflandıran oluşmuş değil ve fakat kişisel ve sosyal hayat için iş bölümü itibarıyla çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensiplerimizdendir. ( 1931 )

DEVLETÇİLİK

              "İktisaden zayıf bir ulus, fakirlik ve sefaletten kurtulamaz. Toplumsal ve siyasi felaketten yakasını kurtaramaz."

              Ulusal ekonomiyi, sağlam temeller üzerine oturtmak amacına yönelik ekonomik devrim, Atatürkçülük edebiyatına "Devletçilik" deyimi olarak geçmiş ve Atatürk İlkeleri arasında yerini almıştır.

              "Bizim güttüğümüz "devletçilik" bireysel çalışma ve etkinliği esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde ulusu refaha, ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için, ulusun genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde özellikle ekonomik alanlarda, devleti fiilen ilgilendirmektir." (M.K.Atatürk)

              Kemalizm'in Devletçilik ilkesini de, Halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halk nasıl kalkınacak ve hakkettiği çağdaş yaşam düzeyine ulaşacaktır? Batının gelişmiş toplumlarının nasıl bir yoldan geçerek o noktaya geldikleri biliniyordu. Bir yandan kendi halklarını, diğer taraftan geri kalmış ülke halklarını sömürerek bir sermaye birikimi oluşturmuşlardı. Türkiye'nin kendisi geri kalmış bir ülkeydi. Halkın sırtından bir sermaye birikimi oluşturulmasına, onun birkaç kuşak daha yoksul tutulması pahasına bir kalkınmaya ise "Halkçılık" anlayışı karşıydı.
              1923 - 1930 yılları arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimcilerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye özel kişilerin ne yeterli parası, ne yeterli deneyimleri, ne de yeterli teknolojik birikimi vardı. Dünyayı sarsan 1929 ekonomik bunalımı ise, liberal ekonomi politikalarının tam bir başarısızlığını vurguluyordu. Kemalizm, ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için "Devletçilik" ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim arttırılacak, sanayi gerçekleştirilecek, hem de hakça bir paylaşım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı.
              Kemalist tek partinin programında 1935 yılında yapılan düzeltmelerden sonra, Devletçilik ilkesi şöyle tanımlanıyordu: "Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemli esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimcileri teşvik ve yapılanları düzenleme ve denetlemektir."
              Kemalist Devletçilik anlayışının, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplamayı öngören marksizm ile kuşkusuz ki hiçbir ilgisi yoktur. Hızlı bir ekonomik büyümeyi sağlamak için devletin lokomotif görevini üstlenmesi anlamına geliyordu. Devlet ekonomiye yön verecek, kıt kaynakların akılcı kullanımını planlayacaktı. Devlet özel girişimcilerin ilgilenmediği, başarılı olamadığı ya da kamu yararı gördüğü alanlarda yatırım ve işletmecilik yapacaktı.
              Türkiye başlangıç aşamasında Devletçiliğin iki büyük yararını gördü: Bir yanda, özellikle altyapı ve sanayi yatırımları sayesinde oldukça hızlı bir büyüme gerçekleştirirken; diğer tarafta, sanayileşmenin devlet eliyle oluşumu sayesinde, Türk işçisi, Batı'daki örnekleri gibi insancıl olmayan koşullar içinde birkaç kuşağın feda edildiğini görmedi. 1929 - 1939 yılları aarasındaki on yılda dünya sanayi üretimi %19 artarken, Türkiye'de sanayi üretim artışı %96'yı buldu. Sovyetler Birliği ve Japonya dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye'den daha hızlı bir büyüme sağlayamadı. Giderek oluşmaya ve büyümeye başalyan sanayi işçisi sınıfı nasıl hiçbir mücadele vermeden seçme ve seçilme haklarını elde ettiyse; yüne kan dökülmesine, kuşaklar boyu süren büyük acılar çekilmesine gerek kalmadan insancıl çalışma koşullarına kavuştu. Kemalist "sürekli devrimcilik" anlayışını daha sonra sürdürenler, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme gibi hakları vermek için de işçi sınıfının rejimi zorlamasını beklemediler. ( Ama uğrunda savaşım vermeden elde edilen hakların yeterince bilincinde olunmadığını daha sonraki deneyimler göstermiştir. İşçi sınıfı, ancak elinden alındığı ya da kısıtlandığı zaman, sahib olduğu hakların ve özgürlüklerin önemini yeterince kavrayabilmiştir. Demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde bile, işçilerin seçme hakkını elde etmek için nasıl uzun ve kanlı savaşımlar verdiği unutulmamalıdır! )

    Türkiye'nin Uyguladığı Devletçilik


  • Türkiye'nin tatbik ettiği devletçilik sistemi 19. asırdan beri sosyalizm teorisyenlerinin ileri sürdükleri fikirlerinden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye'nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye'ye özgü bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur:
    Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardan beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi; ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka bir yoldur. ( 1936 )

  • LAİKLİK

                  "Din gerekli bir kurumdur. Dinsiz ulusların devamına olanak yoktur. Şurası var ki, din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır."

    DEVRİMCİLİK (İNKILÂPÇILIK)

                  "Devrimler yalnız başlar, bitişi diye birşey yoktur."

    II.DÜNYA SAVAŞI VE TÜRKİYE

      1. İNÖNÜ DEVRİ    
      2. SAVAŞIN NEDENLERİ    
    3. İTTİFAKLAR VE ANLAŞMALAR    
      4. SAVAŞIN GELİŞMESİ    
      5. ATLANTİK BEYANNAMESİ    
      6. BM BEYANNAMESİ    
      7. İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ    
      8. UNESCO    
      9. NATO    
      10. KORE SAVAŞI    
      11. 2.DÜNYA SAVAŞINDA TÜRKİYE'NİN TUTUMU    
      12. TÜRK - PAKİSTAN PAKTI    
      13. BAĞDAT PAKTI CENTO    
      14. ÖZET  
    İNÖNÜ DEVRİ VE BUNALIMLI YILLAR

                  "Devrimler, yalnız ve ancak öğretmenlerin kafasında başlar." (M.K.Atatürk)

     

                  Devrim sözcüğünün anlamı; kısa sürede meydana gelen köklü değişiklikler demektir. Bu sözcük anlamından esinlenerek devrimi; Devlet eliyle ülkenin sosyal hayatının ve kurumlarının akla yakın ve ölçülü yöntemlerle köklü bir şekilde yenileştirilmesidir, şeklinde tanımlayabiliriz.

                  Atatürk, kendi ana düşünce ve eylemlerine uygun olarak devrimi şöyle tanımlamaktadır:

                  "Türk Ulusu'nu, son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak, yerlerine ulusun en yüksek uygarlık gereksinimlerine uygun olarak ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları kurmuş olmaktır."

                  Ayrıca Atatürk "Devrimler için, "Atatürk Devrimleri" denilmesini iyi karşılamaz ve "Türk Devrimi" diye düzeltirdi." (Prof. Dr. Hikmet Bayur)

                  Kemalist Devrimcilik İlkesi, Halkçılıkla ve hatta demokrasi anlayışı ile iç içe bir anlam taşır. Mustafa Kemal'in 1923'te Konya'daki bir konuşmasında yer alabn şu cümleler, O'nun nasıl bir devrimcilik anlayışından hareket ettiğini, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek kadar açık bir biçimde sergilemektedir: "Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Aydın sınıf telkinle, aydınlatma ile büyük çoğunluğu kendi amacına göre ikna etmeyi başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye başlar. Başarıya ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyum olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ilkeler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Bu halk bir defa karşısındakinin samimiyetle kendilerine yardımcı olacaklarına inanırsa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin herşeyden evvel millete güven vermesi gereklidir."
                  Bu, seçkinciliği açıkça yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren bir devrimcilik anlayışıdır.
                  Kemalist Devrimcilik anlayışının iki yanı bulunduğunu söyleyebiliriz. Birinci yanı, eski düzenin geçerliliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinmelerini karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama Kemalizm, bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak yeniliklere, değişimlere açıklık biçiminde anlatmakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.
                  Atatürk, Devrimcilik İlkesinin birinci ögesini şöyle tanımlıyordu: "Devrim, Türk Milleti'ni son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini temin edecek yeni kurumları koymuş olmaktır." Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını elbette ki devrimcilik ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama O'nun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin bilincindeydi. Bu nedenledir ki, Kemalist ideolojinin kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu. İşte bu nedenledir ki, Kemalizm'in Devrimcilik ilkesi, aynı zamanda bir "Sürekli Devrimcilik" anlayışını da yansıtmaktadır.
                  En ilerici kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm'in bu sürekli devrimcilik anlayışını benimsemeden, sadece Mustafa Kemal'in sağlığında gerçekleştirdiklerinin bekçiliği ile yetinenleri "Kemalist" ya da "Atatürkçü" saymak olanaksızdır.
                  Kemalizm, sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve kültürü laikleştirdi. Bir islam ülkesindeki ilk laik devlet böylece doğdu. Eğer çok sayıdaki müslüman ülke içinde çağdaş, demokratik bir hukuk devletine sahip tek ülke "TÜRKİYE" ise, bunun laiklikle bağlantısı olmadığını öne sürmek elbette ki olanaksızdır. Petrol gibi büyük ve kolay gelir kaynaklarına sahip olmadığı halde, Türkiye'nin müslüman ülkeler içinde en sanayileşmişi, en ileri teknolojiye ve çağdaş ekonomiye ( Bugünlerde krizde olmamıza rağmen ) sahip bulunanı oluşu da ayrıca düşündürücüdür!

     


     

    • Türk inkılâbı nedir? Bu inkılâp, kelimenin ilk bakışta ima ettiği ihtilal anlamından başka, ondan daha geniş bir değişikliği ifade etmektedir... Milletin varlığını devam ettirmesi için kişileri arasında düşündüğü ortak bağ, yüzyıllardan beri gelen şekil ve esasını değiştirmiş, yani millet, dini ve mezhebi bağlantı yerine, Türk milliyeti bağıyla kişilerini toplamıştır.
      Millet, milletlerarası genel mücadele sahasında hayat sebebi ve kuvvet sebebi olacak ilim ve vasıtanın ancak çağdaş medeniyette bulunabileceğini hayatı boyunca devam edecek bir idare saymıştır...
      Sonuç olarak millet; saydığım değişiklik ve inkılâpların tabii ve zorunlu gereği olarak, toplum idaresinin ve bütün kanunlarının ancak dünyaya ait ihtiyaçlarından doğmuş ve ihtiyacın değişme ve gelişmesiyle devamlı olarak değişme ve gelişmesi esas olan dünyaya ait bir zihniyeti, hayatı boyunca devam edecek bir idare saymıştır...
      Büyük milletimizin hayatının devamında meydana getirdiği bu değişiklikler, herhangi bir ihtilalden çok fazla, çok yüksek olan en büyük inkılâplardandır. ( 1925 )

       

    • İnkılâp var olan müesseseleri zorla değiştirmek demektir.
      Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine, milletin en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseleri koymuş olmaktır...
      Devlet hayatında İnkılâp, sosyal durumumuzu da kapsar. ( Laiklik), ( Medeni Kanun), (Demokrasi). ( 1933 )

       

    • Uçurum kenarında yıkık bir ülke... türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar... yıllarca süren savaş... ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız inkılâplar... İşte Türk genel inkılâbının bir kısa ifadesi... ( 1935 )

       

    • Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır.
      İnkılâplarımızın ana ilkesi budur. Bu gereği kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek zaruridir, şimdiye kadar milletin beyinlerini paslandıran, uyuşturan, bu anlayışta bulunanlar olmuştur. Her halde anlayışlarda varolan uydurma ve boş fikirler tamamen çıkarılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça beyine gerçeğin nurlarını sokmak imkansızdır. ( 1925 )

       

    • Türkiye'yi derece derece mi ilerletmeli, ani olarak mı? İki sistem var, biri bilinen büyük Fransız ihtilâlindeki yöntem; rejimler değişecek, ihtilâllere karşı mukabil ihtilâller yapılacak. Sağ solu tepeler, sol sağı süpürürken bir bakılacak ki bir buçuk asırlık zaman geçmiş... Bu milletin damarlarında o kadar bol kan ve önünde o kadar geniş zaman var mı? ( 1922 )

       

    • Biz büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce taraftarı vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lazım. En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için, sert tedbirlere müracaat edilmiştir. Bize gelince, inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız. ( 1925 )

       

    • Mutlu inkılâbımızın aleyhinde fikir ve his taşıyanları aydınlatmak ve doğru yolu göstermek, aydınlara düşen milli vazifelerin en önemlisi ve en birincisidir. ( 1929 )

       

    • Türkiye'de doğan inkılâp güneşi yükselerek sıcaklığını yaydıkça, Türk milletinin kalbi büsbütün dünyanın büyük ve takdire layık eserlerine karşı sıcak bir sevgiyle dolmuş, bütün ilerleme prensiplerini tamamıyla benimsemiştir.

       

    • Her türlü yükselme ve gelişmeye kabiliyetli olan milletimizin sosyal ve fikri inkılâp adımlarını kısaltmak isteyen engeller mutlaka ortadan kaldırılmalıdır. ( 1924 )

       

    • İnkılâbın hedefini kavramış olanlar daima onu koruyabilecek güçte olacaklardır. ( 1930 )

       

    • Gerçek inkılâpçılar onlardır ki, yükselme ve yenilenme inkılâbına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime nüfuz etmesini bilirler. ( 1925 )

       

    • İnkılâbın temellerini her gün derinleştirmek, kuvvetlendirmek lazımdır. ( 1925 )

     

          İsmet İnönü, Atatürk'ün ölümünden sonra Türkiye'nin ikinci Cumhurbaşkanı seçildi. Devlet ve parti başkanı olarak devrinin "tek şefi" idi. Gerek dünyanın gerekse Türkiye'nin en bunalımlı yıllarında görev yaptı. Başbakanlığı döneminde, dünya ekonomik krizini devletçilik politikasıyla göğüslemeye çalışmıştı. Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT’ler) aracılığıyla sanayiyi geliştirmek istemiş ve bu yönde önemli adımlar atmıştı.

          İnönü'nün en büyük başarısı Türkiye'yi İkinci Dünya Savaşı'nın dışında tutması oldu. Onun bu politikası çeşitli dengeleri aynı anda kurabilmek ve ülkenin durumunu birkaç yönden güvence altına alabilmek biçiminde gelişti. 23 Ağustos 1939'da Sovyet-Alman Anlaşması imzalandığında, bu beraberliğin Türkiye aleyhine sonuçlar verebileceğini düşünen İnönü, Fransa ve İngiltere ile anlaşma yaparak ekonomik yardım aldı (13 Ekim 1939). Daha sonra Sovyetler Birliği ile bu ülkenin Türkiye'ye saldırmayacağı güvencesini alan bir anlaşma imzaladı (25 Mart 1941). Sovyetler Birliği'ne saldırmasından birkaç gün önce ise Almanya ile bir saldırmazlık anlaşması yapmıştı (Haziran 1941). İnönü'nün bu dengeli politikası savaş boyunca devam etti. Türkiye savaşın bitmesine kısa bir süre kala, ABD, İngiltere ve SSCB'nin yanında yer alarak Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etti ve 24 Ocak 1945 tarihli Birleşmiş Milletler bildirisini imzaladı. 5 Mart 1945 tarihinde San Fransisko Konferansı'na davet edilen Türkiye Birleşmiş Milletler kurucu üyeleri arasında yer aldı.

          Türkiye, İkinci Dünya Savaşı'na girmemiş, ama savaştan olumsuz yönde etkilenmişti. Savaş boyunca büyük bir ordu silah altında tutulmuş, fiyatlar hızla yükselmiş, temel gıda maddelerinin çoğu karneye bağlanmış, birçok madde bulunamaz hale gelmiş veya karaborsaya düşmüştü. Uzakgörüşlü bir devlet ve siyaset adamı olan İnönü, gerek İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tüm dünyada esmeye başlayan özgürlük ve demokrasi rüzgarlarına, gerekse savaş sıkıntılarının doğurduğu toplumsal tepkilere seyirci kalamazdı. Nitekim, 1945 yılında önce "rejimin liberalleşmesi" gereğinden söz etti. Ardından "muhalefet partisine olan ihtiyacı" dile getirdi. Açtığı bu yoldan, CHP'nin içinden Demokrat Parti'nin doğmasını, 1946'da CHP'yi zorlamasını ve 1950'de iktidar olmasını demokratik bir hoşgörü ile karşıladı.

    SAVAŞIN NEDENLERİ

          Almanya'da Nasyonal Sosyalistlerin 1933'de iktidar mevkiine geçmeleriyle Almanya savaş hazırlığına başladı. Bu hazırlığın nedenini, Nazi rejiminin emperyalist siyasetinde ve Almanya'nın Versay Antlaşmasıyla uğradığı haksızlıklara ve zulümlere karşı isyan ederek haklarını geri almak istemesinde buluruz.

          Hitler, aynı siyaseti güden Japonya ve İtalya ile birleşti. Bu üç devlet saldırıcı nitelikte bir bağlaşma meydana getirdiler. Bu bağlaşmaya "Üçlü Mihver" adı verildi. (27 Eylül 1940)

    İTTİFAK VE ANLAŞMALAR

          Almanya 1938'de Avusturya'yı ilhak ettikten sonra, Çekler'den Südet bölgesini aldı. 1938 yılında ise bütün Çekoslovakya'yı işgal etti. Çekoslovakya'nın işgali İngiltere, Fransa ve Rusya'yı telaşa düşürdü. Diğer devletlerde ise büyük bir şaşkınlık uyandırdı.

          1939'da Sovyetler Birliği ile Almanya arasında, Alman-Sovyet saldırmazlık paktı imzalandı. Bunun üzerine İngiltere ile Fransa da birleşerek Polonya ile karşılıklı yardım paktını imzaladılar.
    SAVAŞIN GELİŞMESİ
    ATLANTİK BEYANNAMESİ

         İkinci Dünya Savaşı, Alman ordularının 1 Eylül 1939'da Polonya'ya saldırması ile başladı. 3 Eylül'de İngiltere, onun arkasından Fransa, Polonya'ya yardım amacıyla Almanya'ya savaş ilan ettiler.

          Savaş kısa zamanda alanını genişletti. İskandinavya'dan Kuzey Afrika'ya, Balkanlardan Manş kıyılarına kadar olan bütün yerleri Almanyalar "Yıldırım Savaşı" usulüyle ele geçirdiler. 1939'da Sovyet Rusya ile Almanya arasında imzalanan dostluk paktına rağmen 22 Haziran 1941 tarihinde Alman orduları Rusya üzerine yürüdü. Bunun üzerine 12 Temmuz 1941'de Rus-İngiliz bağlaşması imzalandı.

          7 Aralık 1941'de Japonya Havai Adalarındaki Pearl Harbour (Perl Harbur) limanında bulunan Amerikan donanmasına baskın yapmak suretiyle savaşa girmiş oldu. Roosevelt (Ruzvelt) Japonya'ya savaş ilan ederek Rusya ve İngiltere yanında İkinci Dünya Savaşına girdi (1941).

          1942 yılında Mihver devletler her tarafta üstün bir durumda idi. Müttefikler ise bu beş yıl içinde hazırlıklarını tamamlamak için savunmada kaldılar.

          1942 yılı sonlarında müttefikler duruma hakim olmağa başladılar. Az zamanda büyük bir hava kuvveti ve donanma yapmayı başaran Amerikalılar Pasifik'te Japonları geri çekilmeğe zorladılar.

          1 Ekim 1943'de müttefikler Sicilya Adasından İtalya'yı geçerek birinci cepheyi açtılar. İtalyanlar bir süre sonra teslim oldular. 6 Haziran 1944'de müttefik kuvvetler Fransa'dan Normandiya kıyılarına çıkarma yaparak Almanya'ya karşı ikinci cepheyi açtılar.

          1945 senesinde Nazi Partisi dağıldı. Yeni Almanya Hükümeti 7 Mayıs 1945'de kayıtsız şartsız teslim oldu. Savaş halinde olan yalnız Japonya kalmıştı. Amerikalılar Nagazaki ve Hiroşima üzerine atom bombaları attıktan sonra 1945'de Japonlar teslim oldular. Böylece İkinci Dünya Savaşının askeri safhası sona ermiş oldu.

     

          1941 yılında Sovyet-İngiliz İttifakı imzalandıktan sonra Amerika Müttefiklere yardıma karar verdi. Evvela 21 Mart 1941'de "Kiralama ve Ödünç Verme" kanununu kabul ederek endüstrisini seferber etti.

          Çörçil bu savaşta İngiltere'nin gayelerini açıklamak ve müttefiklerine daha fazla yardım sağlamak için Ruzvelt'le görüşmek istedi. Çörçil ve Ruzvelt Atlantik Denizi'nin enginlerinde bir gemide buluştular. Bu buluşmada iki devlet adamının üzerinde durdukları dava gelecekteki barışın temellerini atmaktı. 14 Ağustos 1941'de bir beyanname yayınlayarak memleketlerinin hiç bir yabancı toprakta gözü olmadığını, bütün milletlerin istedikleri rejimi seçmek hakkına saygı göstereceklerini, her çeşit silahlı saldırıyı durduracaklarını ilan ettiler.

          Atlantik Beyannamesinin Esasları:

          1-Birleşik Amerika ile İngiltere, toprak vesaire bakımından büyümek gayesini gütmeyeceklerdir.

          2-Uluslar tarafından özgürce bir istek gösterilmedikçe, dünyada hiç bir sınır değişikliği yapılmayacaktır.

          3-Her ulus, istediği hükümeti seçebilecektir. Hükümranlık haklarıyla kendi kendilerini bizzat idare etmek hakkından mahrum kalanları, bunlara kavuşturmağa Amerika ile İngiltere çalışacaklardır.

          4-Büyük, küçük, yenmiş ve yenilmiş bütün milletlerin, ekonomik refahları için muhtaç oldukları hem maddeler eşit koşullarla sağlanacaktı,

          5-Uluslararasında tam bir işbirliği kurulacaktır.

          6-Nazi istibdadı çöktükten sonra, her ulusa kendi sınırları içinde güvenle yaşamak imkanları sağlanacak ve bütün memleketlerin insanları korku ve ıstıraptan uzak olacak bir surette yaşamak imkanlarına kavuşturulacaktır.

          7-Barış, bütün insanlara, hiç bir engele uğramadan açık denizleri ve Okyanusları aşmak haklarını verecektir.

          8-Dünyanın bütün milletleri, gerek kendi maddi çıkarlarına dokunan sebeplerle ve gerek ruhi ve ahlaki nedenlerle, zora başvurma adetinden vazgeçeceklerdir. Kendi sınırları dışındaki milletleri tehdit eden veya etmesi ihtimali olan milletlerin elinde kara, deniz ve hava silahları bulundukça yarınki barış korunamaz. İlerde geniş ve sürekli bir genel güven sistemi kurulmak için ilk iş olarak böyle uluslar silahsızlandırılacaktır. Barışsever milletlerin sırtındaki silahlanma yükünü hafifletmek için de Birleşik Amerika ile İngiltere ellerinden gelen her yardımı yapacaklardır.

    BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BEYANNAMESİ
    (1 Ocak 1942)

          1 Ocak 1942 yılında Vaşington'da imzalanan Birleşmiş Milletler Beyannamesinin ön sözü şöyledir:

          "İmza sahipleri; canı, hürriyeti, bağımsızlığı, dinsel özgürlüğü savunmak ve gerek kendi memleketlerinde, gerek başka memleketlerde insanlık saflarını ve hakkı korumak için düşmanlara karşı tam bir zafere ihtiyaç olduğuna, dünyayı tutsak etmeğe çalışan vahşi ve azgın kuvvetlere karşı birleşmiş bir direnmeye girişmiş bulundukları inancındadırlar. Bu itibarla şu esasları beyan ederler:
          1.Her hükümet, Üçlü Paktın üyelerine ve kendisinin savaş halinde bulunduğu diğer mensuplarına karşı bütün askeri ve ekonomik kaynaklarını kullanmayı taahhüt eder.
          2.Her hükümet, bu belgeyi imza eden hükümetlerle işbirliği halinde kalmayı ve ayrı bir mütareke ve barış imzalamayı taahhüt eder.

    İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ

          İkinci Dünya Savaşı insanlığa hastalık, kıtlık, türlü sefalet ve ölüm getirmişti. Savaşın bu korkunç tesirlerini yaşayan insanlık, savaştan kurtulmak ve sürekli barışa kavuşmak çarelerini araştırdı ve "Birleşmiş Milletler Kurulu"nu kurdu (24 Ekim 1945). Bu kurulun gayesi; milletler arasında barış ve güvenliği korumak, dostluk ilişkilerini geliştirmek, milletlerarası barış ve güvenliği korumak, dostluk ilişkilerini geliştirmek, milletlerarası ekonomik, sosyal ve kültürel meseleleri çözmektir. Birleşmiş Milletler Kurulu, 10 Aralık 1948'de "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi"ni hazırladı. 30 maddeden ibaret olan bu beyannamenin önemli maddeleri şunlardır:

          1-Bütün insanlar, hür haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar, akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik düşüncesiyle hareket etmelidirler.

          2-Herkes, ırk, cins, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir inanç, milli veya sosyal doğuş, zenginlik, veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin bu bildiride yayınlanan tüm haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanırlar.

          3-Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği her ferdin hakkıdır.

          4-Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz. Kölelik ve köle ticari her türlü şekliyle yasaktır.

          5-Kanun önünde herkes eşittir ve farksız olarak kanunun eşit korumasından yararlanmak hakkına sahiptirler.

          6-Hiç kimse keyfi olarak tutuklanamaz, alıkonulamaz veya sürülemez.

          7-Her insanın bir vatandaşlığa hakkı vardır.

          8-Aile, toplumun doğal ve temel unsurudur; cemiyet ve devlet tarafından korunmak hakkına sahiptir.

          9-Halkın iradesi hükümet otoritesinin esasıdır; bu irade gizli şekilde veya özgürlüğü sağlayacak karşı bir usul ile cereyan edecek genel ve eşit oy verme yoluyla yapılacak olan dürüst seçimlerle ifade edilir.

    UNESCO  

          Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal konseyinin bir koludur. UNESCO sembolik bir kelimedir. Türkçe manası, Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü"dür.

          1945'de Londra'da yapılan hazırlıklardan sonra, 1946 yılında Paris'de otuz bir devletin üyeleri toplanarak UNESCO'yu kurdular. Türkiye de kurucular arasındadır.

          UNESCO amacını programının birinci maddesinde şöyle açıklar: "UNESCO, milletlerarası bir işbirliğine dayanarak, ilim, kültür ve eğitim yolu ile dünyamızın barış ve güvenliğini korumak maksadıyla kurulmuştur".

          1-Milletlerarası karşılıklı tanışmayı ve anlaşmayı sağlayarak, dünya insanlarını birbirine yaklaştırmak.

          2-Halk eğitimini sağlamak ve dünyanın geri kalmış yerlerindeki manevi karanlığa bilim ve kültür ışıklarını götürmek.

          3-Barışın korunması yolunda yardımcı olmak.

          Yeni nesle barış fikri ve insanlık sevgisi vermek muhakkak ki kültür ve bilim yolu ile olur. Kültür ve bilim insanlığa doğru yolu gösterir. Cehalet ise kötü ve karanlık düşünceleri besler. Savaş, fena terbiye, istibdat ve cahilliğin eseridir. Dünyayı barışı, insanlığa mutluluğu getirecek yol, hürriyet, kültür ve bilim yoludur.

     

    NATO

    SOĞUK SAVAŞIN KAYNAKLARI VE NATO'NUN KURULUŞUNA YOL AÇAN GELİŞMELER

              İkinci Dünya Savaşı'nın sona erişi aşamasında Nazi Almanyası'nın teslim olmasının yedi hafta ardından ve Hiroshima'ya ilk atom bombasının atılışının altı hafta öncesinde, Mihver Devletleri ve yandaşlarına karşı çarpışan veya bunlara savaş ilan etmiş olan elli ülke, 26 Haziran 1945'de San Francisko'da, Birlemiş Milletler yasasını imzalamışlardı. Dünya uluslarının artık barışın değerini ve barışın korunması gereğini iyice anlamış bulundukları umudu yaygındı. Oysa, 1945'den 1949'a kadar uzanan dört yıl içinde, bu umudun geçerli olmadığı ortaya çıkmış ve 10 Avrupa ülkesi kendilerini, BM Yasası'nın sağlayabilmeyi öngördüğü korumanın ötesinde, belirli ve somut koruyucu önlem ve düzenlemeler ihtiyacı karşısında bırakan bir tehditle yüz yüze bulmuşlardır.


    NATO KUZEY ATLANTİK PAKTI ANTLAŞMASI

              İkinci Dünya savaşı Batılı ülkelerle Sovyetler Birliğinin faşizme karşı demokratik cephe içinde birlikte savaştıkları bir dönemdi. Ortak düşmana karşı verilen bu topyekün ölüm kalım savaşında dahi, Batılılarla Sovyetler Birliği arasında varolan uzlaşmazlıklar savaş sonunda, kurulacak olan yeni dünyanın biçimlenme sürecinde, giderek, tam bir karşıtlık ve çatışmaya dönüştü.Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO), işte Doğu-Batı savaşımının Soğuk Savaş döneminin başlangıç yıllarında, Batı`da oluşturulan askeri bir bağlaşma sonucu kurulmuştur. Nitekim S.S.C.B.' nin 1947 haziranında Paris Konferansı sırasında takındığı tavır, gitgide güçlenen Sovyet Bloku karşısında Batı'nın ortak bir güç halinde birleşmesi gereğini kesin bir zorunluluk halinde ortaya çıkardı. Belçika 1945'te bir Batı Federasyonu kurma fikrini ortaya atmıştı. Benelüks bu konfederasyonun ilk adımı oldu. 1948 martında İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında imzalanan Bürüksel Antlaşması, bir savunma birliğinin yanı sıra, iktisadi ve kültürel işbirliğini öngörüyor, bölgesel bir nitelik taşımaktan da öte bir camia kuruyor, Sovyet İdeolojisi karşısında Atlantik Medeniyeti kavramını ortaya koyuyordu.

              Ne var ki Bürüksel Antlaşması'nın birleştirdiği ülkelerin gücü, Sovyet Bloku ile dengeyi sağlamak için yeterli değildi. 1948 yılı aralık ayında Washington'da, Bürüksel Antlaşması ülkeleri ile Kanada ve ABD arasında görüşmeler başladı. Şubat 1949'da Norveç ve Moskova'nın bütün baskısına rağmen diğer İskandinav ülkeleri görüşmelere katıldı. İzlanda,İtalya ve Portekiz de davet edildi. Kuzey Atlantik Paktı [North Atlantik Treaty Organisation (NATO)] adını alan yeni antlaşma 4 Nisan 1949 tarihinde ABD`nin başkenti Washington`da, Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İzlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İngiltere ve A.B.D. tarafından imzalandı. Savaşta tarafsız kalmış olan İsveç, İrlanda ve İsviçre antlaşmaya katılmadılar. Totaliter rejimi nedeniyle İspanya, işgal altındaki Almanya ve Avusturya davet edilmedi. Daha sonra,1951 yılında Türkiye ve Yunanistan da örgüte katılmaya davet edilecekler ve 18 Şubat 1952'de NATO'ya resmen üye olacaklardır. 9 Mayıs 1955'te Federal Almanya, 1982 yılında İspanya ve son olarak da 12 Mart 1999'da Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya NATO'ya katılacaklar ve üye devlet sayısı 19'a ulaşacaktır.

              NATO basit bir savunma antlaşması değildi. A.B.D. Dışişleri Bakanı Acheson, 4 nisan günü yaptığı konuşmada bu ittifakı şöyle tanımlıyordu: "Antlaşmanın gerekçesi burada temsil edilen milletler topluluğunun inanç, fikir ve menfaat birliğidir. Hedefi, ortak bir iktidara ulaşmak değildir. Bütün vasıtalara başvurarak, korumak ve sürdürmek istedikleri bir yaşama biçiminin gerektirdiği manevi ve ahlaki değerlerin savunulmasıdır". Atlantik kıyısının liberal devletleri, bu siyasi girişimle, yüzyıllar boyu ortaklaşa yaratmış oldukları, kişisel hürriyet ve hukuk hakimiyeti ilkelerine dayanan medeniyeti koruma kararında olduklarını ilan ediyorlardı. NATO üye devletler arasında fark gözetmiyordu. Ama ABD' nin bu blokta başrolü oynayacağı belliydi. Anlaşmanın resmi belgeleri Washington'da muhafaza edileceklerdi. Yirmi yıllık süre sonunda ayrılmak isteyen devlet, ABD' ye başvurmak zorundaydı. Böylece, Atlantik Paktı çerçevesi içinde ortaklaşa savunma, karşılıklı yardım ve dayanışma amacı ile birleşen bağımsız batılı ülkeler, ABD' nin zımni himaye ve üstünlüğünü kabul etmiş oluyorlardı.

              Şimdi İkinci Dünya Savaşının sonuyla başlayıp Kuzey Atlantik Antlaşmasının akdi ile noktalanan sürece, tarihi perspektif içerisinde, daha yakından bakmaya çalışacağız.

    SAVAŞ SONUNDA DÜNYA VE AVRUPA KUVVET DENGESİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ

              İkinci Dünya Savaşı fiilen 8 Mayıs 1945'i 9 Mayıs'a bağlayan gece yarısı Alman Yüksek Komutanlığı adına Friedeburg Keitel Stunpff'un Berlin'de Nazi Almanyası'nın teslim belgesini imzalamasıyla sona erdi. Almanya dahil tüm Avrupa, böylece esas olarak iki güç; Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından faşizmden kurtarılmış oldu. 5 Haziran 1945 tarihinde yayımlan bir bildiri ile de Almanya'nın bağlaşıklarca ortak yönetimi başlatıldı. Orta Avrupa'da Alman toprakları üzerinde Sovyet ve Amerikan askerleri bulunurken Avrupa'nın batısında Amerikan doğusunda da Sovyet askerleri yer almaktaydı. Bu arada Sovyet ve Amerikan askerleri Avrupa'nın her iki yakasında karşıt ekonomik, toplumsal ve siyasal iki ayrı örgütlenme biçiminin ve çıkarlarının silahlı temsilcileri idi. Avrupa ülkelerinde ise bu dönem savaşın getirdiği yıkıntıları onarmak, faşizmin ortadan kaldırdığı demokratik ortamı yeniden yaratmak, ulusal bütünlüğü kurmak, genel çöküntüden kurtulmak dönemiydi. Mayıs'ta Hitler Almanyası'nın, eylülde de Japonya'nın kayıtsız şartsız teslim olmaları sonucu ortaya çıkan ve kısaca değindiğimiz bu yeni dünya ve Avrupa kuvvet dengelerinin belirleyici özellik ve unsurları şöyle tanımlanıp sıralanabilir :

    • Almanya ve Japonya uğradıkları kesin askeri yenilgiler sonucu, anılan iki büyük gücün Sovyetler Birliği'nin batısında ve doğusunda oluştura geldikleri denge mihrakları çökmüş ve yerlerini büyük birer kuvvet boşluğuna terk etmişlerdi.

    • Avrupa'daki başlıca galipler, yani İngiltere ve Fransa savaştan son derece yorgun ve zayıf düşmüş bir durumda çıkmışlardı. Her ikisinin de imparatorlukları, birçok halde komünistlerin de aktif bir biçimde katkıda bulundukları, sömürgeciliğin tasfiyesine yönelik, milli kurtuluş hareketlerinin baskısı altındaydı.

    • İnsan zayiatına ilişkin rakamların incelenmesinde de görülebildiği üzere, Avrupa'daki savaşın kaderi Doğu cephesi ve Balkanlarda belirlenmiş; savaştan en ziyade maddi tahribata ve insan kayıplarına uğrayarak çıkma pahasına, Polonya, Macaristan, kısmen Avusturya, Çekoslovakya, Romanya ve Bulgaristan mihver güçlerinde yada mihvere bağımlı rejimlerden Sovyetler tarafından arındırılmıştı. Eski Almanya'nın doğu kesimi Sovyet işgali altına düşmüştü. Yugoslavya'da, 1948'e değin, Sovyetlerle iyi ilişkiler içinde kalan bir komünist rejim kurulmuştu. Yunanistan akıbeti belirsiz bir iç savaşa yuvarlanmıştı. Dolayısıyla, Orta Avrupa, ve Balkanlarda askeri altyapıya dayalı kesin bir Sovyet üstünlüğü belirlemiş bulunuyordu.

    • Almanya'nın teslim olmasını izleyen kısa dönemde, Batılı büyük güçler, bir yandan savaş sırasında bu yolda vermiş bulundukları sözleri tutmak gereği, diğer yandan da bu yönde mevcut kamuoyu talep ve baskılarını tatmin zorunluluğu karşısında, silahlı kuvvetlerinden büyük çapta terhis ve indirimler yapmışlar; seferberliklerini sona erdirmişlerdi. ABD ve İngiltere'nin kıta Avrupa'sındaki birliklerinin önemli bir bölümü geri çekilmişti. Berlin düşerken Avrupa'da bulunan 5 milyona yakın Amerikan , İngiliz ve Kanada askerinden 1946'da Avrupa'da bırakılanların yekünü 880 bini aşmamaktaydı.

       Barış Antlaşmaları Sorunu

        Sovyetler'le Batılı müttefikler bir Polonya geçici hükümetinin toplama tarzı üzerinde antlaşmaya varamamış olduklarından bu ülke 1945 San Francisco Konferansında temsil olunamamıştı.

        Londra'daki Dışişleri Bakanları Konferansı'nda (Eylül 1945), Molotov, Romanya ve Bulgaristan'daki durum hakkında tarafsız bir soruşturma yapılmasına dair, İngiliz önerilerinin başvurusunu dahi engellemişti.

        Batılılar'ın belirli ödünler vermeye yanaşmalarından sonradır ki, Kasım 1945'te Sovyetler, İtalya, Finlandiya ve balkanlardaki eski Mihver birlikleri ile yapılacak antlaşmalarının birleşme ve arkasında izlenecek yola ilişkin kabul ettiklerini açıklamışlardır.

        1947 Martı'nda Moskova'da toplanan Dışişleri Bakanları, Almanya ve Avusturya ile imzalanacak barış antlaşmaları konusunu görüşmüşler; ancak Almanya'nın müstakbel statüsü üzerinde uzlaşabilmeyi başaramamışlardır.

        Londra'daki Kasım 1947'de yapılan Dışişleri Bakanları Konferansı'ndaysa, tarafların bir uzlaşmaya varamayacakları kesinlikle anlaşılmıştır. Bu Konferansın kısa bir süre ardından Sovyet temsilcilerinin Berlin'deki Müttefik Kontrol Komisyon çalışmalarına iştirak etmemeye başladıkları görülmüştür. Mayıs 1949'da Paris'te bir toplantı daha yapan Dışişleri Bakanları yine bir netice alamamışlar; 1957'de Palais Rose Konferansında 109 gün süre ile başvuruları sürdüren vekilleri ise yeni bir Dışişleri Bakanları Konferansı için bir gündem taslağı dahi ortaya çıkaramamışlardır.

        Aslında, Dışişleri Bakanları'nın Mart 1947 Moskova Konferansı'na Mihver'e karşı Büyük İttifak'ın fiilen sona erdiği tamamen diplomatik forum nazarıyla da bakılabilir.

    Veto "Hakkının" Kötüye Kullanılması

              Savaş sonrası döneminde güvenliğin korunması açısından uluslar arası kamuoyu, özellikle Batı ülkeleri halk efkarı, BM sistemine umut bağlamıştı. Sistem bünyesinde Güvenlik Konseyi'nin kilit bir rolü vardı. Ancak bu rolün ifası "beş büyükler"in ortak hareketine bağlı ve ortak hareket edebildikleri konu ve ölçülerle sınırlıydı. Ortak hareketi engelleme yetkisi ise veto "hakkının" Sovyetlerce çok sık ve kötüye kullanımı da taraflar arası güven boşluğunu büyütmüştür. Örneğin; Yunanistan'ın komşuları Arnavutluk ve Bulgaristan ile arasında çıkan olaylar dolayası ile, 1947'de, Güvenlik Konseyi tarafında bir araştırma komisyonu kurulmuş; fakat komisyonun, Arnavutluk ve Bulgaristan'ın sorumluluğunu ortaya koyan bulguları içeren raporu ve raporun onaylanmasına ilişkin karar tasarıları Sovyetler Birliği'nce "sistematik" bir biçimde veto edilmiştir.
    Sovyetler'in Genişleme Siyaseti

              Sovyet yayılma siyaseti, Estonya, Letonya ve Litvanya'nın eklenmesiyle, daha II. Dünya Savaşı başında kendisini belli etmişti. Finlandiya, Romanya, Kuzeydoğu Almanya ve Çekoslovakya'nın doğusu da buna eklendiğinde, Sovyetler Birliği Savaşın sonunda 288.000 kilometrekare toprakla, yaklaşık 23 milyon nüfusu varlığına eklenmiş bulunuyordu. Belçika Başbakanı Paul-Henri Spaak, 1948'de BM Genel Kurulu'nda yaptığı bir konuşmada "savaştan başka milletlerde sağlanmış arazi kazancıyla çıkan tek bir Büyük devlet vardır: O da Sovyetler Birliği'dir." demekteydi.

              Sovyetler'in ikinci Dünya Savaşı ertesi topraksal genişleme siyasetlerinin başarı sınırını fiilen ekleme ettikleri arazi ile ölçmek yanlış olacaktır. Zira bahse konu toprak genişlemesi çerçevesinde, Sovyetler'in siyasi kontrol altında tutmaya başladıkları Doğu Avrupa ülkelerini de nazara almak gerekmektedir.

              Sovyet yayılma siyaseti Hitler Almanyası'nın yenilgiye uğratılmasından sonra da, devam etmiş; Avrupa'nın merkezi kesimi ile doğusunda muzaffer Sovyet Ordularının süngüleri gölgesinde ve aşamalı olarak tümüyle Moskova çizgisine getirilen "halk cephesi" hükümetleri aracılığıyla gerçekleştirilen bu siyaset neticesi Arnavutluk, Bulgaristan,Romanya, Doğu Almanya, Polonya ve Macaristan, Sovyet dolaylı yönetimi veya nüfus alanı içerisine alınmışlardır."Savaşsız fetih" diye de adlandırılan bu uygulamaya biraz daha yakından bakmamız yararlı olabilir.
    Sovyetler'in Siyasi Baskısı

              Sovyetler'in savaş ertesi dönemindeki "saldırgan" ve yayılmacı tutum ve siyasetleri yalnız Avrupa'da inhisar etmemekteydi. Dünyanın diğer bölgelerinde de, doğrudan veya dolaylı, Sovyet baskılarına tanık olunmaktaydı. Bunların başlıcaları şöyle sıralanabilir:

    • Kuzey İran'da: 1941'de İran, İngilizlerle Ruslar arasında nüfus bölgelerine ayrılmış; bilahare Sovyetler, ülkenin kuzeyindeki işgallerine, Tahran Antlaşması hükümlerine ve BM protestolarına rağmen, zamanında son vermeyip, bölgede Tudeh aracılığıyla bir ayrılıkçı devlet kurdurmaya çalışmışlardır.

    • Asya'da: Mançurya'nın büyük bir bölümünün işgali; Güneydoğu alt kıtadaki komünist ajitasyon yoğunluk kazanması; Çin Hind'inde ve ortalığı yerel güçlerle Viet Minh arasındaki mücadele, Malatya'da İngiliz'lerle, komünistlerin başını çektiği gerilla hareketi arasındaki çatışma; Birmanya'da grevler ve iç karışıklıklar. Savaş ertesi Avrupa ve Dünya koşullarının genel tablosunu yukarıda değindiğimiz başlıklar altında kısaca tasvire çalıştıktan sonra, NATO'nun kuruluşuna varan adımların atılışını 1947/49 tarihleri arasında izlemeye geçebiliriz. NATO'nun kuruluşuna giden süreçte uluslar arası gelişmeleri ise kısaca şöyle özetleyebiliriz. Bunlardan en önemlileri "Truman Doktrini" ve "Marshall Planı"dır.

     

              12 Mart 1947 tarihinde ABD başkanı Harry S. Truman, Kongreye sunduğu bir mesajda "komünist baskılara"a direnen Yunanistan ve Türkiye'ye 400 milyon dolar yardım yapılabilmesi için ödenek istemiş, bu arada Sovyetler Birliğini kastederek, ABD'nin "silahlı bir azınlık yada dış baskılarla boyunduruk altına alınmaya karşı koyan özgür hakları destekleme" kararını açıklamıştır. "Sosyalist ayaklanmalara ve Sovyet tehdidine karşı hür devleti koruma" temeline dayanan doktrini ortaya koyan Truman, Soğuk Savaşın başlamasına ve NATO'nun kurulmasına yol açmıştır. Sovyetlerin yayılmacı siyaseti ve bunun sonuçları ile somut bir biçimde beliren "tehdit" karşılığında hayat tarzlarını ve toprak bütünlüklerini koruma güdüleri ön plana geçen Avrupa "burjuva demokrasileri", özgürlük ve güvenliklerinin tabii garantörü olarak ABD'yi görmüşlerdir. Sovyetler Birliğinin "eski dünya" kıtalarındaki üstünlük ve tehdidini dengeleyip karşılama bakımlarından yeterli güce sahip tek ülke olan ABD'nin oynanması hazırlanan ve arzulanan rol için vaki çağrılara tepkisi, gecikmesiz ve kararlı bir tutum ittihazı biçiminde tecelli etmiştir.
    II. Marshall Planı

              Truman Doktrini, Yunanistan ve Türkiye'ye yönelik müşahhas Sovyet tehdidini hedef almakta, ancak savaş ertesi dönemin darlık, kıtlık ve ekonomik sıkıntılarının, adeta bir çöküntünün eşiğine getirmiş olduğu Avrupa'ya bir şey vaat etmemekteydi. Bu boşluğun doldurulması gerektiği şüphesizdi.

              ABD Dışişleri Bakanı emekli General George C. Marshall 5 haziran 1947'de Harvard Üniversitesi'nde verdiği bir söylevde bir Avrupa Nekahat (ekonomik yardım) Programı düşüncesini ortaya attı. George C. Marshall, Avrupa ülkelerine, ekonomik yardım gereksinmelerinin rakamsal dökümünü içeren ortak bir program yapmalarını öneriyor; böyle bir programa ABD'nin gerekli desteği sağlamaya kararlı olduğunu belirtiyor ve ortaya attığı düşünce ile önerinin "hiçbir ülke yada doktrini hedef almadığını" sadece "açlığa, yoksulluğa, umutsuzluğa ve kargaşalığa" karşı olduğunu söylüyordu. Marshall Planı Batı Avrupa'da coşkunlukla karşılanırken Sovyetler Birliği tarafından "Amerikan emperyalizminin yeni bir aracı" olarak kabul edildi. Marshall Planı nazari olarak, SSCB ve nüfusu altındaki Doğu Avrupa ülkelerine de açıktı. Ancak Stalin, Plan'ı sadece ülkesi hesabına reddetmekle kalmayıp, buna başlangıçta ilgi gösteren Çekoslovakya ve Polonya dahil, tüm Avrupa ülkelerinin de aynı düşünceyi davranmalarını sağlayınca; Plan uygulamada Batılı ülkelerin ekonomilerini kurtarma, canlandırma ve giderek kalkındırmaya yönelik bir operasyon olarak kalmıştır.

              Truman Doktrini ve Marshall Planı'nın açıklanmasından sonra da, 1947 yılının Eylül ayında "Kominform" kuruldu.

    Kominform'un Kuruluşu

      Stalin, Eylül 1947'de "Amerikan emperyalizminin bir aleti" olarak tanımladığı Marshall Planı'na karşıt bir girişim olarak; SSCB, Polonya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Fransa, İtalya komünist partileri liderlerini bir araya getiren Kominform'u kurmuştur. Kominform, görünüşte Marshall Planı'na mukabele amacına yönelik bir adım olarak takdim edilmişse de, gerçekte amacı, dünya ve özellikle Avrupa Komünist hareketinin koordinasyonu ve Nazi-Sovyet Saldırmazlık Paktı ertesinde lağvedilen 111. Enterrasyonel'in fonksiyonlarını üstlenmekteydi.

      22 Ocak 1948'de, İngiliz Dışişleri Bakanı Ernest Bevin, Dunkirk Antlaşması modelinde bir dizi ikili savunma antlaşmalarından oluşacak bir Batı Birliği formülünü ortaya attı.

      Demin sözünü ettiğimiz Prag Darbesi, Bevin'in ortaya attığı formülünün dört hafta sonrasına rastlamış ve fikrin benimsenmesinde bir "hızlandırıcı faktör" rolü oynamıştır.



    Sivil ve Askeri Yapı

    I. KONSEY

     

    I. Truman Doktrini

    NATO'NUN YAPISI           Merkezi Brüksel'de bulunan NATO'nun en yüksek karar alma organı, Kuzey Atlantik Konseyi'dir. Konsey müttefikler arasında geniş bir görüşme ve koordinasyon forumu oluşturur. Kuzey Atlantik Antlaşmasının 9. Maddesi uyarınca kurulmuş olan Konsey'de kararlar oydaşma [consensus] ile alınır ve toplantılar üç düzeyde yapılırdı.Genel olarak Konsey, dışişleri bakanları düzeyinde yılda iki kez toplanır. Bazen de (örneğin 1957, 1974, 1975, 1977 ve 1978'de olduğu gibi) hükümet yada devlet başkanları da ülkelerini Konsey toplantılarında temsil edebilir. Bunun dışında Konsey, her üye devletin büyük elçi düzeyindeki daimi temsilcilerinin katılımıyla toplantılarını sürdürür ve bu, Konseye süreklilik kazandırır. Konsey, bu düzeyde, esas olarak her çarşamba toplanır. Konsey toplantılarına Genel Sekreter başkanlık [chairman] eder. Ayrıca, her yıl, bir üye ülkenin dışişleri bakanı, İngilizce alfabetik sıraya göre, Konsey Başkanlığı [President] görevini üstlenir.
    II. SAVUNMA PLANLAMA KOMİTESİ

               Askeri politika, NATO'nun ortak savunma yapısında yer alan üye ülkelerden oluşan Savunma Planlama Komitesi'nde (SPK) tartışılır. Komite, Konsey gibi belli aralıklarla büyük elçiler düzeyinde, ayrıca yılda iki kez de savunma bakanları düzeyinde toplanır.Komite askeri konularda en yetkili organdır.

               Kuzey Atlantik konseyi, Savunma planlama komitesi, Nükleer Savunma işleri Komitesi, Nükleer Planlama grubu gibi ana organ ve komitelere başkanlık eder ve aynı zamanda Örgüt`te Uluslar arası Sekreterliğin başkanı, en yüksek memurudur.

      NATO'da Genel Sekreterlik görevlerini üstlenen kişiler:

        1952-1957 arasında İngiliz Lord Lionel Ismay,

        1957-1961 arasında Belçikalı Paul H. Spaak,

        1961-1964 arasında Hollandalı Dirk Uipko Stikker,

        1964-1971 arasında İtalyan Manlio Brosio

        1971-1984 arasında Hollandalı Joseph Luns

        1984-1988 arasında İngiliz Lord Carrington

        1988-1994 arasında Manfred Wömer

        1994-1995 arasında Willy Class

        1995-1999 Javier Solona

        1999- ? Lord George Islay MacNeill Robertson

              Konsey ve SPK, görev alanlarında NATO çalışmalarının tümünü kapsayacak, Uluslararası Sekreterlik üyelerinden birinin başkanlığında düzenli olarak toplanan bir dizi çalışma komiteleri kurmuştur.

    IV. ASKERİ KOMİTE VE KOMUTANLIKLAR

               NATO'nun askeri örgütlenmesi içinde en yetkili organ üye ülkelerin genelkurmay başkanlarından oluşan Askeri Komite'dir. Konsey ve SPK'ya askeri konularda tavsiyelerde bulunur, NATO Yüksek Komutanlıklarına yol gösterir. Normal olarak yılda iki kez üye ülkelerin genel kurmay başkanları düzeyinde toplanan komite, daimi askeri temsilcilerle sürekliliğe sahiptir. Askeri Komite politikaları ve kararlarının yürütülmesini,yürütme organı olarak çalışan Uluslar arası Askeri Sekreterlik sağlar. Üç komutanlık ve bir Bölgesel Planlama Grubu, NATO'nun kapsadığı bölgenin temel askeri birimlerini oluşturur :

    Kanada-ABD Bölgesel Planlama Grubu

    Yüksek Komutanlıklar

    1. Atlantik Yüksek Komutanlığı [ACLAND]
    2. Avrupa Yüksek Komutanlığı [SHAPE]
    3. Manş Yüksek Komutanlığı [ACCHAN]

              Askeri Komitenin genel yönlendirmesi altında NATO yüksek komutanları, bölgelerinin savunma planlarını hazırlamakta ve NATO'nun kara, deniz ve hava tatbikatlarını yönetmekle sorumludur.

    NATO'nun Askeri Gücü

              NATO kurulduğu günden bu yana, Sovyetler Birliği ve 1955`te kurulduktan sonra da Varşova Paktı karşısında zayıf durumda olduğunu savunagelmiş, bu yakınma artık ittifakın siyasal platformunun ayrılmaz bir parçası olmuştur. Buna karşılık, nesnel bir değerlendirme yapıldığında, NATO ile Varşova Paktı arasında bir askeri güç dengesinin mevcut olduğu rahatlıkla söylenebilir. Nükleer alanda, NATO içinde ABD, İngiltere ve Fransa'nın nükleer güçleri vardır. Varşova Paktı içinde nükleer silahlara sahip tek ülke ise Sovyetler Birliğidir. Konvansiyel alanda ise, kara kuvvetlerini oluşturan asker sayısında coğrafi bölgeye göre üstünlük değişse de tüm rezervler göz önüne alındığında, Varşova Paktı toplam sayıda üstünlüğe sahiptir. Araç ve gereç bağlamında Varşova Paktı tank, NATO ise helikopter üstünlüğüne sahiptir. Uçak sayısında kaba bir eşitlik mevcuttur ve hava savunmasında Varşova paktı daha güçlüdür. Ayrıca savaş gücünü doğrudan etkileyen öteki alanlarda, örneğin silah teknolojisi ve alt yapısında NATO, coğrafi açıdan ise, derinlik boyutunda Varşova daha avantajlıdır. NATO`nun en güçlü ülkesi ABD Avrupa'ya uzakken Sovyetler Birliği daha yakın olmakla birlikte önemli ölçüde gücünü Asya'da tutmak durumundadır. Tüm bu faktörler birlikte düşünüldüğünde askeri açıdan iki Blok arasında bir denklik olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.

    KUZEY ATLANTİK ANTLAŞMASININ MADDELERİ VE İLKELERİ

              Antlaşmanın giriş bölümünde, NATO'nun yalnızca askeri değil aynı zamanda ekonomik, sosyal ve siyasal işbirliğini de öngördüğü ifade edilmektedir.1. maddede üyelerin uluslararası ilişkilerinde ve uyuşmazlıklarında izleyecekleri genel ilkeler, Birleşmiş Milletler Anlaşmasının 2. maddesinin 3. ve 4. fıkralarına benzer biçimde sıralanmıştır. 2. madde ise tarafların uluslararası ekonomik ilişkilerindeki ayrılıkları gidermeye çalışacakları ilkesini ve ekonomik işbirliğini içermektedir. 4. madde, tarafların herhangi birinin kendisini tehdit altında görmesi durumunda karşılıklı istişarelerde bulunulacağımı hükme bağlamaktadır. 5. madde ise Antlaşmanın en önemli hükmünü getirmektedir. Buna göre, taraflardan birine yapılacak bir saldırıyı ötekiler kendilerine de yapılmış sayacaklardır. Buna karşılık madde üyeleri gerekli görecekleri önlemleri almaya çağırmaktadır. 6. madde ise örgütün sorumluluk alanını tanımlamaktadır.

    NATO İÇİ SORUNLAR ve UYUŞMAZLIKLAR

              Her şeyden önce, NATO'nun Avrupalı üyeleri daha çok sınırlı çıkarlara sahip devletlerse de, Örgüt'ün lideri olan ABD tam anlamıyla bir dünya devletidir ve NATO bu ülkenin taraf olduğu en önemli antlaşmanın bir kurumudur. Ayrıca NATO'nun açıklanmış en büyük hasmı olan Sovyetler Birliği genel evrensel bir güçtür. Dolayısıyla NATO, özel olarak ABD ile Sovyetler Birliği genel olarak da Doğu-Batı çatışma ve dengesinde çok önemli bir yere sahip, evrensel alandaki çıkar ve çatışmaların odak noktasında bulunan bir örgüttür.

               NATO ayrıca çeşitli egemen ve farklı çıkarlara sahip devletlerce kurulmuş karmaşık siyasal-ideolojik yapıda bir örgüttür. NATO ister Doğu bloku'na ve esas olarak Sovyetler Birliğine kurulmuş bir savunma örgütü, ister sosyalist sisteme karşı kapitalizmin örgütlenmelerinden biri, ister Amerikan emperyalizmine karşı devrimci bir saldırı aracı, veya bünyesinde tam bu görüşlere de haklılık kazandıracak unsurlar bulunduran bir bağlaşma olarak görülsün, NATO'nun temel niteliği, Batılı karakteri ve türdeş olamayan siyasi yapısıdır. Dolayısıyla, NATO yalnızca dış düşmanla çatışan askeri bir örgüt değil, aynı zamanda siyasal yapısıyla kendi içinde de çatışma ve çelişki öğeleri barındıran ideolojik bir kurumdur.

              Bu çıkar ayrılıklarının başında da Örgüttün egemen, farklı yapı, kültür ve güçteki devletlerden oluşması gelmektedir. Evrensel çıkarlara sahip ABD ile bölgesel ve daha dar kapsamlı sorunları bulunan Avrupalı üyeler arasında belirli çıkar çatışmaları hep olmuştur. Örgüt içinde ABD'nin büyük askeri siyasal ve ekonomik gücü de çeşitli anlaşmazlıklara sebep olmuştur. NATO'nun kurulduğu yıllarda ABD'nin Batı dünyası üzerindeki mutlak üstünlüğü, Örgütü türdeş bir yapıya sahip durağan ve ABD'nin siyasal amaçlarının basit bir aracı haline getirmiştir. Batının savaş yıkıntılarından kurtulması, siyasal ve ekonomik bir güç olarak ortaya çıkması bu düzeni bozmaya başlamıştır. Ayrıca ABD'nin evrensel planda gücünü yitirmesi önemli dış politika başarısızlıklarına uğraması da NATO içi politikayı ve dengeleri etkilemiştir.

              NATO içi ilişkileri temel olarak üç ana başlıca incelemek olasıdır. Her üç konuda da NATO'ya Avrupa kanadı ile Atlantik'in öteki yakası yani ABD arasında olan bir bağdaşma olarak bakmak, ilişkinin taraflarını böylece ayırmak gerekmektedir. Tabii NATO içinde daha alt düzeyde taraflar ve ilişki kalıpları vardır.

              Siyasal Açıdan: Avrupa ile ABD arasındaki en önemli görüş ayrılığı, siyasal açıdan kendini üçüncü ülkelere karşı takınılacak ortak tutumun saptanmasında göstermektedir. Doğaldır ki üçüncü ülkeler içinde en önemlisi de Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupalı olmaktadır. Özellikle son 10-15 yılda, Avrupalı üyeler gerek Sovyetler Birliği gerek Doğu Avrupa ülkelerine karşı daha işbirliğine yönelik olmuşlardır. Batı Avrupa ülkeleri yumuşamanın sürdürülmesini özellikle ekonomik nedenlerle ısrarla savunmuşlardır. ABD bu konuda daha sertlik yanlısı bir tutum izlemiştir. Ve Avrupalı bağdaşlarına karşı duyarsız kalmıştır. Ayrıca Vietnam Savaşı'ndan başlayarak, üçüncü dünya ülkeleri ile ilişkilerde de ABD'nin evrensel çıkarlarına alet olmak istemeyen ve yeni gerginliklerden kaçınmak arzusunda olan Batı Avrupalılar, ABD ile sıksık çatışmışlardır.

              Ekonomik Alanda: Ulusal paralar arasındaki kur ilişkilerinden karşılıklı ticarete kadar bir çok alanda NATO'nun Avrupa kanadı ile ABD arasında ciddi çatışmalar ve çıkar farklılıklar ortaya çıkmıştır. O kadar ki bir çok Avrupalı ABD'nin örneğin yüksek faiz uygulamasının kendilerine getirdiği sorunları Sovyet tehdidinden daha önemli ve yıkıcı olduğunu açıkça söyler hale gelmişlerdir.

              Askeri Strateji: NATO'nun genel düzenini bozan ve iç dayanışmasını sarsan iç çelişkilerini arttıran bu tür çatışma çerçevesi içinde örgüt içi savunma konularında yani bağlaşmanın temel işlevinde de taraflar arası ciddi çatışmalar süre gelmiştir. İlk zamandan günümüze kadar ABD ile diğer ülkeler arasında bir güven bunalımı yaşanmıştır. Bu bunalım ABD'nin mutlak üstün olduğu zaman çıkmamıştır.

              NATO'nun askeri stratejisinin özünü Avrupa üzerindeki Amerikan nükleer şemsiyesi oluşturmuştur. Nükleer tekelini ve üstünlüğünü elinde bulundurduğu dönemlerde önemli bir sorun gibi gözükmemektedir. Fakat SSCB'nin nükleer silahlanması Avrupalıların Amerikan etkinliğini tartışmaya başlamalarına neden olmuştur. Amerika'nın artık kendilerini koruyacağı inancını yitirmeye başlamışlardır.

              Esnek Karşılık: İşte ortaya çıkan güven bunalımı sonucu Avrupa'dan gelen siyasal baskılar ABD'yi NATO için yeni bir strateji aramaya yöneltti. Esnek karşılık adı verilen bu strateji ABD'de 1961 yılında kabul edildi. 1967 yılında da NATO'nun resmi stratejisi oldu. Esnek karşılık olası bir Doğu-Batı çatışmasına karşı üç aşamalı bir senaryo önermektedir. Buna göre Avrupa'daki konvansiyonel bir çatışmada önce klasik silahlar kullanılacak çatışma şiddetlenirse nükleer silah kullanımına geçilecekti. Bu arada soruna diplomatik çözüm bulunabilmesine olanak sağlamak için de öngörülen her aşama arasında, yani her tırmanma öncesinde bir duraklama olacaktır. Ancak bu strateji Avrupalı devletler için yeterince güven verici kabul edilmemiştir. Buna rağmen aradaki güven bunalımı devam etmiştir. Bunun en çarpıcı örneği Fransa'nın 1967 yılında ABD'yi ve yeni stratejisini protesto ederek örgütün askeri kanadından çekilmesi ve savunmasını ulusal nükleer gücüne dayandırmayı yeğlemesi olarak gösterebiliriz.

              Ortadoğu'yu Kapsama Sorunu: NATO'yu son yıllarda sarsan başka bir stratejik sorun ise bağlaşmanın sorumluluk alanlarının genişlemesi ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Petrol bunalımından sonra ABD'de oluşan yeni görüşler, Körfez bölgesinin ABD'nin ve bu arada Batı dünyasının çıkarlarıyla yakından bağlantılı olduğu yönündeki gelişmedir. Bu görüşler, Körfez bölgesi ile Amerikan çıkarları ve güvenliği arasında organik bağlar kuran Carter Doktrini ile de resmi bir nitelik kazanmıştır. Körfez bölgesinin yalnız Sovyetler Birliğine karşı değil aynı zamanda 1950'lerin Eisenhower Doktrini'ni anımsatır biçimde Körfez bölgesi ülkelerindeki iç düşmana yani buralardaki ulusal muhalefete karşı da Batı'nın askeri gücüyle savunulmasını ve Amerikancı yönetimleri korumaya yönelik Amerikan müdahalesini öngören resmi Amerikan görüşleri, bu konuda NATO onay ve yardımını da istemeye başlamıştır. Bunun içinde NATO'nun sorumluluk alanının Körfez bölgesini de içerecek biçimde genişletilmesi, NATO'nun gayrı resmi gündemine Amerikalılarca getirilmeye başlanmıştır. NATO'nun Avrupalı üyeleri ise bu tek yanlı ve oldukça maceracı Amerikan görüşüne karşı bir tavır takınmışlardır. Bununla bitlikte resmen olmasa da Amerikan müdahalesinin yaratacağı oldu-bittilerle ittifak üyelerinin Körfezde çıkacak bir çatışmaya sürüklenme tehlikesi mevcuttu. Ve bu olasılık Avrupalı devletleri tedirgin ediyordu.

              Stratejik konularda silahsızlanma da ABD ile Batı Avrupa arasında bir gerginlik unsuru olarak ortaya çıkmaktadır. Özellikle Avrupa'daki orta menzilli nükleer füzelerin sınırlandırılması görüşmelerinde (ki Cenevre'de başlayan bu görüşmeler yeni Amerikan füzelerinin yerleştirilmeye başlanmasıyla kesilmiştir) Avrupalılar ABD'nin ödün vermez tutumundan sıkça yakınmışlardır. Birçok Avrupalıya göre ABD'nin amacı silahsızlanma görüşmelerini başarıya ulaştırmaktan ziyade füzelerin Avrupa'ya yerleştirmeyi gerçekleştirmek olmuştur.


    TÜRKİYE - NATO İLİŞKİLERİ


              Dünya politika tarihinde soğuk savaş olarak bilinen dönemin en belirgin özelliklerinden birisi, askeri ittifaklar sisteminin tarihte görülmemiş bir ciddiyetle ve yaygınlıkla özellikle kuzey yarım küreyi kaplamış olmasıdır. Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, kısaca NATO, her şeyden evvel bu savaş koşullarının bir ürünüdür. Dolayısıyla doğrudan doğruya İkinci Dünya Savaşı ve sonrasının durum ve koşullarına ve özellikle İkili Güç Dengesine dayanmaktadır.

              İkinci Dünya Savaşı sonrasında devletler arası politikalarda meydana gelen değişmeler ve biçimlenen koşullar Türkiye açısından yepyeni bir dış dünya yaratıyor. Bu durumda Türk dış politikasına yön verecek yeni hedeflerin belirlenmesi gerekiyordu. Tüm iç ve dış koşulların ışığında Türk yöneticiler ülke çıkarlarını Batı ile yakınlaşmaktan ve hatta askeri ittifak ilişkisine girmekten geçtiğine karar verdiler. Bu anlayışla Türk diplomasisi 1945'ten başlayarak özellikle ABD ile dost ve müttefik olmanın yollarını aradı. Batı Avrupa'da kurulmuş olan tüm siyasal ve ekonomik örgütlere katılarak da destekledi.

              Türkiye Amerika'nın ittifakını aramakla birlikte genel olarak ittifaklar ve özellikle ikili ittifaklar Birleşik Amerika'nın bir dış politika prensibi değildi. 1947 Truman Doktrini, Sovyet tehlikesi karşısında Amerika'nın Türkiye'yi yalnız bırakamayacağını göstermişti. Ancak bu yeterli değildi. Fiili garanti, Türkiye'nin güvenliği bakımından sahip olunması gereken asgarî zorunlu bir unsurdu.

              Türkiye genelde Batı, özelde ise Amerika ile ittifak ilişkisi aramaya yönlendiren dinamikler iç ve dış olmak üzere iki kategoride değerlendirilir.

              Dış nedenlerin başında Sovyetler Birliğine karşı duyulan ciddî güvenlik endişesi gelir, çünkü 1939 yılından beri Türkiye'ye karşı hiç de güven uyandırmayan davranışlarda bulunmuş olan Sovyetler Birliği 1945-46 yıllarında açık bir biçimde taleplerini ve tehditlerini arttırmıştı. Öz Türk olan Kuzeydoğu illerimizle, Karadeniz Kıyı Bölgemizde Trabzon'u da içine alan Giresun'a kadar uzanan topraklarımızın Sovyet Gürcü Cumhuriyetine ilhakı isteniyor, bunun yanı sıra Boğazların ortak denetime açılmasını istiyorlardı. Ankara, Avrupa'nın dev gücüne karşı bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruyabilmek için dış desteğe gereksinimi olduğuna inanıyordu. Amerikan yöneticileri de Moskova'nın Türkiye üzerindeki niyetleri konusunda ilk başta kararsız olmasına rağmen sonra Ankara'nın yanında yer almıştır. Mart 1947'de ilan ettiği Truman Doktrini ile Sovyetler Birliğini çevresindeki ülkeler açısından bir tehdit olarak gördüğünü açıklamış oldu.

              Türkiye'nin NATO'ya girmesini yalnız Sovyet tehdidine karşı güvenlik sağlamak açısından değerlendirmek eksiktir. Üzerinde en çok durulan Sovyet tehdidi, Türkiye'de zaten var olan isteği güçlendirip hızlandırmıştır. Bunun yanı sıra ideolojik ve ekonomik nedenlerde etkilidir. Türkiye'nin siyasal rejimi henüz çok partili liberal bir rejim olmamakla birlikte hükümet savaş sonrasında bu yönde bir değişime hazırlanıyordu. 1930'ların devletçiliğine karşın temelde özel mülkiyete dayanan sosyo-ekonomik yapıda Batının liberal ekonomik sistemini kendisine daha yakın görüyordu. Devlet yatırımları ve desteği ile güçlenmeye başlayan sermaye sınıfı için Batı ile yakın ilişkiler çok cazip görünüyordu. Bunun yanında Türkiye'nin 1949 yılında Avrupa Konseyine girmesi ve böylece "Avrupalı" bir devlet olarak kabul edilmesi de Türk yöneticileri NATO'ya girme konusunda hem cesaretlendirmiş hem de müracaatlarına haklı bir neden olmuştur.

              Kuzey Atlantik İttifakına doğru ilerleme, Türkiye için çok önemli bir konu haline geldi. Türkiye bu ittifaka katılmak için zorlamalarını 1952 yılında bunu başarıncaya dek sürdürecektir. Diyalog, 1948'in Mayıs ayı başlarında ABD'nin NATO üyesi Batı Avrupa ülkelerine saldırı olması konusunda garanti verirken Türkiye'yi dışarıda bırakabileceği yolunda Türkiye'nin kaygılarını ifade etmesiyle başlamıştır.

              Türkiye'nin NATO üyeliğine kabulü hiç de kolay olmamıştır. Amerika ilk planda Türkiye ve Yunanistan'a ortak üye statüsü verilmesini düşünmüştür. İngiltere ve diğer NATO devletleri de Türkiye'yi NATO da istememişlerdir. Bu üyeler NATO'ya kendi oturdukları, Kuzey Atlantik Bölgesinin korunmasını garanti altına almak için girmiş olduklarından, tehlikeli Ortadoğu'da çıkabilecek bir savaşa bulaşmak istememişlerdir. Türkiye'nin NATO' ya katılması halinde Sovyetlerin buna sert bir tepki göstererek hemen bir savaş yoluna gitmesinden korkmuşlardır. Muhalefetinden en son vazgeçen ülke Danimarka olmuştur.

              CHP iktidarı sürecinde ABD ile Türkiye arasında yakın ilişkiler kuruldu. Demokrat Parti iktidara geldiğinde (1950) CHP'nin politikalarını büyük ölçüde sürdürdü ve ABD ile yakın ilişkilerini devam ettirerek, NATO' ya katıldı. Kore Savaşı'nın kazanılması yolunda Türkiye'nin hemen katkıda bulunması, Menderes hükümetine NATO'ya girme mücadelesinde yeni ve daha güçlü bir temel kazandırmıştır.

              Türkiye ve Yunanistan'ın üyeliği sonucunda NATO, Sovyetler Birliğini ve onun denetimindeki sosyalist Doğu Avrupa'yı, kuzeyde Norveç'ten, güneyde Girit'e ve güneydoğuda Türkiye sınırındaki Kars'a kadar çevrelenmiş oluyordu.

              Stratejik açıdan Türkiye NATO'nun vazgeçirici gücünü o dönemde Sovyetler Birliğinin yumuşak karnına en duyarlı bölgelerinin yakınına kadar getirmiş, Sovyetleri iki ayrı cephede savaşmak zorunda bırakmış, nihayet Sovyet gücünü Akdeniz ve Ortadoğu'ya kitle halinde inmesini engellemişlerdir. Eğer Batı Demokrasileri Türkiye ve Yunanistan'ı Atlantik Paktına kabul etmemekte ısrar etselerdi, güney kanatlarını bu nazik ve can alıcı düşmana açık bırakacak ve muhtemelen en büyük darbeyi buradan yiyerek Karadeniz`i ve Adriyatik Denizi'ni kaybedecek, Akdeniz'i de tehlikeye sokacaklardı.

              Zaman içinde NATO stratejisi ve savunma planları değiştikçe ve doğal olarak Türkiye'nin ittifak içindeki görevleri de değişikliğe uğrayacaktır. Soğuk savaş sonrası yılları NATO üyesi Türkiye için birtakım fırsatlar buna karşılık kimi riskler ve tehlikeler yaratmıştır. Kafkaslar, Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanlar ile Avrupa'ya yönelik politikalarını hız ve öncelik vermek durumunda bulunan Türk dış politikasını çok önemli bir işlevi, bu fırsat ve riskler arasında uygun öncelik ve dengeler kurmak ve bunları NATO görevleri ile de koordine etmektir.

              Türkiye NATO ittifakı içerisinde çok hassas bir noktada durmaktadır. NATO Eski Genel Sekreteri Peter Carrington'un sözleri bu gerçeği en açık şekilde ifade etmektedir:

              "Türkiye'nin NATO'ya girme konusunda verdiği karar, Batı Avrupa'nın ve özgür dünyanın savunmasına ilişkin verilmiş en önemli kararlardan biridir. Aradan kırk yıl geçtiğinde bizler durumu, o gün kararı verenlerden daha net bir biçimde görebiliyoruz."

              "Bugün bizler Türkiye'nin NATO'ya üyeliğini çok normal bir gerçek olarak kabul ediyoruz. Oysa 1940'ların sonlarında, İkinci Dünya Savaşı'nı izleyen ekonomik ve politik kabarmalar sırasında durum hiç de böyle değildi. Bu nedenle o tarihlerde hem Türkiye'de hem ABD'de ileriyi gören devlet adamlarının olması gerçekten bir şanstır. NATO'nun güneydoğu kanadının özellikle Türkiye'yi içine alan bölümünün önemi günümüzde de yine o günkü kadar belirgindir."

              "Türkiye'nin Batı komşuları ile olduğu gibi diğer Ortadoğu ülkeleri ile de özel ilişkileri vardır. Düşman bir Türkiye yada tarafsız bir Türkiye, savunma durumumuzu da dış politikamızı da büyük zorluklara iter, stratejimizin inanılırlığını zayıflatırdı."

              Bir yazarımızın da dediği gibi, "Yeni Dünya Umut ve beklentileri" yanında; "Yeni dünya düzensizliği" akımının etkileri, NATO'nun, ve Türkiye'nin aktif ortaklığının yaşatılmasını zorunlu kılmaktadır.


    GÜNÜMÜZDE NATO

              Yarım yüzyıla yakın bir süre kıtada barışı korumuş Dünya barışına yardımcı olmuş olan ve Soğuk Savaşın galibi olan NATO, 1980'lerin sonunda, Avrupa'nın doğusunda, Orta Asya ve Kafkaslarda patlayan ve Rusya'da, Avrupa'da komünizmi öldüren;keza Sovyetler Birliğini parçalayan olaylarla karşılaşmış, ve bunlar, NATO'yu da büyük ölçüde etkilemiştir. Ne var ki, şimdilerde, yani Soğuk Savaş sonrasında, durum çok farklıdır. Zira Balkanlar'da, Kafkaslar'da Orta Asya'da ve Ortadoğu'da, keza Doğu Akdeniz'de, kısaca Türkiye'nin yakın çevresinde, soğuk savaş döneminin kararlı ve düzenli dengelerinin yerini, tehlikeli belirsizlik, kararsızlık, düzensizlik, kısaca, politik karmaşa koşulları almıştır. Bu koşullar altında, "Avrupa'nın Yeni Güvenlik Mimarisi" düşünülürken NATO'nun varlığı da sorgulanmış, kimi yazarlar, "Her şeyi Sovyet ve Varşova Paktı tehdidine endeksli olan NATO artık öldü" derken; ittifakın varlığına ve yaşatılmasına büyük gereksinme duyulacağı anlaşılmış; 1990 Londra, 1991 Roma ve 1994 Brüksel Doruk Toplantıları kararıyla, ve Ortadoğu ve Balkanlarda çıkan olaylarında etkisiyle, NATO, eskisinden daha dinç olarak yaşamaya karar verdikten başka, Soğuk Savaş koşullarına göre kendini ve kurallarını uyarlama yoluna gitmiştir.

              NATO,özellikle Londra kararları uyarınca, Avrupa'nın yeni jeopolitiğinde, Batı Avrupa' nın kararlılığını Orta ve Doğu Avrupa'ya yayma amacı güden ve üç bölümden oluşan bir strateji uygulamaktadır. Bunlar;

    • Genişleme

    • Barış için Ortaklık (BİO)

    • Rusya ile İyi İlişkiler Kurulması ve Sürdürülmesi

              BİO düzeninin üyeleri, yada ortakları arasında, Rusya Federasyonu ile birlikte, Malta'dan Kırgızistan'a kadar otuza yakın devlet bulunmaktadır.


    YENİ DÜNYA DÜZENİ , NATO'NUN YENİ STRATEJİSİNİN LOJİSTİĞİ ETKİLEYEN YÖNÜ


              Soğuk savaş döneminin sona ermesine paralel olarak NATO'nun güvenlik ve tehdit anlayışında da değişiklikler meydana gelmiş, yeni NATO stratejisinde eskiden var olan tek yönlü büyük çaptaki kütlesel tehdit yerine, değişik bölgelerde ortaya çıkabilecek politik, ekonomik, sosyal ve çevresel boyutları olan riskler ve bunlara karşı alınması gereken önlemler ön plana çıkmıştır.

              NATO, kendi sınırları çevresinde de bir güvenlik kuşağı oluşturmak için eskiden muhasım olduğu devletlere kapısını açarak onlardan üç tanesini bünyesine almış, Barış İçin Ortaklık (BİO) (partnership for peace) olarak adlandırılan birçoğu ile de yakın işbirliğine girmiştir. NATO'nun bu ülkelerle ilişkilerinin amacı, bu ülkeleri batı dünyası ile kaynaştırmak, askeri açıdan da dünya üzerinde güvenliği tehdit edeni bir kriz meydana geldiğinde bu ülkelerin de siyasi ve askeri katkısını alarak, krizlere birlikte müdahale etmektir.Yeni dünya düzeninde değişimler sadece eski Varşova Paktı üyesi ülkelerinin NATO'ya, dolayısıyla batı dünyasına yaklaşmaları ile sınırlı kalmamış, başta ABD olmak üzere Avrupalı ülkelerinin güvenlik ve savunma anlayışlarında da önemli değişiklikler meydana gelmiştir. NATO'nun askeri gücünün ağırlıklı olarak ABD'nin askeri imkan ve kabiliyetlerine dayanması ABD'yi ekonomik nedenlerle rahatsız ederken, Avrupalı devletleri de güvenlik açısından ABD'nin imkan ve kabiliyetlerine bağımlı kalmak rahatsız etmiştir. Bu durum ABD'nin de desteklediği Avrupalı NATO üyesi ülkelerin savunma ve güvenlik kimliklerini geliştirmesi çabalarını ön plana çıkarmıştır.

               Bu kapsamda her ülkenin tek başına çok pahalı olan askeri sistemlere sahip olması ve çok sayıda askeri gücü muhafaza etmesi anlayışı yerine, askeri silah ve sistemlerin ortak yatırımlarla üretilmesi ve çokuluslu birliklerden oluşan askeri birliklerin, Avrupa'nın ve bölgenin savunması için muhafazası anlayışı benimsenmiştir.


    NATO'NUN KRİZLERE MÜDAHALEDE BEKLENTİLERİ VE ÇOK ULUSLULUK


              Yaşadığımız son on yıl göstermiştir ki, bölgesel krizler ve bu krizlerde yaşanan insanlık dramları medya aracılığı ile günlük olarak tüm dünya kamuoyu tarafından izlenmekte ve infial yaratmakta, kamuoyu baskısı güvenlik ittifaklarını ister istemez bu krizlere müdahaleye mecbur bırakmaktadır.Ancak diğer taraftan ne kadar insanlık dışı olursa olsun BM ve NATO gibi örgütlerin bu tür krizlere siyasi ve askeri müdahalede bulunması uzun zaman almaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi soğuk savaş dönemi sona ermiş olsa dahi halen süregelen siyasi dengelerdir.

              Bu nedenle bu gibi krizlere müdahalede bundan sonra aranacak husus, olabildiğince fazla ülkenin Barışı Destek Harekatlarına fiilen katılması, böylelikle geniş kapsamlı bir siyasi ve askeri desteği arkasına alması olacaktır.

              Bu oluşumun ülke ve NATO lojistikçilerini etkileyen en önemli yanı da, genellikle konvansiyonel bir harbe nazaran daha uzun süreli ve çok daha farklı karakterlere sahip çokuluslu Barışı Destekleme Harekatlarının lojistik desteğinin nasıl ve ne şekilde sağlanacağı meselesini gündeme getirmesi olmuştur.


    NATO AÇISINDAN TERÖR

              İki kutuplu dönem sonrasında, özellikle etnik temel üzerine kurulup işletilen, devlet destekli uluslararası silahlı terör faaliyetleri, en önemli güvenlik riski olarak kabul edilmiştir. AGİT, BAB ve NATO belgelerinde bu hususların öne çıktığı görülmektedir. NATO'nun terörle mücadeleyi içeren yeni Stratejik Konsepti'nden sonra, NATO kapsamında yapılan Kuzey Atlantik Konseyi Bakanlar Toplantıları sonrasında yayınlanan ortak bildirilerin hemen hemen hepsinde terör konusunda hükümlere yer verilmiştir. .

      Bu bildirilerde;

    • Kaynakları, nedenleri ve amaçları ne olursa olsun, uluslar arası terörizmin eylem, yöntem ve uygulamaları kınanmış; ;

    • Ülkelerin toprak bütünlüklerini tehdit edebilecek olan bu suçların barış, güvenlik ve istikrara yönelik ciddi bir tehdit oluşturduğu ;

    • Uluslararası terörist suçların hiç bir koşulda haklı gösterilemeyeceği ;

    • Bu hareketlerin, hem insan onurunu ve haklarını pervasızca ihlal ettiği, hem de uluslararası ilişkilerin normal seyrini tehdit ettiği ;

    • Bu musibetin önlenmesi ve bastırılması için mümkün olan en etkili işbirliğinin yapılmasının gerekli olduğu ;

    • İttifak içinde bazı düzenlemeler de dahil olmak üzere, İttifakın terörle mücadele konusundaki tüm çabaları destekleyeceği ;

              Sıkı bir uluslararası işbirliğinin bu illeti ortadan kaldırmanın temel yolu olduğu, hususları belirtilmiştir.

              NATO Genel Sekreteri Lord Robertson'dan Milliyet'e açıklamalar
              'Terör hiçbir zaman başarıya ulaşamayacak'

    Brüksel

              NATO Genel Sekreteri Lord Robertson, Brüksel'deki NATO Karargahı'nda Milliyet'e yaptığı açıklamalarda, iyi terör - kötü terör gibi ayrımlara gitmenin son derece sakıncalı olduğunu belirtti ve NATO'nun terörizme karşı savaşta Türkiye'nin de yanında yer alacağını söyledi. .

              "Siyasal amaçlarla şiddete başvurmak hiçbir zaman başarıya ulaşamayacak" diyen NATO Genel Sekreteri şöyle devam etti : :

              "Şimdi önemli olan, bir daha buna kalkışanların çok büyük bir bedel ödeyeceklerini onlara göstermektir ."

              İttifakın 52 yıllık tarihinde ilk kez 5. maddesini işlettiğini, yani Amerika'ya yönelik 11 Eylül saldırısını bütün üyelere yapılmış sayarak harekete geçtiğini belirten Lord Robertson, şöyle dedi. i:

              "Bu tavır, Türkiye'yi ve şu an terörizmden acı çeken her ülkeyi koruyacak bir yaklaşımdır."

              11 Eylül'le başlayan terörizme karşı savaşın uygarlıklar çatışması olmadığını, kesinlikle İslam'a karşı savaş da olmadığını vurgulayan Lord Robertson, NATO'ya üye tek Müslüman ülke olarak Türkiye'nin İslam dünyasındaki benzersiz rolünün bugün çok daha büyük önem kazandığını söyledi .

              Terör örgütlerine karşı mücadelede askeri kampanyanın sadece bir boyut olduğuna işaret eden NATO Genel Sekreteri şöyle devam etti:

              "Her şeyden önce para kaynaklarını kurutmalıyız. Bazen saygı değer yardım kuruluşları maskesini takıyorlar. Bunların gerçek yüzlerini ortaya çıkarmalı ve bu örgütleri kapattırmalıyız." "

              Lord Robertson, terörü destekleyen ülkelerle ilgili bir sorumu yanıtlarken de, bundan sonra bu ülkelerin çok daha dikkatli olmaları gerektiğini belirten bir uyarıya sözlerinde yer verdi. :

              "Eğer teröre destek veren ülkeler varsa, ya bu politikalarını değiştirecekler, ya da bizim onların yerine bu politikaları değiştirmemizi göze alacaklar."

              'Avrupa Ordusu'na, resmi deyişle Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) içinde Türkiye'nin 'eşit söz' hakkıyla yer alması konusunda ise NATO Genel Sekreteri mesafeli konuştu. Bir çözüm için esnek davranma durumunda olanın Avrupa Birliği değil Türkiye olduğunu belirtti .

              NATO Genel Sekreteri Lord Robertson'la önceki gün ittifakın Brüksel'deki karargahında yaptığım konuşmanın özeti aşağıda yer alıyor .

    Soru: Türkiye kamuoyunun bazı kesimlerinde çifte standart algılaması var. NATO'nun 11 Eylül sonrası Amerika'ya karşı gösterdiği haklı dayanışmayı Türkiye'nin terörle mücadelesinde sergilemediği belirtiliyor. Ne dersiniz?

     

    Yanıt: NATO kesinlikle çifte standart uygulamıyor. 11 Eylül'de New York ve Washington'da gerçekleştirilen saldırılar, daha önce benzerine hiç rastlamadığımız bir durumdur. NATO 52 yıllık tarihinde, başka ülkeler terörist saldırılara maruz kalmış olsalar da, hiçbir zaman 5. maddeyi yürürlüğe sokmamıştı. 11 Eylül son derece farklı, çok özel bir durumdu .

     

    Soru: 5. maddenin uygulanması ve NATO'nun 4 Ekim kararı Türkiye açısından da emsal oluşturabilir mı? ?

     

    Yanıt: Önemli olan ortak bir kararla 5. maddeyi hayata geçirerek uluslararası terörizme en ağır ve etkili biçimde saldırmak kararına varmamızdır. Bu tavır, Türkiye'yi ve şu an uluslararası terörizmden acı çeken her ülkeyi koruyacak bir yaklaşımdır. Bugün kanıtlar El Kaide'yi ve Usame bin Ladin'i gösteriyor. Ancak bu tek ağ olmayabilir .

     

    Soru: 11 Eylül'de dünya bir 'medeniyetler çatışması'na mı girdi?

     

    Yanıt: Kesinlikle hayır. Bu bir medeniyetler çatışması değil. Bu tüm uygarlığın şeytanvari kriminallerle çatışması... Hangi orjinden, hangi dinden gelirlerse gelsinler, lanetlenmelidirler. İslam'ın adını bu şekilde kullanan bu insanlar tecrit edilmeli, cezalandırılmalı ve bunu bir daha yapamayacaklarını anlamaları sağlanmalıdır.

     

    Soru: Türkiye, NATO'nun tek Müslüman ülkesi, aynı zamanda İslam Konferansı Örgütü üyesi olan tek NATO ülkesi. Türkiye'nin bu bakımdan 11 Eylül sonrası 'köprü rolü' arttı mı? ?

     

    Yanıt: Türkiye'nin bu rolü 11 Eylül sonrası çok daha önemli hale geldi. Teröre karşı bu savaşın İslam'a yönelik bir girişim olmadığını, bunun bir uygarlıklar çatışması olmadığını, terörizm saldırısının demokrasiye ve uygarlığın tümüne yönelik olduğu mesajını vermeliyiz. İşte bu bağlamda Türkiye'nin rolü çok daha önem kazandı. Cumhurbaşkanı Sezer'le Başbakan Ecevit'in bu mesajımıza destek olacaklarını açıklamalarından büyük memnuniyet duyuyorum .

     

    Soru: 11 Eylül sonrası Türkiye'nin stratejik öneminin şimdi yeniden tarif edilebileceğini düşünüyor musunuz ? ?

     

    Yanıt: Türkiye'nin stratejik rolü 11 Eylül'den önce de ortadaydı. İslam dünyasıyla bir NATO üyesinin bakış açısıyla konuşabilme olanağına sahip olması Türkiye'nin benzersiz rolüne işaret ediyor. Türkiye bugün teröre karşı savaşın, Müslüman ülkelere ya da İslam'a karşı değil, kriminel katillere karşı yürütülen bir kampanya olduğunu anlatabilir .

     

    Soru: Türkiye'nin 11 Eylül sonrası gelişen olaylarla 'Avrupa Ordusu'na yani resmi deyişle 'Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'na (AGSP) eşit söz hakkıyla katılması ihtimali nasıl etkilendi ? ?

     

    Yanıt: AGSP' nin başarıya ulaşması, Türkiye'nin de yararınadır. Çünkü, daha istikrarlı bir Avrupa yaratmayı amaçlıyor. Şu aşamada yaşanmakta olan güçlükleri aşabileceğimizi umuyorum. Türkiye esnek olacak ve biz bu projeyi hayata geçireceğiz. Türkiye de AB' ye üye olduğunda bunun tüm avantajlarından yüzde yüz yararlanacak.

     

    Soru: 11 Eylül sonrası NATO kendi savunma stratejisini gözden geçirme ihtiyacını hissetti mi? ?

     

    Yanıt: NATO bunu zaten yapıyordu. Kendisini yeni dünyaya uydurmaya yönelik adımlar atıyordu. Ancak 11 Eylül olayları bu süreci hızlandırdı.

     

    Soru: Terörizmle savaş aynı zamanda terörün köklerini sulayan rejim ve haydut ülkelere karşı da yapılmalı mı? ?

     

    Yanıt: Eğer teröre destek veren ülkeler varsa ya politikaları değiştirmeyi ya da bizim onların yerine bu politikaları değiştirmemizi göze almalıdırlar. Askeri kampanya mücadelenin sadece bir parçası. Her şeyden önce bu örgütlerin para kaynaklarını kurutmalıyız. Para olmadan bu tür eylemlere girişemezler. Bazen saygı değer yardım kuruluşları maskesini takıyorlar. Bunların gerçek yüzlerini ortaya çıkarmalı ve bu örgütleri kapattırmalıyız. Ayrıca ülkeler artık senin terörizm markan iyi, diğerlerininki kötü demek durumunda olmadıklarının farkına vardılar. Siyasi amaçlarla şiddete başvurmak hiçbir zaman başarıya ulaşamayacak. Şimdi önemli olan bu saldırıları gerçekleştiren insanların bir daha böyle bir adım atma şanslarının olmayacağını gösterecek ya da buna kalkışanların çok büyük bir bedel ödeyeceklerini garanti edecek mümkün olan en geniş koalisyonu oluşturmaktır.

     

    Soru: Dünyayı ikinci bir 'soğuk savaş' mı bekliyor?

     

    Yanıt: Bu belli bir ısıya sahip bir kampanya olacak. Mali kaynakları, sahte, paravan kuruluşları ve bunlara destek olan rejimleri yakmaya yönelik bir kampanya olacak. Bu savaş belli bir zaman alacak. Komünizm bir ideolojiydi ve yıkılması yaklaşık 40 yıl aldı. Faşizme yönelik İkinci Dünya Savaş ise 6 yıl sürdü. Bunun için hazır olmalıyız. Benim Türk kamuoyuna mesajım, Amerika'ya kararlı biçimde destek olmaları ve uluslararası terörizme karşı mücadelede kararlı olmalarıdır.

      Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in Welt am Sonntag Gazetesi'nin Düzenlediği Forumda Yaptığı Konuşma

       WELT AM SONNTAG

       DAHA ÇOK AVRUPA, DAHA ÇOK İSTİKRAR

      BERLİN, 08/10(BYE)--- Tirajı haftada 412 bin olan Welt am Sonntag gazetesi tarafından düzenlenen ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in de konuşmacı olarak katıldığı foruma, gazetenin 07 Ekim 2001 tarihli sayısında geniş yer verilmiştir. İsmail Cem'in yaptığı konuşmanın yer aldığı bölümün çevirisi aşağıdadır:

    İsmail CEM:

      "Soğuk Savaş döneminde Türkiye bir cephe ülkesiydi, biz NATO'nun güney kanadını savunduk ve böylece Avrupa'nın güvenliğini ve Atlantik İttifakı'nı koruduk. Soğuk Savaş sona erdiğinde, bu, cephe ülke olma rolünün sona erdiğini düşündük. Ancak arkasından Körfez Savaşı geldi, biz yine en öndeki cephe olduk ve çok zor siyasi, ekonomik ve toplumsal sorunlarla uğraşmamız gerekti. Ve şimdi, terörizme karşı hazırlanılan savaşta da öyle görünüyor ki biz bir kez daha cephe ülkesiyiz

       Terörizmin dini, coğrafyası ve haklılığı da yoktur. Avrupa'nın güvenlik ve savunma anlamındaki tanımı değişmektedir ve bu değişim 11 Eylül'den sonra başlayan bir şey değildir. Avrupa, bugüne kadar olduğu gibi, coğrafi olarak mı tanımlanacak, yoksa daha çok kavramsal bir tanımlama mı yapılacak. Ben, daha çok değerler üzerine yapılandırılacak bir tanımlamaya yaklaştığımıza inanıyorum.

       Balkanlar'daki haklarla beş yüzyıl, Ortadoğu'dakilerle dört yüzyıl boyunca birlikte yaşadık, Orta Asya ile de kültürel bağlarımız var. Bütün bunlar Türkiye'ye yeni bir rol veriyor. NATO 17 potansiyel tehlike alanını tanımlıyor ve bu 17 alanın 11'i Türkiye'nin yakınında bulunuyor. Bu alanlar, bizim ortak tarihimiz bulunan halklarla ilişkili.

       Bugünlerde terörizm üzerinde güçlü bir şekilde yoğunlaşılıyor. Bu yoğunlaşma bizi Avrupalı olarak, NATO müttefiki olarak, AB üyesi ya da üyelik adayı olarak yeni bir dayanışmaya yönlendiriyor. .

       Artık NATO, terörizmle mücadele için özellikle daha fazla çaba sarf edecektir. NATO üyesi olan, ancak AB üyesi olmayan Türkiye, oluşturulmakta olan Avrupa güvenlik organizasyonu AGSK içinde yer almaya büyük ilgi duymaktadır. Aralık ayına kadar bütün tarafların esnekliği ile mevcut sıkıntıları hep birlikte gidereceğimizi ve artık bir NATO ülkesi olarak AGSK'ya katılım şeklimizin netleştirilmesini sağlayacağımızı umut ediyorum.

       Konu, Türkiye ile EVU (Avrupa Savunma Birliği) arasında bir sorun olarak tanımlandığı için bazı yanlış anlaşılmalar söz konusu. Böyle bir yorum tabii ki doğru değil. NATO müttefikleri arasında tartışmalar yapılıyor. AB' nin -NATO kaynaklarından- yararlanmasını güvence altına almak için hangi modellere ihtiyacımız var? Bu, NATO üyelerinin vermek zorunda oldukları bir karardır. Bu kararın temeli ise, NATO'nun Mayıs 1999'daki Washington Deklarasyonu'dur. NATO üyeleri ve Avrupalılar olarak daha yakın çalışmamızın zamanının geldiğine inanıyorum. "

    NATO ALT YAPI PROĞRAMI

     

      NATO Alt Yapı Programı; Askeri Kuvvetleri desteklemek için ihtiyaç duyulan ve NATO Alt Yapı Envanterinin bir bölümü olan binalar, kolaylık tesisleri, teçhizat ve sistemler ile istisnai durumlarda sabit tesisler yerine hizmet eden seyyar tesisleri temin etmek için tesis edilen bir programdır.

       NATO kuruluş antlaşmasının beşinci maddesi " NATO üyesi ülkelerden birine yapılan saldırının NATO'nun tüm üyelerine yapıldığı kabul edilecektir" şeklinde ifade edilmiştir. Bu konu yeni NATO stratejisinde de yer almaktadır. Bu madde ile NATO savunmasının bir bütün olduğu vurgulanmaktadır. Bunun tabii bir sonucu olarak, savunmaya yönelik alt yapı tesislerinin barıştan itibaren inşaası için, üye ülkelerin katkı payları ile bir fon oluşturulması fikri ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede üye ülkeler ekonomik güçleri oranında katkı yapmaktadırlar..

     

    KAYNAKLAR

    A. TANIMI :

    B. TARİHÇESİ :
    ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, I. ve II. Ciltler, İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1983 ve 1991.

    Başlangıçtan Bugüne Dünya Tarihi, Kaynak Kitaplar Yayınları, (Yay. Yönet. Nezihe Araz), Cilt-3.

    BAZOĞLU SEZER, Duygu,"Soğuk Savaş Dönemi ve Türkiye'nin İttifaklar Politikası", Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, (Yay. haz. İsmail Soysal), TTK Yayınları, Ankara,1999.

    ÇELİK, Edip, 100 Soruda Türkiye'nin Dış Politika Tarihi, Gerçek Yayınevi, I. Baskı, Haziran, 1969.

    GERGER, Haluk, "Dış Politika,Türk Dış Politikası", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt-2, İletişim Yayınları, İstanbul,1983.

    GERGER, Haluk, "NATO", Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, cilt-6.

    GÖNLÜBOL, Mehmet, Olaylarla Türk Dış Politikası, Cilt I, SBF Yayınları, Ankara, 1982.

    GÜRÜN, Kamran, Dış İlişkiler ve Türk Politikası, SBF Yayınları, Ankara, 1983.

    GÜRKAN, ihsan, ''NATO ve Türkiye: Soğuk Savaş Sonrasında Türkiye'nin İttifaktaki Yeri ve Geleceğe Yönelik Düşüncelere İlişkin Bir İlişkin Değerlendirme'', Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç.

    Hareket Halinde Bir Dünya (1945 -1961).

    McGHEE, George, ABD - NATO - Türkiye - Ortadoğu.

    NATO Sempozyumu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi,1984.

    SANDER, Oral, Siyasi Tarih

    SANDER, Oral, Türk - Amerikan İlişkileri (1947-1964), A.Ü. SBF Yayınları, Ankara, 1979.

    Jacques, Prienne, Büyük Dünya Tarihi,(Çev. Nihal Önal ), Cilt-4,Meydan Yayınları.

    ULAŞ Bahri, Milletlerarası Kurumlar, Ulaş Yayınları, Ankara, 1966.

    William H. McNeil, Dünya Tarihi, (Çev. Alaiddin Şenel), İmge Kitabevi Yayınları, 3. baskı, Ankara, 1994.

    Dışişleri Bakanlığı resmi web sitesi
    www.milliyet.com.tr
    www.teror.gen.tr
    www.belgenet.com.tr
    www.nato.int
    www.tsk.mil.tr

    KORE SAVAŞI
    (25 Haziran 1950)

          İkinci Dünya Savaşından sonra Kore'nin bağımsız bir devlet olarak kurulmasını kabul eden Müttefik Devletler, Japonları Kore'den çıkarmak için 8 Eylül 1945'de Kore'ye asker çıkardılar. Fakat işe müdahale eden Sovyet Rusya 38. Enlem dairesini tabii sınır olarak kabul edince Kuzey ve Güney Kore Devletleri teşekkül etti.

          25 Haziran 1950'de Kuzey Koreliler, Güney Kore'ye hücum ederek işgale başladılar. Birleşmiş Milletler, Güvenlik Konseyi, Kızıl Kore'nin bu saldırısını güvenliğin bozulması olarak vasıflandırdı. Ve üye devletleri saldırıyı püskürtmek üzere yardıma çağırdı. Elli üç millet prensip itibariyle Kore'ye yardımı kabul etti. Fakat yalnız on altı üye devletin kuvvetleri Kore Cumhuriyeti ordularıyla birlikte, Birleşmiş Milletlerin komutası altında saldıranlar ile çarpışmak üzere asker gönderdiler.

          Aradan birkaç ay geçmeden Çin askeri birliklerinin Birleşmiş Milletler kuvvetlerine karşı savaşa girdiği görüldü.

          1950'de başlayan Kore savaşı 1953'e kadar devam etti. 1953 yılında yapılan mütareke ile Kore'de silahlı çarpışma sona erdi.

          Birleşmiş Milletler üyelerinden olan Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti barışın devamına yardım için 4500 kişilik, 141. Alaydan teşekkül eden Tugayı Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasında Kore'ye gönderdi. Kore savaş alanında diğer on beş ulusun erleriyle omuz omuza savaşan Türk askeri, kahraman bir ulusun, kahraman evlatları olduklarını cihana bir daha gösterdiler.

    II. DÜNYA SAVAŞI'NDA TÜRKİYE'NİN DURUMU

          Türkiye ile İngiltere ve Fransa arasında 19 Ekim 1939'da Ankara Paktı imzalanmıştı. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu paktın hedefi, üç devlet Akdeniz'de yabancı saldırısına uğradıkları takdirde birbirlerine yardımda bulunacaklardı. Bu ittifak antlaşması imzalandığı zaman İtalya savaşa girmemişti. Almanya yanında Akdeniz'de savaşa girdikten sonra da Türkiye savaş dışı kaldı. Çünkü o sırada Almanya ile anlaşmış olan Rusya'nın durumu Türkiye'nin savaşa girmesine engeldi.

          1940 yılında Balkanlara inen Alman orduları, Bulgaristan ve Yunanistan'da Türk sınırlarına ulaşmıştı. Balkanlardaki Alman ordusu, Türkiye'yi tehdit ediyordu. Bütün bu tehditlere rağmen Türkiye tarafsızlık siyasetinden ayrılmadı. Türkiye ile savaşa girmek istemeyen Hitler, o zamanki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye bir mesaj yollayarak Türkiye'ye karşı dostluk hisleri beslediğini bildirdi. Müttefikimiz olan İngiltere'ye bilgi vermek suretiyle Türk-Alman dostluk ve saldırmazlık Paktı imzalandı (18 Haziran1941).

          Alman orduları Rusya'da yenilip geri dönmeğe başlayınca İngiltere, Türkiye'nin savaşa girmesini istedi. Fakat bu husus için İngiltere ile yapılan yazılı görüşmelerle anlaşma olamadığından Türkiye savaşa girmedi. Buna rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 2 Ağustos 1944 tarihinde Almanya ile siyasi ve ekonomik ilişkilerin kesilmesine karar verildi. Bu kararla 1941'de imzalanan Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Paktı geçersiz kaldığından Alman elçilik heyeti ve Alman uyruklular memleketimizi terkettiler.

          23 Şubat 1945'de ise Büyük Millet Meclisi önemli tarihi kararlarından birini verdi. O günkü oturumda önce Birleşmiş Milletler Beyannamesini kabul etti, sonra da Almanya ve Japonya'ya karşı savaşa girmeğe karar verdi.

          İkinci Dünya Savaşında birçok devletler tarafından bozulmuş olan devlet hukuku kurallarına Türkiye sonuna kadar saygı göstermiştir.

    TÜRK - PAKİSTAN PAKTI
    (3 Nisan 1954)

    Orta-Doğu bölgesinde barışın korunmasına önem veren Türkiye, katıldığı Batı savunma sistemini doğuya doğru geliştirmek için Pakistan'la Karaşi'de Türk-Pakistan Paktı'nı imzaladı (3 Nisan 1954). Anlaşma, hiç bir devleti hedef almadığı gibi, iyi niyetli bütün devletlere açık bırakmıştır. Türk-Pakistan Paktı Orta-Doğu bölgesinin güvenliğini olduğu kadar, hür dünya güvenliğini de kuvvetlendirecek niteliktedir.

    BAĞDAT PAKTI (CENTO)

    1.Kuruluşu: 24 Şubat 1955 tarihinde "Bağdat Paktı" kurulmuştur. Paktın üyeleri Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere idi. Amerika Birleşik Devletleri önce bu pakta girmemiş, Bağdat'ta toplanan ilk Bakanlar Konseyi'ne gözlemci delege göndermiştir. 1959 tarihinde Ankara'da Amerika Birleşik Devletleriyle Türkiye, İran, Pakistan arasında imzalanan ikili anlaşmalarla Amerika, Bağdat Paktı'nın üyesi sayılmıştır.

    İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI (1939-1945)

                    Nedenleri :

            I.Dünya Savaşı sonucu Almanya ile imzalanan Versay Antlaşması.
            İtalya'nın ve Japonya'nın sömürgecilik faaliyetleri.
            Almanya'nın Polonya'ya saldırması ile savaş başlamıştır (1 Eylül 1939).
            Almanya kısa sürede Polonya ve Fransa'yı işgal etmiştir.
            İtalya, Almanya'yı desteklemiş, birlikte Balkanlar'ı işgal etmişlerdir.
            İtalya, Libya üzerinden Afrika'nın iç kesimlerine kadar ilerlemiş, diğer yandan Habeşistan'ı işgal etmiştir.
            Japonlar, Çin topraklarına saldırmışlardır
            Japonya, Pearl Harbour'a saldırınca ABD de savaşa katılmıştır.
            Almanya, İtalya ve Japonya ile bir ittifak kurmuştur (Mihver Devletler).
            Fransa, İngiltere, Rusya ve ABD arasında da bir ittifak kurulmuştur (Müttefik Devletler).
            ABD ve İngiltere İtalyan Yarımadası'na çıkarak İtalya'yı mağlup etmiştir (1942).
            İtalya'da yönetim değişikliği olunca İtalya, İngilizler'in yanında Almanya'ya karşı savaşa devam etmiştir.
            Almanlar Moskova önlerine kadar ilerlemesine karşılık Ruslar, Almanlar'ı püskürterek Almanya'ya kadar ilerlemiştir (1945).
            Almanya'yı doğudan Rusya, batıdan da ABD, İngiltere ve Fransa sıkıştırarak Normandiya Çıkartması'nı gerçekleştirmiş ve Almanya'yı etkisiz hale getirmişlerdir (1945).
            Müttefik Devletler Japonya'yı yenemeyince ABD, Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atmış ve Japonya teslim olmuştur (10 Ağustos 1945).
     

    ALMAN BAŞBAKANI ADOLF HİTLER

                    II.Dünya Savaşı'nın Sonuçları :

            Almanya ve İtalya'nın yenilmesi ile ırkçı akımlar etkisini kaybetmiştir.
            Almanya Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmıştır
            Savaşı SSCB hariç demokrasiyi savunan ülkeler kazanmıştır.
            ABD ve Rusya dünyanın iki süper gücü olmuştur.
            Sömürgecilik sona ermeye başlamış, sömürge altında yaşayan pek çok ülke bağımsızlığını kazanmıştır (Mısır, Hindistan, Pakistan, Cezayir, Tunus, Libya vb.).
            Komünizm, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Çin'de yayılmıştır.
            Milletler Cemiyeti'nin adı; Birleşmiş Milletler Teşkilatı olarak değiştirilmiştir.
            Yalta Konferansı ile dengeler yeniden kurulmaya çalışılmıştır.
            Filistin topraklarında İsrail Devleti kurulmuştur (1948).
            Türkiye, Amerika ile ilişkilerini arttırmıştır.

                    Türkiye'nin II.Dünya Savaşı'ndaki Tutumu :

            Türkiye savaşta tarafsız kalmıştır.
            Türk ve Alman taraftarları arasında Saldırmazlık Antlaşması imzalanmıştır.
            Türkiye baskılar sonucu ve savaş sonucu görüşmelere katılmak için Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etmiştir (23 Şubat 1945).
     

    II.DÜNYA SAVAŞI SIRASINDAKİ CUMHURBAŞKANIMIZ İSMET İNÖNÜ

    1950 SONRASI GELİŞMELER

      1. DEMOKRASİNİN GELİŞMESİ  

     

     
      2. YENİ SEÇİM KANUNU    
    3. ÇOK PARTİLİ DÖNEM    
      4. DEMOKRAT PARTİ    
      5. DİĞER PARTİLER    
      6. 27 MAYIS HAREKETİ    
      7. 1960'LI YILLAR    
      8. 12 MART DÖNEMİ    
      9. MC DÖNEMLERİ    
     

    10. 12 EYLÜL REJİMİ

         
      11. ÖZAL HÜKÜMETLERİ

       
      12. KÖRFEZ KRİZİ    
      13. KOALİSYON DÖNEMLERİ
    TÜRKİYE'DE DEMOKRASİNİN GELİŞMESİ

          İkinci Dünya Savaşında demokrasiler arasında yer almış olan Türkiye'nin, savaştan sonra iç politika bünyesinde esaslı bir gelişme görülür. Milli Kurtuluş Hareketi'nin birinci bölümünü yurdu yabancı kuvvetlerin istilasından kurtarmak teşkil eden. İkinci bölümü ise büyük bir iç değişme, bir devrim hareketi olarak devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşından sonra Türkiye'de demokrasinin gelişmesi bu devrim hareketinin devamından başka bir şey değildir.

          Ancak yüzyıllarca mutlak bir idare altında yaşadıktan sonra, milli egemenlik sistemine geçmek kolay olmamıştır. Bu bakımdan Büyük Millet Meclisi kurulduktan ve Cumhuriyet ilan edildikten sonra Büyük Millet Meclisinin çalışmaları, bazı nedenlerle tek parti sistemine dayanmaktaydı. 1924'de girişilen çok partili rejimi çeşitli olaylar yüzünden son verilmişti. Fakat İkinci Dünya Savaşı esnasında diğer hür demokrasilerle ilişki kurulunca siyasi bünyemizi daha demokratik bir şekilde geliştirmek gerekti. Çünkü iki dereceli bir seçim ve tek parti hakimiyeti bağımsız demokrasinin kurulmasına engeldi. Bu nedenle savaş bitince çok partili sisteme geçmek zorunluluğu doğdu. Esasen devrimlerimiz bu yolda bir gelişme için gereken ortamı hazırlamış ve hür demokrasi fikrini milli bir dava olarak bilinçlendirmiştir.YENİ SEÇİM KANUNUNDA DEĞİŞİKLİK

            Toprak Kanunu Mecliste görüşülürken kuvvetli bir muhalefet grubu belirtmişti. Gerek Meclisteki muhalif grup, gerekse basın, Seçim Kanununun değiştirilmesini, çok partili bir rejime girilmesi tezini savunuyorlardı. İktidarda bulunan Halk Partisi, Tek Dereceli Seçim Kanunu'nu çıkardı. 1946'da, Sekizinci Büyük Millet Meclisi devresinde tek dereceli seçim uygulandı. Yeni Seçim Kanunu ile gizli oy, açık tasnif sistemi kabul edilmişti. O zaman kurulmuş olan Demokrat Parti 64 milletvekili ile Meclise girdi. Bu Meclis, 1950 yılında hukukçulardan meydana gelen bir heyet tarafından hazırlanan "Yeni Seçim Kanunu"nu kabul etti.

    ÇOK PARTİLİ DÖNEME GEÇİŞ

          Savaşın sonlarına doğru ve savaş sonrasında tüm dünyada özellikle de Avrupa'da esmeye başlayan özgürlük ve demokrasi rüzgarları iktidardaki CHP'yi de etkilemiş, partinin baskıcı yönetiminden yakınan, daha çok özgürlük ve demokrasi isteyen güçlü bir muhalefet hareketi ortaya çıkmıştı. Cumhurbaşkanı İnönü'nün hoşgörülü tutumu da bu hareketi yüreklendiriyordu.

          Önceleri başını Fuat Köprülü ile Adnan Menderes'in çektiği bu muhalefet hareketinin içerisinde Atatürk'ün son Başbakanı Celal Bayar ile Refik Koraltan da vardı. Bu dört milletvekili tarihe "Dörtlü Takrir" olarak geçen ünlü önergelerini CHP Meclis Grubu'na verdiler. Önergelerinde parti tüzüğünün ve bazı yasaların değişmesini istiyorlardı. İsteklerinin geri çevrilmesi üzerine Bayar, CHP'den ve milletvekilliğinden istifa etti. Menderes, Köprülü ve Koraltan ise parti disiplinine uymadıkları gerekçesiyle CHP'den ihraç edildiler. Bayar, Menderes, Köprülü ve Koraltan 7 Ocak 1946'da Demokrat Parti'yi (DP) kurdular. Yeni bir partinin kuruluşu tek partinin baskıcı yönetiminden bıkmış olan toplumda büyük sevinç ve ilgi uyandırdı. Demokrasinin ve liberal bir ekonomi anlayışının sözcülüğünü yapan DP, kısa sürede hızla büyüdü. 1946 seçimlerinde Meclis'e girmeyi, 14 Mayıs 1950 seçimlerinde ise tek başına iktidara gelmeyi başardı. Böylece Türkiye'de tek parti dönemi sona ermiş, ilk kez halkın oyu ile iktidar değişikliği gerçekleşmiş oldu.

          DP, 1954 seçimlerinde oylarını daha da artırarak iktidarını perçinledi, 1957 seçimlerinde oy kaybına uğramasına rağmen 27 Mayıs 1960'a kadar iktidarını sürdürdü.

          DP, on yıllık iktidarı süresince, ekonomiye ve halkın yaşamına elle tutulur bir canlılık getirdi. Ekonomi genişledi, halkın kazancı arttı, çok sayıda köy yol, su ve elektriğe kavuştu. Yeni alanlar tarıma açıldı, makineli ziraat başladı, ticaret hızlandı, sanayileşme doğrultusunda önemli adımlar atıldı. Yabancı sermaye ve ticaret sermayesini sanayiye yöneltme sürecine girildi. İnönü zamanında benimsenmeye başlanan Amerika ile yakın işbirliği, DP iktidarı döneminde dış politikaya yeni boyutlar getirdi. Missouri zırhlısının İstanbul'u ziyareti (1946), "Truman Doktrini" ve "Marshal Planı"nın uygulamaya konması ile Amerika'dan ilk askeri ve ekonomik yardımların gelmeye başlaması, İnönü'nün bu doğrultuda attığı temelleri sağlamlaştırmıştı. DP iktidarı döneminde Türkiye Kore Savaşı'na katıldı, NATO'ya üye oldu (1952), yabancı sermaye yatırımları ve yabancıların petrol aramaları teşvik edildi.

          1954'ten itibaren DP iktidarının halktan aldığı destek zayıflamaya başladı. Bunun başlıca nedeni, dış piyasalardaki elverişli konjonktürün sona ermesi ve ekonomide bozulma belirtilerinin ortaya çıkmasıdır. Hızla büyüyen enflasyon, özellikle büyük kentlerdeki sabit gelirlilerin, asker ve sivil bürokrasinin maddi durumunu sarsmıştı. Halktaki hoşnutsuzlukla birlikte muhalefetin ve basının eleştirileri de sertleşmişti. Bu eleştiriler karşısında iktidarın soğukkanlılığını yitirdiğine işaret eden tedbirler alındı. İnönü'nün yurt gezilerinde karşılaştığı engeller, basını kontrol altında tutmak için başvurulan yöntemler ve "Tahkikat Komisyonu"nun kurulması ile birlikte, ülkede yaygın rejim tartışmaları başgösterdi. Üniversite gençliği sokaklara döküldü. Sıkıyönetimin ilan edilmesiyle daha da gerginleşen ortamda, Silahlı Kuvvetler 27 mayıs 1960 sabahı yönetime el koydu.

    DEMOKRAT PARTİ

          1945'de Büyük millet Meclisinde belirmeğe başlayan muhalefet, zamanla Mecliste kuvvetli bir grup kurmayı başardı. Özellikle Toprak Kanununun görüşülmesi sırasında, iktidarı şiddetle eleştiren muhalifler Halk Partisinden çekilmeğe karar verdiler ve istifa ettiler.

    Demokrat Partinin Kuruluşu:

          Halk Partisinden istifa eden Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü aralarında anlaşarak 7 Ocak 1946'da Demokrat Parti adıyla yeni bir parti kurdular. Demokrat Parti, az zamanda faaliyet alanını genişleterek, kuvvetli bir muhalefet partisi haline geldi. 15 Ekim 1951'de toplanan Üçüncü Büyük Kongrede tüzük ve programını yeniden saptadı.

    Demokrat Partinin Programı:

          Demokrat Parti, programının birinci maddesinde kuruluş amacını şöyle belirtmekte idi: "Siyasi hayatımızın, birbirine karşılıklı saygı gösteren partilerle idaresi lüzumuna inanan Demokrat Parti, Türkiye Cumhuriyetinde demokrasinin geniş ve ileri bir anlayışla gerçekleşmesine ve umumi siyasetin demokratik bir görüş ve zihniyetle yürütülmesine hizmet maksadıyla kurulmuştur".

    DİĞER PARTİLER

          1945 yılından itibaren kurulan diğer partiler; Nuri Demirağ'ın kurduğu "Milli Kalkınma Partisi", Mareşal Fevzi Çakmak, General Sadık Aldoğan, Hikmet Bayur'un kurdukları "Millet Partisi", 1953'de kapatıldı. Bunun üzerine bu parti kurucularından bazıları birleşerek 1954'de Cumhuriyetçi Millet Partisi'ni kurdular. Bir de Türkiye Köylü Partisi vardır.

          1046'da yapılan seçimlerde altmış seçimlerde altmış dört milletvekili çıkaran Demokrat Parti, 1950 seçimlerine kadar Mecliste muhalefet görevini yaptı. 1950 de Dokuzuncu Büyük Millet Meclisi devresi için yapılan seçim sonucunda 487 milletvekilliğinden 408'ini Demokrat Parti, 69'unu Cumhuriyet Halk Partisi, 1'ini Millet Partisi, 9'unu da bağımsızlar kazandı. Böylece Demokrat Parti büyük bir çoğunlukla iktidarı ele aldı.

          Dokuzuncu Büyük Millet meclisi, 384 oyla Cumhurbaşkanlığına İstanbul Milletvekili Celal Bayer'ı seçti. Celal Bayar Türkiye'nin üçüncü Cumhurbaşkanı oldu. Celal Bayar da hükümeti kurmak görevini Adnan Menderes'e verdi.

    27 MAYIS HAREKETİ VE ARA DÖNEM

          DP'yi iktidardan düşürmek, özellikle İnönü sempatizanı birçok subaya; siyasal ve ekonomik sorunların çözümü, ülkeyi ve demokrasiyi kurtarmanın vazgeçilmez önkoşulu gibi görünüyordu. Silahlı Kuvvetler'in çeşitli kademelerinde Milli Birlik Komitesi (MBK) adı altında örgütlenen bu subaylar, 27 Mayıs 1960 sabahı planlı bir şekilde harekete geçerek, DP iktidarını devirerek yönetime el koydular. Sabahın ilk saatlerinde yayınlanan ihtilal bildirisinde, hareketin demokrasiyi kurtarmak ve kardeş kavgasını önlemek için yapıldığı, hiçbir şahsa ve zümreye karşı olmadığı, en kısa sürede seçimlere gidileceği ve yönetimin sivillere devredileceği açıklanıyor, NATO ve CENTO'ya bağlı kalınacağı bildiriliyordu.

          Devrik Cumhurbaşkanı, Başbakan, bakanları ve iktidar partisine mensup milletvekilleriyle önde gelen yöneticiler, Harp Okulu'nda gözaltına alındılar. Orgeneral Cemal Gürsel; Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı oldu. MBK, yasama görevini üstlendi ve 17 Haziran 1960'ta çoğu sivillerden oluşan yeni bir hükümet kuruldu.

          İhtilal Yönetimi ilk güçlüğü MBK üyeleri arasındaki görüş ayrılığı nedeniyle yaşadı. Üyelerden bir bölümü bir an önce seçimlerin yapılmasını isterken, diğer bölümü köklü reformlar gerçekleştirildikten sonra seçimlerin yapılmasını öngörüyordu. İkinci gruptakiler 13 Kasım 1960'da tasfiye edilerek yurt dışında çeşitli görevlere atandılar.

          MBK aynı yılın Aralık ayında, yeni anayasa ve seçim yasası hazırlamakla yükümlü "Kurucu Meclis"in oluşturulmasını kararlaştırdı. Çeşitli kuruluşların temsilcilerinden oluşan Kurucu Meclis, 5 Ocak 1961'de göreve başladı. Üniversite çevrelerinden alınan anayasa taslakları, meclisin özel komisyonlarında biçimlendirilerek tartışmaya sunuldu. Kurucu Meclis'in son şeklini verdiği anayasa, 9 Temmuz 1961'de yapılan referandum sonucu kabul edilerek yürürlüğe girdi. MBK, 15 Ekim 1961'de yapılan seçimlerle iktidarı sivillere bıraktı. MBK'nın 22 üyesi Anayasa gereğince "Tabii Senatör" olarak parlamentoya girerken, Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı seçildi.

          27 Mayıs 1960 sabahı devrilen DP iktidarının yöneticileri, MBK tarafından Yassıada'da kurulmuş olağanüstü bir mahkeme olan Yüksek Adalet Divanı'nda yargılandılar. Mahkeme, "Anayasayı İhlal" ile suçladığı DP yöneticilerinden 15'ine idam, diğerlerine de ağır hapis cezaları verdi. İdam cezalarından 12'si MBK tarafından müebbed hapse çevrildi. DP iktidarının Başbakanı Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan ise idam edildiler. Diğer tutukluların tümü 1964'e kadar çeşitli af girişimleriyle serbest bırakıldı.

    HAREKETLİ 1960'LI YILLAR ve AP YÖNETİMİ

          27 Mayıs ihtilalini izleyen ilk genel seçimler ortaya ilginç bir tablo çıkarmıştı. DP'nin devamı oldukları iddiasıyla siyaset sahnesine çıkan iki parti; Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi (YTP) toplam olarak DP'nin 1957'de aldığı oylardan fazlasını elde etmişti. CHP'nin oyları ise %41'den %37'ye düşmüştü. Bu sonuç, halkın siyasal eğilimlerinin değişmediğinin, hatta ihtilale tepki gösterdiğinin bir ifadesiydi.

          Türkiye'nin 1960 ve 1970'li yıllardaki siyasal yaşamını büyük ölçüde etkileyecek olan AP, 11 Şubat 1961'de kuruldu. Partinin ilk genel başkanlığına emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala getirildi.

          İhtilali izleyen seçimlerden sonra İsmet İnönü'nün başkanlığında kurulan ilk hükümet, CHP-AP koalisyonuydu. Bu ortak hükümet sivil rejime dönüşü kolaylaştırmakla birlikte iç uyumsuzluğu nedeniyle uzun ömürlü olamadı.

          Gümüşpala'nın 1964'te ölümüyle boşalan AP Genel Başkanlığına Devlet Su İşleri Eski Genel Müdürü Süleyman Demirel seçildi. AP, 1965 seçimlerinde oyların %53'ünü alarak tek başına iktidara geldi. Bu seçimlerin bir özelliği de Türkiye'de ilk kez sosyalist bir partinin, Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) seçimlere katılması ve 15 milletvekilliği kazanmasıydı.

          AP'nin 1965-1971 yıllarındaki iktidar dönemi ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan Türkiye'nin en parlak devirlerinden biri oldu. Bu dönemde ekonominin en belirgin özelliği yüksek kalkınma hızı ve düşük enflasyondu. Sanayileşme süreci hızlandı. Kırsal kesime dönük yatırımlara ve enerji projelerine öncelik verildi. Daha bağımsız bir dış politika izlendi. 1965-1971 yılları ayrıca Türkiye'nin en özgürlükçü dönemi özelliğini de taşımaktaydı. Düşünceyi sınırlayan ve antidemokratik olarak nitelenen yasa maddelerinin en az uygulandığı ve en az sayıda kişinin bu nedenle hüküm giydiği dönemdi. Bu dönemde kitleler siyasal örgütlenme yolunda önemli adımlar attılar. Yine bu dönemde basın, tarihinin en özgür yıllarını yaşadı, farklı görüşler açık biçimde yazıldı ve tartışıldı.

          Fransa'da 1968'de başlayan ve tüm dünyaya yayılan öğrenci eylemleri, 1960'lı yılların sonlarına doğru Türkiye'nin de gündeminin birinci sırasına oturdu. Başlangıçta üniversitelerdeki öğretim biçimine ve sınav sistemine bir başkaldırı niteliği taşıyan bu eylemler, bir süre sonra siyasal ve ideolojik içerik de kazanacaktı.

    12 MART DÖNEMİ ve CHP'DEKİ DEĞİŞİM

          1960'ların özgürlükçü ortamı, 12 Mart 1971 muhtırası ile noktalandı. Genelkurmay Başkanı ve dört kuvvet komutanının ortak muhtırası, anarşi ve terörü önlemek, rejimi esenliğe kavuşturmak gerekçesiyle; reformları Atatürkçü bir görüşle gerçekleştirecek partiler üstü bir hükümetin oluşturulmasını istemiş, aksi durumda ordunun idareyi doğrudan üstleneceğini duyurmuştu. Bu koşullarda yasal hükümetin Başbakanı Demirel aynı gün istifasını Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a verdi.

          12 Mart'ın ilk hükümeti, CHP'den istifa eden Nihat Erim tarafından kuruldu. Bakanların önemli bir bölümünü "beyin takımı" olarak nitelendirilen teknokratlar oluşturuyordu. "Partilerüstü" nitelikte ve reform yapmak iddiasındaki hükümetin ilk icraatı sıkıyönetim ilan etmek ve sert önlemler almak oldu. Anayasa'nın bazı önemli maddeleri değiştirildi. I. Erim Hükümeti, iç çelişkilerin yarattığı uyumsuzluğa fazla dayanamayarak yerini II. Erim Hükümeti'ne bıraktı. Fakat Başbakan Erim, rejime içten ve dıştan gelen tepkiler nedeniyle bir kez daha istifa etti. Yerini onun Milli Savunma Bakanlığı'nı yapmış olan Ferit Melen aldı. Onu izleyen Naim Talu Hükümeti ise bir çeşit demokrasiye geçiş sürecini başlattı. 1973'te TBMM'de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimini 12 Mart'ın adayı Faruk Gürler kaybetti, AP ve CHP'nin ortak adayı Fahri Korutürk kazandı.

          Bu arada CHP'de 1969 yılından başlayarak ilginç gelişmeler yaşanmış, 12 Mart rejimine karşı izlenecek politikada Genel Başkan İnönü ile anlaşmazlığa düşen Genel Sekreter Bülent Ecevit ve arkadaşları Merkez Yürütme Kurulu üyeliğinden istifa etmişlerdi. Bu ekip 12 Mart dönemi süresince parti içinde köklü bir mücadele sürdürdü. 1972 Kurultayı'nda Ecevit ve arkadaşları İnönü'nün ekibine karşı parti yönetimine adaylıklarını koydular. Ecevit'in listesinin kazanmasıyla, İnönü genel başkanlıktan, milletvekilliğinden ve CHP üyeliğinden istifa etti. Hemen toplanan olağanüstü kurultayda, Ecevit Genel Başkan seçildi. CHP için artık yeni bir dönem başlamıştı.

    ECEVİT YÖNETİMLERİ ve "MC" DÖNEMİ

          12 Mart döneminin hukuki olarak sonunu getiren 1973 seçimlerinde hiçbir parti çoğunluk sağlayamamıştı. 1961'de olduğu gibi yine "koalisyonlar dönemi" başladı, çok sayıda hükümet kuruldu, uyumsuzluklar, güvensizlik oyları ve milletvekili transferleri birbirini izledi. 1973 seçimlerinde en yüksek oyu CHP almıştı. CHP Genel Başkanı Ecevit, uzun görüşmelerden sonra görüşlerinde İslami akımları yansıtan Milli Selamet Partisi (MSP) ile koalisyon hükümeti kurdu. Bu ilginç uzlaşma bazı olumlu sonuçlar doğurmuşsa da, dünyada başgösteren petrol bunalımının etkileri Türkiye'ye de yansımıştı.

          1974 Haziranı’nda Kıbrıs'ta Makarios yönetimine karşı ENOSİS'çi bir darbe yapılması, Türkiye'yi Londra Antlaşması ve 1960 Kıbrıs Anayasası'ndan doğan garantörlük haklarını kullanarak adaya askeri bir müdahalede bulunmak zorunda bırakmıştı. Kıbrıs sorununun önemli ekonomik ve siyasal sonuçları oldu. Batı'nın Türkiye'ye karşı aldığı olumsuz tavır, ABD'nin ilan ettiği ekonomik ambargo, Kıbrıs Harekatı'nın zorunlu kıldığı harcamalar ülkede büyük sıkıntılar yarattı. Kıbrıs sonrası izlenecek dış politika konusundaki anlaşmazlığın da etkisiyle CHP-MSP koalisyonu dağıldı. Cumhurbaşkanı Korutürk tarafından görevlendirilen Kontenjan Senatörü Sadi Irmak'ın kurduğu hükümet ise Meclis'ten güvenoyu alamadı.

          Bu arada 1971'de AP'den ayrılan ve çıkarılanlar tarafından kurulan Demokratik Parti'de (DP) çözülmeler başlamıştı. Milletvekili sayısını artıran AP, MSP, MHP (Milliyetçi Hareket Partisi) ve CGP (Cumhuriyetçi Güven Partisi) ile biraraya gelerek çoğunluğu sağladı. Yeni hükümeti kurma görevi Demirel'e verildi. Demirel, 1977 yılı seçimlerine kadar görev yapacak olan ve "Milliyetçi Cephe" (MC) adı verilen hükümeti kurdu.

          MC dönemi 1977 seçimlerinden sonra da devam etti. Bu seçimde de hiçbir partinin tek başına çoğunluk sağlayamaması üzerine Demirel bu kez II. MC Hükümeti'ni kurdu. 1978 Ocak ayına kadar görevde kalan bu hükümet de ekonomik sıkıntılar, dış politika sorunları ve giderek tırmanan terör karşısında çaresiz kaldı. Ülke döviz darboğazına girmiş, ithalat yapılamaz olmuş, hükümet kısa vadeli ve yüksek faizli kredilerle bu durumdan kurtulmaya çalışmıştı.

          Türkiye'nin içinde bulunduğu bunalım, 1977'nin Aralık ayında 11 AP milletvekilinin partiden istifa etmesi ile yeni bir boyut kazandı. Demirel'in başkanlığındaki II. MC Hükümeti düşürüldü; CHP lideri Ecevit, 11 bağımsız milletvekili, DP ve CGP milletvekillerinin desteğiyle yeni hükümeti kurdu. Bu dönemde ekonomik sorunlar büsbütün ağırlaştı. Temel gıda maddeleri, benzin ve tüpgaz bulunamaz oldu. Kuyruklar ve karaborsa başladı. 1979 sonlarında yapılan Cumhuriyet Senatosu kısmi yenileme seçimlerinde CHP ağır bir yenilgiye uğrayınca, Başbakan Ecevit görevden çekildi. Demirel bu kez MSP ve MHP'nin dışarıdan desteğiyle AP azınlık hükümetini kurdu (25 Kasım 1979). 1979'un son günlerinde Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, Cumhurbaşkanı Korutürk'e bir uyarı mektubu verdiler. Ancak iktidar ve muhalefet partileri uyarının muhatabı olmadıklarını açıkladılar. Demirel Hükümeti'nin ekonomik durumu iyileştirmek için aldığı 24 Ocak Kararları, kısa sürede olumlu sonuç vermişse de, terör olayları sürmekteydi. Birçok ilde sıkıyönetim ilan edilmişti. Öte yandan 1980'in ilk aylarında görev süresi dolan Fahri Korutürk'ün yerine bir türlü yeni cumhurbaşkanı seçilememişti.

    12 EYLÜL REJİMİ (1980-1983)

          Askeri müdahale, ordunun 12 Eylül 1980 sabahı, emir ve komuta zinciri içinde yönetime el koymasıyla gerçekleşti. Genelkurmay başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları'ndan oluşan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), TBMM'yi ve hükümeti feshetti. Tüm ülkede sıkıyönetim ilan edildi; AP, CHP, MSP ve MHP genel başkanları gözaltına alındı. Müdahaleden sonra yasama ve yürütme yetkilerini bünyesinde birleştiren MGK, Konsey'in başkanı olan Orgeneral Kenan Evren'i Devlet Başkanlığı'na getirdi. Yeni hükümet Oramiral Bülent Ulusu başkanlığında kuruldu. Yeni hükümette son AP Hükümeti'nin Başbakanlık Müsteşarı ve 24 Ocak Kararları'nın mimari Turgut Özal da Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı.

          Bu dönemde, Demirel Hükümeti tarafından başlatılan ekonomik istikrar politikası aynen sürdürüldü. Dış politikadaki en önemli gelişme, NATO Başkomutanı'nın adıyla anılan "Rogers Planı"nın MGK yönetimi tarafından kabulü ve ülkenin uzun süredir izlediği politikaya aykırı olarak Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönmesine izin verilmesiydi.

          Yeni bir anayasa hazırlanması için Haziran 1981'de, MGK ve Danışma Meclisi'nden (DM) oluşacak yeni bir "Kurucu Meclis" oluşturulması kararı alındı. DM üyelerinin açıklandığı gün daha önce etkinlikleri yasaklanmış olan tüm siyasi partiler MGK tarafından kapatıldı ve mal varlıklarına el kondu.

          DM Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan yeni anayasa 7 Kasım 1982'de halkoyuna sunuldu ve %91.2 "evet" oyuyla kabul edildi. Yeni anayasanın kabulü ile Kenan Evren "Cumhurbaşkanı" sıfatını aldı. Siyasi Partiler Yasası 24 Nisan 1983'te yürürlüğe girdi ve yeni siyasi partilerin kurulması için siyasal faaliyetler kademeli olarak serbest bırakıldı.

          Merkez sağda emekli Orgeneral Turgut Sunalp başkanlığında, "12 Eylül ruh ve felsefesinin devamı" olduğunu açıklayan Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) kuruldu. MGK tarafından pek de hoş karşılanmayan ikinci parti kurma girişimi de 1982'de Ulusu Hükümeti'nden ayrılmış olan Turgut Özal'dan geldi ve 24 Ocak Kararları ile başlayan liberalleşme ve ekonomik istikrar programının sürdürülmesi için iktidar talebinde bulunan Anavatan Partisi (ANAP) kuruldu. Kurulan üçüncü parti, merkez sol eğilimli olması amaçlanan Halkçı Parti'ydi (HP). HP'nin genel başkanlığını Bülent Ulusu'nun Başbakanlık Müsteşarlığını yapmış olan Necdet Calp üstlenmişti. Bunların yanında AP'nin devamı olarak bilinen Doğru Yol Partisi (DYP) ve İsmet İnönü'nün oğlu Erdal İnönü'nün başkanlığında Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kuruldu. MGK yeni kurulan partilerin kurucu listelerini incelemeye aldı ve bunlardan büyük bir bölümünü veto etti. En çok vetoyu SODEP ve DYP listeleri almış ve iki parti de öngörülen süre içinde kurucu yeter sayısını tamamlayamadığı için genel seçimlere katılma hakkını elde edememişti. 6 Kasım 1983 seçimlerine yalnızca ANAP, MDP ve HP katıldı ve yüzde 45.1'lik oy alan ANAP tek başına iktidar oldu. 24 Kasım 1983'te toplanan TBMM'de başkanlık divanının oluşmasıyla MGK'nın görevi sona erdi. MGK'nın dört üyesi "Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyesi" olarak göreve başladı. 13 Aralık'ta ise Turgut Özal başkanlığında I. ANAP Hükümeti kuruldu.

    I. ve II. ÖZAL HÜKÜMETİ

          Turgut Özal'ın liderliğindeki ANAP, 1983 seçimlerinde tek başına iktidara gelmiş, 1987 seçimlerinde de iktidarda kalma başarısını sürdürmüştü.

          Özal döneminin en önemli özelliği ardarda yapılan cesur ve kararlı reformlarla ekonominin yön ve kabuk değiştirmesi oldu. Özal'ın "Büyük Transformasyon" olarak nitelendirdiği bu liberal dönüşümle, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu ve Kambiyo Rejimi kökten değiştirildi, ithalat ve ihracat serbestleştirildi, dövizde "serbest kur" sistemine geçildi. Daha önce dışa kapalı bir ekonomik model olan "ithal ikamesi"nin yerini, "ihracata öncelik" tanıyan dışa açık bir ekonomi politikası aldı. Bu dönemde devlet sübvansiyonları azaltıldı, üretim ihracata yöneltildi, devletin gelirlerini artırmak için Katma Değer Vergisi yürürlüğe kondu. Gelir Ortaklığı Senetleri satışa çıkartıldı, Toplu Konut ve Özelleştirme idareleri kuruldu, serbest ticaret bölgeleri oluşturuldu. Böylece ekonomik büyüme hızlandırıldı, kronikleşen döviz açığı sorunu çözüldü. Dış politikadaki en önemli gelişme ise Türkiye'nin Avrupa ülkeleriyle ilişkilerinde gözlenen göreli iyileşme oldu. Nitekim, Türkiye ile ilişkilerini askıya almış olan Avrupa Konseyi Danışma Meclisi, Türk parlamenterlerinin bu kurula katılmasını Mayıs 1984'te kabul etti. Öte yandan, yıllardır sürmekte olan İran-Irak savaşında tarafsız bir politika izleyen Türkiye, her iki ülkeyle ticaretini olumlu yönde geliştirdi.

          Yunanistan'ın NATO'nun askeri kanadına dönmesine izin verilmesinden sonra canlanan ABD ilişkilerindeki düzelme devam etti. Türkiye bu dönemde özellikle Ortadoğu ve Avrupa ülkeleriyle kurduğu yoğun ticaret ilişkileri nedeniyle ihracatında ve turizm gelirlerinde büyük artışlar sağladı.

          I. Özal Hükümeti döneminde iç siyasette de önemli gelişmeler oldu. HP ve SODEP, Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) adıyla birleşti. CHP'nin yasaklı genel başkanı Bülent Ecevit'in ekibi de Demokratik Sol Parti'yi (DSP) kurdu. 6 Eylül 1986'da yapılan halkoylaması ile siyasal yasaklar kaldırıldı ve Bülent Ecevit DSP'de, Süleyman Demirel DYP'de, Alparslan Türkeş Milliyetçi Çalışma Partisi'nde (MÇP), Necmettin Erbakan Refah Partisi'nde (RP) genel başkanlığa getirildi.

          1987 yılında yapılan erken genel seçimlerde ANAP %36 oyla yine tek başına iktidara gelirken, SHP %24.75 ve DYP %19.15 oranında oy aldı, diğer partiler yüzde 10'luk oy barajını aşamadıkları için TBMM'ye giremediler. Kenan Evren'in görev süresinin dolması üzerine, Turgut Özal Cumhurbaşkanı seçildi. Görevi 9 Kasım 1989'da devralan Turgut Özal'ın Başbakanlığa atadığı Yıldırım Akbulut, Kasım 1989'da toplanan ANAP Olağanüstü Büyük Kongresi'nde genel başkan seçildi.

    KÖRFEZ KRİZİ

            Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Irak'ın Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgal etmesiyle başlayan Körfez Krizi sırasında, kişisel diplomasi ataklarıyla Türkiye'nin uluslararası alanda ön plana çıkmasını ve müttefiklerin yanında aktif bir rol almasını sağladı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin Irak'a ekonomik ambargo uygulanması yönündeki kararını ilk uygulayanlardan biri Türkiye oldu, Irak petrollerini Yumurtalık'a taşıyan petrol boru hattı kapatıldı. 1990'da patlak veren Körfez Savaşı sırasında da Türkiye'deki ABD üslerinin, müttefiklerin hava operasyonlarında kullanılmasına izin verildi. Körfez Savaşı'nın ardından 1991 ilkbaharında Türkiye, çoğunluğunu Kürtler'in oluşturduğu bir milyon kadar Kuzey Iraklı sığınmacının göç hareketiyle karşılaştı. Müttefiklerin 36. paralelin kuzeyindeki Irak topraklarını "Güvenlik Bölgesi" ilan etmesinden sonra sığınmacıların büyük bir bölümü yurtlarına döndü.

    ANAP'TAKİ DEĞİŞİM ve KOALİSYONLAR DÖNEMİ

          Haziran 1991'de ANAP Genel Başkanlığı'na Yıldırım Akbulut'un yerine Mesut Yılmaz'ın seçilmesi, yeni bir hükümet oluşumunu da beraberinde getirdi. Yılmaz başkanlığında kurulan yeni hükümet ise erken seçim kararı alacak ve 21 Ekim 1991'de genel seçimler yapılacaktı. Seçim kampanyasında demokratikleşme ve enflasyonu durdurma temalarına ağırlık veren DYP %27.03 oy oranıyla birinci parti oldu. Onu ANAP, SHP, RP ve DSP izledi. Yeni hükümet 20 Kasım 1991'de Süleyman Demirel'in başkanlığında bir DYP-SHP koalisyonu olarak kuruldu. Ekonomik büyümeyi canlandırmak ve ücretlilerin reel gelirlerini artırmakta bir ölçüde başarılı olan bu hükümet, demokratikleşme yönünde bazı adımlar attı.

          1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya Cumhuriyetleri ile gerek Cumhurbaşkanı Özal'ın gerekse hükümetin çeşitli girişimleriyle çok yönlü ilişkiler kuruldu. Böylece, Türkiye için bir "bölge devleti"

          olma yolunda yeni ufuklar açıldı. Haziran 1992'de bir zirve toplantısıyla kurumsallaştırılan, Kafkasya ve Balkanlar dahil bütün Karadeniz havzasını içine alan Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Türkiye'nin bu bölgedeki önemini daha da artırdı. Ayrıca Türkiye, Bosna-Hersek ve Somali konularında da aktif bir rol oynadı.

          Turgut Özal'ın 17 Nisan 1993'te vefat etmesi üzerine, Cumhurbaşkanlığı görevine Süleyman Demirel seçildi. Demirel'den boşalan DYP Genel Başkanlığına ise 13 Haziran'da yapılan olağanüstü büyük kongrede Tansu Çiller getirildi. Türkiye'nin ilk kadın Başbakanı olan Çiller'in kurduğu yeni DYP-SHP Koalisyon Hükümeti 25 Haziran 1993'ten 25 Aralık 1995 seçimlerine kadar görevde kaldı. 1995 seçimlerinde Refah Partisi %21 oy oranıyla birinci parti oldu. 5 Mart 1996'da Mesut Yılmaz'ın başkanlığında "Anayol" olarak adlandırılan ANAP-DYP koalisyon hükümeti kuruldu. Bu hükümet dört ay sürdü. RP'nin hükümet hakkında verdiği gensoruyu DYP'nin destekleyeceğini açıklaması üzerine Başbakan Yılmaz, 6 Haziran 1996'da Cumhurbaşkanı Demirel'e istifasını sundu. Demirel bu kez RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ı hükümeti kurmakla görevlendirdi. Erbakan, "Refahyol" olarak adlandırılan RP-DYP koalisyon hükümetini kurdu. DYP Genel Başkanı Tansu Çiller bu hükümette Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. Bu dönemde yoğunlaşan irtica tartışmaları, sosyal ve siyasal bir gerilimin doğmasına neden oldu. Milli Güvenlik Kurulu 28 Şubat 1997 tarihli toplantısında, irtica tehlikesinin tırmanmakta olduğu uyarısını yapınca yeni bir süreç başladı. Bu gerilimli süreçte, Başbakan Erbakan görevi hükümet ortağı DYP'nin Genel Başkanı Çiller'e devretmek amacıyla 18 Haziran 1997'de istifa etti. Cumhurbaşkanı Demirel ise 19 Haziran 1997'de, hükümeti kurmakla Çiller'i değil, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ı görevlendirdi ve Yılmaz'ın kurduğu, kamuoyunda "Anasol-D" olarak adlandırılan ANAP-DSP-DTP koalisyon hükümetini onayladı. 12 Temmuz 1997 tarihinde güvenoyu alan Anasol-D Hükümeti döneminde erken seçim kararı TBMM'de büyük çoğunlukla alınarak, genel ve yerel seçimlerin 18 Nisan 1999 tarihinde birlikte yapılması kararlaştırıldı.

          Yönetimde 17 ay kalan hükümet, muhalefet tarafından verilen bir gensoruyla 25 Kasım 1998 tarihinde düşürüldü. Cumhurbaşkanı tarafından yeni hükümeti kurmakla görevlendirilen Bülent Ecevit'in girişimleri sonuçsuz kalınca, görevi Muğla Bağımsız Milletvekili ve Sanayi Bakanı Yalım Erez aldı. Yalım Erez'in hükümet kurma çalışmaları devam ederken, DYP Genel Başkanı Çiller'in Ecevit'in başbakanlığında kurulacak bir azınlık hükümetine destek vereceğini açıklaması, güvenoyu alacak bir hükümet formülü ortaya çıkardı. Nitekim, Bülent Ecevit tarafından 17 Ocak 1999 tarihinde kurulan azınlık hükümeti güvenoyu alarak, 18 Nisan seçimlerine kadar görev yaptı. Seçim sonucunda DSP, MHP, FP, DYP ve ANAP parlamentoda temsil edilme hakkı kazanırken, CHP %10'luk ülke barajını aşamayarak parlamento dışında kaldı. DSP oylarını yüksek oranda artırırken, MHP de en fazla oy alan ikinci parti oldu. ANAP ve DYP gibi merkez sağ partileri ise büyük oy kaybına uğradı. Ocak 1998 tarihinde kapatılan Refah Partisi'nin bağımsız kalan milletvekillerinin çoğunun katılımıyla kurulan FP de oy oranını koruyamadı.

          28 Mayıs 1999 tarihinde, seçimlerden birinci parti olarak çıkan DSP'nin Genel Başkanı Bülent Ecevit'in başkanlığında DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümeti kuruldu. Bir uzlaşma ve atılım hükümeti olarak kurulan 57. hükümet, göreve başlar başlamaz Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin sivilleştirilmesi, Bankalar Kanunu, "Uluslararası Tahkim"i öngören Anayasa değişikliği ve Sosyal Güvenlik Reformu gibi önemli konularda yeni yasaların çıkmasını sağladı. 1999 yılı Helsinki Zirvesi'yle başlayan Avrupa Birliği'ne uyum sürecinde, uyguladığı ekonomik istikrar programı ile enflasyonla mücadelede önemli gelişmeler kaydeden hükümet, Cumhurbaşkanlığı seçimini uzlaşıya dayalı bir anlayış çerçevesinde sonuçlandırdı. 16 Mayıs 2000 tarihinde görev süresi dolan 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in yerine, parlamentoda temsil edilen 5 partinin Genel Başkanlarının katıldıkları bir teklifle aday gösterilen Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer, 3. turda 330 oyla Türkiye'nin 10. Cumhurbaşkanı seçildi.



    UYARI 1=
    (www.sosyaldersleri.com'dan alınmıştır . Eğer bir suçumuz var ise ilk önce af edilmesini eğer af edilmiyorsam beni uyarın!!! Uyarmanız için aders web adresin iletişim kutusuna ya da msn adresimden bana e-mail atınız msn adresim kandurumlu@hotmail.com 'dan bana ulaşablirsiniz....)

    UYARI 2=
    (www.sosyaldersleri.com'a teşekürlerimi sunarım iyi bir adres yapmıştır . O web sitesine bir bakınız bu web siteden daha güzel tasarımı vardır...

    III. GENEL SEKRETER

                  Altı ok ile simgeleştirilen Kemalist ilkeler içerisinde, Atatürk'ün kuşkusuz ki, en önem verdiği ilkelerin başında "Laiklik" geliyordu. Mustafa Kemal, ülkenin koşullarının daha hiç hazır olmadığı bir aşamada bile, çok partili düzene geçiş için sakınca görmezken, tek bir koşul ileri sürmüştü: Laiklikten ödün vermemek! Serbest Fırka'nın önderliği'ni üstlenecek olan Fethi Okyar'a yazdığı mektupta şu satırlar dikkati çekiyordu: "Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklik esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur."

                  Bir çağdaşlaşma ideolojisi olarak Kemalizm açısından Laiklik, demokrasi anlamındaki Cumhuriyetçiliğin de, Milliyetçiliğin de, Devrimciliğin de, ve hatta Halkçılığın da ön koşulu olduğu için bu ölçüde önem taşımaktadır. Demokrasinin ön koşuludur; çünki Laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü, gerçek anlamda bir özgür seçim olamaz. ( Bütün dünyada özgürlük ve demokrasi rüzgarları eserken, baskı rejimleri birbiri ardına yıkılırken, bundan en az etkilenenin - Laikliği kabul edememiş - müslüman ülkeleri oluşu rastlantımıdır? ) Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünki, Laiklik olmayan yerde önem taşıyan öge ulus değil, "ümmet"tir. ( Bu anlayış içinde örneğin Arap ve İranlı, Müslüman Türk ile, aynı tolumun bir parçası sayılırken, Hıristiyan Türk olan Gagavuzlar (Gökoğuzlar), Türkçe konuştukları ve çok daha ortak kültürel özellikler taşıdıkları halde "yabancı" sayılacaklardır. ) Devrimciliğin ön koşuludur; çünki, Laikliği kabul etmemiş bir toplumda, bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışılması bile genellikle olanaksızdır. Halkçılığın ön koşuludur; çünki, din temeline dayalı bir devlette ağırlığı ve önceliği olan halk değil, dinsel seçkinlerdir.

            Tarih boyunca hemen tüm devrimciler, din ile değil, ama bir kısım din adamları ile karşı karşıya gelmişlerdir. Çünki eski düzenle çıkarları bütünleşmiş olan bir din adamları kesimi, köklü değişimlere hep karşı çıkmış, dini bir siyasal amaç için kullanarak kitleleri etkilemeye çalışmışlardır. Kendilerinin etkisini ve ağırlığını azaltacak her girişimi de "dinsizlik" olarak nitelendirmekten çekinmemişlerdir. Sultan'ın ve düşmanın çıkarları ile bütünleşerek, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal'in idam fermanını çıkaranlar gene bu tür din adamları olmuştur. Ancak şunu da belirtmem gerekir ki ileri görüşlü ve aydın din adamlarımız sayıca az da olsa Kurtuluş Savaşı'nda ve sonrasında çok önemli yardımlarda bulunmuşlardır....

                  Mustafa Kemal, İslam Dini'nin zamanla özünden uzaklaştığını, birçok yabancı ögenin - yorumlar ve boş inançlar olarak - işin içine girdiğini düşünüyordu. Çağdaş olmanın inançsızlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığı kanısındaydı, ama bilerek, mantığını kullanarak inanmalıydı. Şöyle diyordu: "Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur'an Türkçe olmalıdır. Türk Kur'an'ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta ne olduğunu Türk anlasın."

                  Müslüman Türk Halkı, Kur'an'ı kendi dilinden okuyup anlama olanağına ancak Laik Cumhuriyet rejimi sayesinde kavuştu. Türkçe Ezan yine aynı ortamda gerçekleşti; ama çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra, tutucu, Kemalizm'e karşı güçlere verilen bir ödün olarak ortadan kalktı.

                  Genel anlamda laiklik, din ile ilgili olmayan dünya ve devlet işlerini, dini görüşlerinden ayırıp, bağımsız bir hale getirmek ve din ve vicdan özgürlüğü olarak tanımlanır.

                  Özellikle günümüzde laikliğe dinsizlik(?) diye bakan ve rejimi değiştirmek isteyen insanların sayısındaki artışın çokluğu eminim ki ilk başta ATATÜRK'ü ve biz Atatürkçüleri ve en önemlisi bu vatan için tekrar dünyaya gelseler yine canlarını bu vatan için feda eden ÖLÜMSÜZ ŞEHİTLERİMİZİN ruhlarını çok derinden yaraladığı kanısındayım. Ve ülkeyi bölmeye çalışan bazı güçlerin, ahirette nasıl bir hesap vereceklerini ben kendi adıma çok merak ediyor ve hakkımı helal etmiyorum.

     


    • Türkiye Cumhuriyeti'nde, her yetişkin dinini seçmekte hür olduğu gibi, belirli bir dinin merasimi de serbesttir. Yani, ibadet hürriyeti vardır. Tabiatiyle ibadetler, güvenlik ve genel adaba aykırı olamaz; siyasi gösteri şeklinde de yapılamaz. Geçmişte çok görülmüş olan bu gibi durumlara artık Türkiye Cumhuriyeti asla katlanamaz.
      Bir de, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde, tüm tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmıştır. Tarikatlar kaldırılmıştır. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık, büyücülük, türbedarlık vesaire yasaktır. Çünkü bunlar gericiliğin kaynakları ve cehaletin damgalarıdır. Türk Milleti, böyle müesseselere ve onların mensuplarına katlanamazdı ve katlanmadı. ( 1930 )

       

    • Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Gericilere asla fırsat vermeyeceğiz.

       

    • Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Tüm yurttaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir. ( 1930 )

       

    • Din ve mezhep herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi, ne bir din, ne de bir mezhebi kabul etmeye zorlayabilir. Din ve mezhep hiçbir zaman politika aleti olarak kullanılamaz. ( 1930 )

       

    • Laiklik asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkânını temin etmiştir. Laikliği dinsizlikle karıştırmak isteyenler, ilerleme ve canlılığın düşmanları ile gözlerinden perde kalkmamış doğu kavimlerinin fanatiklerinden başka kimse olamaz.

       

    • Softa sınıfının din simsarlığına izin verilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir. İşte bu duruma karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. ( 1930 )

       

    • Bunun gibi bağlı bulunmakla inanmış ve mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere, bir politika aracı durumundan kurtarmak ve yükseltmek gerektiği gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve Tanrısal olan inanç ve vicdanlarımızı karışık ve türlü renkte bulunan ve her türlü çıkarlarla tutkuların alanı olan siyasetten ve siyasetin bütün ögelerinden bir an önce ve kesinlikle kurtarmak, milletin dünya ve ahiret mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. Ancak böylece İslam dininin yüceliği gerçekleşir. ( 1924 )

       

    • Vatandaşları içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve her din mensubu hakkında adil ve tarafsız tutum ve davranışta bulunmaya ve mahkemelerinde vatandaşları ve yabancılar hakkında eşit adalet uygulamakla vazifeli olan bir hükümet, fikir ve vicdan hürriyetlerine uymaya mecburdur. ( 1927 )

       

    • Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar. ( 1924 )

    HALİFELİĞİN KALDIRILMASI

    (3 Mart 1924)

    Nedenleri :

    Tanin Gazetesi

    Cumhuriyetin ilanı ve cumhurbaşkanının seçilmesi ile halifeliğin bir rolünün kalmaması.

    Eski rejim taraftarlarının sığınabilecekleri tek makam olarak halifeyi görmesi.

    TBMM’deki bazı vekillerin Halife’yi TBMM’nin üstünde kabul etmesi.

    Halife Abdülmecid Efendi’nin talimatlara uymaması ve yetkilerini aşacak uygulamalara girişmesi.

    Batı’yı kendine örnek alan bir ülkede halifeliğin, laikliğe ve çağdaşlaşmaya engel olabileceği endişesi.

    Ağa Han ve Ali Han’ın İsmet Paşa’ya, Halife’nin korunması için yazdıkları mektubun İsmet Paşa’dan önce Tanin Gazetesi’nin eline geçmesi ve bunun gazetede yayınlanması.

     

    3 Mart 1924’te şu kararlar alınmıştır:

    Halifelik kaldırılmıştır.

    Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmış, daha sonra yerine, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur.

    Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Vekâleti kaldırılmış, yerine Genelkurmay Başkanlığı kurularak, asker siyasetten uzaklaştırılmıştır.

    Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiş, eğitimde birlik ve laiklik sağlanmıştır.

    Osmanlı Hanedanı üyelerinin sınır dışına çıkarılması kararlaştırılmıştır.

     

    Sonuçları :

    Laikliğe geçişin en önemli aşaması tamamlanmıştır.

    Türkiye Cumhuriyeti’nin karakteri tam olarak ortaya konmuştur.

    Türkiye’de ümmetçilik arayışları sona ermiştir.

    Ulusal egemenlik güç kazanmıştır.

    İnkılapları gerçekleştirilmek için zemin hazırlanmıştır.

    KURTULUŞ SAVAŞI

    (Cepheler) (24 Eylül 1920 - 11 Ekim 1922)

     

    A) DOĞU CEPHESİ

    a) Ermeni Meselesi

    Fatih zamanında İstanbul’da Ermeni Patrikliği kurulmuştur.

    Osmanlı’da Ermeniler, Millet-i Sadıka diye anılmıştır.

    Ermeni Meselesi ilk kez Berlin Antlaşması’nda ortaya çıkmıştır (1878).

    Ermeniler amaçlarına ulaşabilmek için Taşnak ve Hınçak cemiyetlerini kurmuşlardır.

    Ermeniler 19.yy sonlarında Van, Erzurum, Bitlis ve Sason civarında ayaklanmışlardır.

    Ermeniler, II.Abdülhamid’e suikast düzenlemişler, fakat başarılı olamamışlardır (1905).

    1915’te Ermeniler Van ve Sivas’ta katliam yapmışlardır.

    1915’te Tehcir Kanunu çıkarılmış ve Ermeniler Suriye’ye göç ettirilmiştir.

    General Harbord, Doğu Anadolu ile ilgili bir rapor hazırlamış, raporda Ermeniler’in yaşadıkları Osmanlı topraklarında Türk nüfusundan fazla olmadığı açıklanmıştır.

    24 Eylül 1920’de Ermeniler saldırıya geçmiş, Türk Ordusu Misak-ı Milli sınırlarına kadar ilerlemiş ve Kars Zaferi kazanılmıştır.

     

     

    Doğu Cephesi
    Kumandanı Kazım
    Karabekir Paşa

     

    Gümrü Antlaşması (3 Aralık 1920)

     

    Ermeniler’in isteği üzerine Gümrü Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmaya göre:

    1. Kars, Sarıkamış, Iğdır, Kağızman Türk Devleti’ne verilecek.

    2. Doğu sınırı, Aras Nehri ve Çıldır Gölü’ne kadar uzanacak.

    3. Ermenistan Hükümeti, Sevr Barış Antlaşması’nı tanımayacak.

    4. Ermenistan, TBMM’nin aleyhine çalışmayacak.

    5. Türkler’e saldırıda bulunan Ermeniler dışındakiler isterlerse 6 ay içinde Türkiye’ye dönebilecekler.

     

    Önemi:

     

    Ermenistan TBMM’yi tanıyan ilk devlettir.

    Türk Devleti’nin ilk siyasi başarısıdır.

    Türk ordusu ilk başarısını Doğu’da Ermeniler’e karşı kazanmıştır.

    Kurtuluş Savaşı’nda kurtarılan ilk yer Kars’tır.

    Mondros’taki sınırlar ilk kez aşılmıştır.

    Batı ve Güney Cephesi güç kazanmıştır.

    Rusya’nın 5 Aralık 1920’de Ermenistan’ı işgal etmesiyle Gümrü Antlaşması uygulanamamıştır.

     

    b) Gürcistan'la İlişkiler

     

    Gürcistan’la Batum Antlaşması imzalanmıştır (23 Şubat 1921). Buna göre;

    Batum, Artvin, Ardahan Türk Devleti’ne bırakılmıştır.

     

     

    B) GÜNEY CEPHESİ

    a) İtalya İle İlişkiler

               İtalyanlar İzmir’in Yunanistan’a verilmesi nedeniyle kırgındı, bundan dolayı Kuva-yı Milliye’yi desteklemişler ve bölge halkına iyi davranmışlardır. II.İnönü Savaşı’ndan sonra işgal ettikleri yerleri boşaltmışlardır (5 Temmuz 1921).

     

    b) Fransa İle İlişkiler

               Fransızlar Mondros’tan sonra Adana, Osmaniye ve Mersin’i işgal etmiştir. (Ocak 1919).

               Paris Barış Konferansı’nda Suriye, Lübnan, Antep ve Maraş Fransızlar’a bırakılmıştır.

               Antep, Maraş ve Urfa Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve Ermeniler Türkler üzerine kışkırtılmıştır.

               Sivas Kongresi’nde, Güneydoğu’da da Kuva-yı Milliye birlikleri kurulmasına karar verilmiştir.

               Kuva-yı Milliye’nin kurulmasıyla birlikt"e Fransızlar’a karşı mücadele başlamıştır.

                             Fransızlar’la şu savunmalar yapılmıştır:

                         Maraş Savunması : 20 Ocak-11 Şubat 1920

                         Urfa Savunması : 9 Şubat-10 Nisan 1920

                         Antep Savunması : 1 Nisan 1920-9 Şubat 1921

                         Adana Savunması : 21 Ocak 1920-20 Ekim 1921

               Fransızlar’la 30 Mayıs 1920’de ateşkes yapılmıştır.

               Fransa Moskova Antlaşması ile endişeye düşmüş, Eskişehir ve Kütahya Savaşları ile beklemeye geçen Fransa’nın, Sakarya Zaferi ile endişesi sona ermiş ve TBMM ile Ankara Antlaşması’nı imzalanmıştır.

     

    Ankara Antlaşması (20 Ekim 1921)

               İki taraf arasında savaş sona erecek.

               İki ay içinde Türk ordusu belirlenen hattın kuzeyine, Fransızlar ise güneyine çekilecek.

               İki taraf da kendilerine kalan topraklarda genel af ilan edecek.

               Hatay ve İskenderun için özel idare rejimi uygulanacak.

     

    Önemi:

               İlk kez İtilaf Devletleri’nden biri, TBMM ile bir antlaşma yapmıştır

               Fransa TBMM'yi ve Misak-ı Milli'yi tanıyan ilk İtilaf Devleti olmuştur.

               Hatay hariç Suriye sınırımız belli olmuştur. Hatay'da özel bir yönetim kurulmuş ve burada yaşayan Türkler'e geniş haklar tanınmıştır.

               Doğu Cephesi’nden sonra Güney Cephesi de Batı’ya kaydırılmıştır.

               Fransa, özel idare rejimi olmasına rağmen Hatay ve İskenderun’un Türk Devleti’nin bir parçası olduğunu kabul etti.

               İtilaf Devletleri bloğu parçalanmıştır.

               Dünya kamuoyu Millî Mücâdele’nin Türkler’in başarısı ile sonuçlanacağını anlamıştır.

     

    Not 1:  Kurtuluş Savaşı'nda ilk silahlı mücadele Güney Cephesi'nde başlamıştır.

    Not 2:  Güney Cephesi’nde yalnız Kuva-yı Milliye Birlikleri mücadele etmiştir. Düzenli Ordu mücadele etmemiştir.

    Not 3:  TBMM 1973'te Maraş'a "Kahraman", Antep'e "Gazi", 1984'te ise Urfa'ya "Şanlı" ünvanını vermiştir.

     

    C) BATI CEPHESİ

     

    a) Düzenli Ordunun Kurulması

    Yunan işgaline karşılık Ayvalık, Denizli ve Salihli'ye bölgesinde Kuva-yı Milliye Cephesi oluşturulmuştur.

    Kuva-yı Milliye, Kurtuluş Savaşı'nın ilk savunma kuruluşudur.

    Kuva-yı Milliye'yi örgütlemek için Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri yapılmıştır.

    Fransız işgaline karşı Adana, Urfa, Antep ve Maraş civarında da Kuva-yı Milliye kurulmuştur.

    M.Kemal Paşa Sivas Kongresi'nde, Ali Fuat Paşa'yı Batı Cephesi Komutanlığı'na getirilmiştir.

    Ali Fuat Paşa, Gediz Taarruzu'nda başarılı olamamış ve Yunan orduları Dumlupınar'a kadar ilerlemiştir.

    Çerkez Ethem'in baskıları ve Ali Fuat Paşa'nın etkisiz olması nedeniyle Ali Fuat Paşa Moskova Büyükelçiliği'ne atanmıştır. Batı Cephesi ikiye ayrılmıştır.

     

    Albay İsmet Bey Batı Bölümü'ne,

    Albay Refet Bey ise Güney Bölümü'ne atanmıştır.

     

    Yunan taarruzu karşısında Kuva-yı Milliye başarılı olamamıştır

    Ordudan firarlar başlamış, İstiklal Mahkemeleri’nin çalışmaları ile firarlar sona erdirilmiştir.

    Düzenli ordunun kurulması ile Kuva-yı Milliye tamamen ortadan kaldırılmıştır (8 Ekim 1920).

    Düzenli orduya geçildiği sırada bazı Kuva-yı Milliyeciler isyan etmiştir (Çerkez Ethem ve Demirci Efe).

    Demirci Mehmet Efe İsyanı I.İnönü Savaşı'ndan önce, Çerkez Ethem İsyanı ise I.İnönü Savaşı'ndan sonra bastırılmıştır.

     

    b) I.İnönü Savaşı (6-10 Ocak 1921)

    Nedenleri:

             Yunanistan'ın; taarruzu devam ettirerek İngiliz Hükümeti’nden yardım sağlamayı,

             Çerkez Ethem Ayaklanması'ndan faydalanmayı,

             Eskişehir'i alarak demiryollarının önemli noktalarını kontrol altına almayı,

             Sevr Barış Anlaşması'nı TBMM'ye kabul ettirmeyi istemesi.

     

    Gelişimi:

             Yunanlar, Çerkez Ethem'in isyanından faydalanarak Eskişehir'e ilerlemeye başlamıştır.

             İsmet Bey, ordusunu Çerkez Ethem'in karşısından çekerek Yunanlar'la çarpışmaya başlamıştır.

             Yunanistan geri çekilmek zorunda kalmıştır.

     
     

    İsmet İnönü

     

    Sonuçları:

             Düzenli Ordu’nun ilk zaferidir.

             Halkın Düzenli Ordu’ya güveni artmıştır.

             Milletin zafere olan inancı güç kazanmıştır.

             İsmet Paşa generalliğe yükselmiştir.

             Çerkez Ethem İsyanı bastırılmıştır.

             Zafer sonrası Afganistan Hükümeti ile Dostluk ve Yardımlaşma, Rusya ile de Moskova Antlaşması imzalanmıştır.

             İlk anayasa olan Teşkilât-ı Esâsiye kabul edilmiştir (20 Ocak 1921).

             İstiklâl Marşı kabul edilmiştir (12 Mart 1921).

             İtilaf Devletleri yenilgi karşısında, durumu görüşmek üzere Londra'da bir konferans düzenlemişlerdir.

     

     Londra Konferansı (23 Şubat-12 Mart 1921)

    Nedenleri:      

    1.İngilizler'in, Rusya’nın TBMM ile Moskova’daki görüşmelerinden rahatsız olmaları.

    2.İngilizler'in Musul ve Kerkük'te direnişle karşılaşması.

    3.İngilizler'e karşı Revandiz'de ayaklanma çıkması.

    4.I.İnönü Savaşı sonucunun İtilaf Devletleri arasında görüş ayrılığına neden olması.

    5.Fransızlar'ın Güney Doğu Anadolu'da büyük bir direnişle karşılaşması.

    6.İtalyanlar'ın işgal planlarından memnun olmaması

     

    Gelişimi:

             İtilaf Devletleri İstanbul Hükümeti'ni konferansa davet etmiştir.

             M.Kemal veya onun gönderdiği birinin İstanbul Hükümeti’nin yanında gelmesini istemişlerdir.

             İtilaf Devletleri Bu hareketleriyle, TBMM'yi tanımadıklarını göstermişlerdir.

             İstanbul ve Ankara anlaşamadıklarından Londra Konferansı'na iki ayrı delege göndermişlerdir:

             İstanbul Hükümeti adına Sadrazam Tevfik Paşa,

             Ankara Hükümeti adına Bekir Sami Bey Londra'ya gönderilmiştir.

             Londra Konferansı; İstanbul Hükümeti, TBMM Hükümeti, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan arasında gerçekleşmiştir.

             İstanbul Hükümeti'ni temsil eden Tevfik Paşa, söz hakkını TBMM temsilcisine bırakmıştır.

     

    İtilaf Devletleri şunları teklif etmiştir:

             İzmir Türk Devleti’ne iade edilecek, ancak şehirde Yunan güçleri bulunacak.

             İzmir'in valisi Hristiyan olacak ve Milletler Cemiyeti tarafından tayin edilecek.

             Doğu Trakya Yunanlar'a kalacak.

             Doğu Anadolu'da Ermenistan kurulacak.

             Ordunun sayısı arttırılacak, fakat kapitülasyonlar devam edecek.

     

    Sonuçları:           

    1.İtilaf Devletleri TBMM'yi hukuken tanımıştır.

    2.Avrupa'da “Türkler barışa yanaşmıyorlar” türünde çıkan propagandalara engel olunmuştur.

    3.Sevr Barış Antlaşması'ndaki bazı maddeler tartışma konusu olmuştur.

    4.Konferans sonunda TBMM temsilcisi İngiltere, Fransa, İtalya ile ikili anlaşmalar yapmıştır.

    5.Konferansın başarısız olması nedeniyle Yunan saldırısı yeniden başlamış, II.İnönü Savaşı gerçekleşmiştir.

     

    TBMM-Afganistan Dostluk ve Yardımlaşma Antlaşması

    (1 Mart 1921)

             Afganistan ile TBMM arasında imzalanmıştır. Antlaşmaya göre:

             TBMM Afganistan’ın bağımsızlığını tanıyacak.

             İki taraf da birine saldırı yapıldığında kendine saldırı yapılmış sayacak.

             TBMM, Afganistan’a subay ve öğretmen gönderecek.

    Önemi :

             İlk kez bir İslam devleti TBMM'yi tanımıştır.

     

    Moskova Antlaşması (16 Mart 1921)

             Rusya'da 1917 Bolşevik İhtilali çıkmıştır.

             Rusya, imzaladığı Brest-Litowsk Antlaşması ile I.Dünya Savaşı'ndan çekilmiş ve gizli antlaşmaları açıklamıştır.

             İtilaf Devletleri Rusya'ya karşı birlik olmuştur.

             TBMM ile Rusya birbirine yakınlaşmıştır

     

             Antlaşmaya göre:

             Sovyet Rusya, Misâk-ı Millî'yi tanıyacak.

             İki taraftan birinin tanımadığı devletlerarası bir anlaşmayı diğeri de tanımayacak.

             Sovyet Rusya, kapitülasyonların kaldırıldığını kabul edecek.

             Batum, Gürcistan'a iade edilecek.

             İki ülkenin ekonomisini geliştirmek için yeni iktisadî anlaşmalar yapılacak.

             Karadeniz'e kıyısı olan devletler ile Boğazlar'ın ticaret gemilerine açık kalması için konferans düzenlenecek.

     

    Önemi:

             Sovyet Rusya, Misâk-ı Millî'yi ve TBMM’yi tanıyan ilk Avrupa devleti olmuştur.

             İlk kez büyük bir devlet TBMM'yi tanımıştır.

             Sovyet Rusya, Sevr Barış Anlaşması'nı tanımadığını açıklamıştır.

             Yeni Türk Devleti'nin diplomasi sahasında kazandığı büyük bir zaferdir.

             Her iki ülke de kendilerinden önce imzalanan antlaşmaları geçersiz saymıştır.

             Batum Gürcistan'a, Kars ve çevresi de Türk Devleti'ne ait olmuştur.

             Doğu sınırımız büyük ölçüde belirlenmiş ve doğu sınırının güvenliği sağlanmıştır.

             Sakarya Savaşı’ndan sonra Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması imzalanmış ve doğu sınırı kesinlik kazanmıştır (13 Ekim 1921).

     

    Not : Batum, Misâk-ı Millî'den verilen ilk tavizdir.

     

    c) II.İnönü Savaşı (23-31 Mart 1921)

     

    Nedenleri:

    Londra Konferansı tekliflerinin TBMM tarafından kabul edilmemesi.

    İngilizler'in Yunanlar'ı kışkırtması.

    Sevr Barış Antlaşması'nın TBMM'ye kabul ettirilmek istenmesi.

    Yunanlar'ın düzenli ordunun teşkilatlanmasına fırsat vermeden Ankara üzerine yürüyerek TBMM'yi dağıtmak istemesi.

     

    Gelişimi:

    Yunan ordusu İnönü mevkiinde durdurulmuştur.

    Türk ordusu Aslıhan ve Dumlupınar'da çarpışmış, birliklerin aşırı yorulması ve fazla kayıp verilmesi ile istenilen sonuç tam olarak alınamamıştır.

    Bu durum Türk ordusunun tam olarak taarruz gücüne ulaşamadığını göstermiştir.

     
     

    İsmet İnönü

     

    Sonuçları:

    Düşman oyalanmış ve Kurtuluş Savaşı için zaman kazanılmıştır

    Yunanlar Türk ordusunun gücünü kabul etmiştir.

    Halkın TBMM'ye olan güveni artmıştır.

    İtilaf Devletleri'nin İstanbul'daki yüksek komiserleri TBMM ile Yunanistan arasında taraf olmadıklarını açıklamışlardır.

    İtalyanlar, işgal ettikleri toprakları boşaltmışlardır (5 Temmuz 1921).

    M.Kemal, zafer sonunda İsmet Paşa'ya; "Siz yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de (ters alınyazısını da) yendiniz" diye telgraf çekmiştir.

     

    d) Eskişehir Ve Kütahya Savaşları

    (10-24 Temmuz 1921)

     

    Nedeni :

             Yunanistan'ın, II.İnönü Savaşı'nın yorgunluğu içinde olan Türk ordusunun toparlanmasına fırsat vermeden saldırıya geçmesi.

             Yunanistan'ın, II.İnönü Savaşı'nın yorgunluğu içinde olan Türk ordusunun toparlanmasına fırsat vermeden saldırıya geçmesi.

     

    Gelişimi:

             Yunanistan İnönü'den Afyon'a kadar geniş bir saha üzerinde saldırıya geçmiştir.

             M.Kemal, İsmet Paşa'ya, Sakarya Nehri'nin doğusuna çekilmesini söylemiştir.

             Afyon, Eskişehir ve Kütahya Yunanlar'ın eline geçmiştir.

     

    Sonuçları :

             TBMM'de bazı kişiler başarısızlığın suçunu M.Kemal'e yüklemek istemiştir.

             M.Kemal başarılı olabilmek için olağanüstü yetkiler istemiştir.

     

    Önemi :

             Kurtuluş Savaşı’nda kaybedilen ilk ve tek savaş Eskişehir-Kütahya Savaşı’dır.

     

    M.Kemal'e Başkomutanlık Yetkisinin Verilmesi :

             TBMM, M.Kemal’e üç ay süreyle Başkomutanlık yetkisini veren kanunu kabul etmiştir (5 Ağustos 1921).

             Böylece:

             M.Kemal, yasama ve yürütme yetkisini doğrudan kullanmaya başlamıştır.

             M.Kemal, İstiklal Mahkemeleri'nin de kendisine bağlanmasıyla yargı gücünü de kullanmıştır.

             Erzurum Kongresi'nde askerlik görevinden istifa eden M.Kemal, milli irade ile başkomutan olmuştur.

                20 Temmuz 1922'de Başkomutanlık Kanunu sınırsız uzatılmış, M.Kemal'in cumhurbaşkanı seçilmesine kadar kanun, geçerliliğini sürdürdü.

    Tekâlif-i Milliye Emirleri

    (7-8 Ağustos 1921)

             Ordunun ihtiyacını karşılamak ve Sakarya Savaşı'na hazırlanmak için M.Kemal, Tekalif-i Milliye Emirleri'ni yayınlanmıştır.

             1. Her ilçede bir tane Tekalif-i Milliye Komisyonu kurulacak.

             2. Halk, elindeki silah ve cephaneyi 3 gün içinde orduya teslim edecek.

             3. Her aile bir askeri giydirecek.

             4. Yiyecek ve giyecek maddelerinin %40'ına el konacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.

             5. Ticaret adamlarının elindeki her türlü giyim eşyasının %40'ına el konacak ve bunların karşılığı daha sonra geri ödenecek.

             6. Her türlü makineli aracın %40'ına el konacak.

             7. Halkın elindeki binek hayvanlarının ve taşıt araçlarının %20'sine el konacak.

             8. Sahipsiz bütün mallara el konacak.

             9. Tüm demirci, dökümcü, nalbant, terzi ve marangoz gibi iş sahipleri ordunun emrinde çalışacak.

             10. Halkın elindeki araçlar aylık 100 km. askeri ulaşım yapacaklar.

    Not : Çıkacak problemleri gidermek için beş ayrı yerde İstiklâl Mahkemeleri işleve sokulmuştur.

     

    e) Sakarya Meydan Savaşı

    (23 Ağustos-12 Eylül 1921)

    Yunan ordusu Sakarya Nehri’ni geçmiştir (22 Ağustos 1921).

    Türk ordusu savaşın başında geri çekilme taktiğini uygulamıştır.

    Yunan ordusu Ankara’ya 50 km. (Polatlı) yaklaşmıştır.

    M.Kemal; “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün bir vatandır”, demiştir.

    22 gün (gece ve gündüz) süren savaş Türk ordusunun zaferi ile sonuçlanmıştır (13 Eylül 1921).

     

    TBMM'NİN AÇILMASI (23 Nisan 1920)

     

                 İtilaf Devletleri'nin İstanbul'u işgal etmesi ve Mebusan Meclisi'nin kapatılması üzerine M.Kemal, bir genelge yayınlayarak Ankara'da olağanüstü yetkilere sahip bir meclisin toplanacağını bildirmiştir.

                 Genelgede seçim yapılarak her sancaktan 5 delegenin 15 gün içinde Ankara'ya gelmesini istemiştir.

                 Olağanüstü Yetkilere Sahip Meclis 23 Nisan 1920'de açılmıştır.

                          

    Meclis üç gruptan oluşmuştur:

                           1. Seçimle belirlenenler,

                           2. Kapatılan Mebusan Meclisi'nden gelenler,

                           3. Sürgünden dönen 14 milletvekili.

     

     

    Not :      Meclis 120 milletvekili ile toplanmıştır. Milletvekili sayısı zamanla 390'a çıkmıştır. Üyeler çok çeşitli mesleklerden oluşmuştur.

     

    Mustafa Kemal'in Önergesi (24 Nisan 1920):

     

                 1. Hükümet kurmak gereklidir.

                 2. Geçici kaydıyla bir hükümet reisi tanımak veya padişah vekili atamak doğru değildir.

                 3. TBMM'nin üstünde güç yoktur.

                 4. TBMM, yasama ve yürütme yetkisine sahiptir.

                 5. Meclisten ayrılacak bir kurul meclise vekil olarak hükümet işlerini görür.

                 6. Meclis başkanı, hükümetin de başkanıdır.

                 7. Padişah ve halifenin durumu, bulunduğu baskıdan kurtulduktan sonra Meclis tarafından görüşülecek ve durumları belirlenecektir.

     

    Önemi:

                 TBMM'nin açılması ile yeni Türk Devleti kurulmuştur.

                 "Geçici bir hükümet reisi tanımak doğru değildir" denerek meclisin bağımsızlığı ve devamlılığı belirtilmiştir (2.madde).

                 TBMM'nin üstünde güç olmadığı belirtilerek İstanbul Hükümeti yok sayılmıştır (3.madde).

                 İlk TBMM'de "güçler birliği ilkesi" ve "Meclis Hükümeti Sistemi" kabul edilmiştir (4.madde).

                 Bu önerge 20 Ocak 1921 Anayasası kabul edilinceye kadar Meclisin çalışma esaslarını belirlemiştir.

                 "Türkiye Büyük Millet Meclisi" adının kullanılması; kurulan yeni devletin milliyetçi düşünceler taşıdığını ve Türk milletine dayandığını ortaya koymaktadır.

     
      TBMM 23 Nisan 1920'de
    MUSTAFA KEMAL'in konuşması ile açıldı.

     

    I.TBMM'nin Özellikleri

     

                 TBMM'nin açılması ile Temsil Kurulu sona ermiştir.

                 TBMM, Meclis Hükümeti Sistemi ile çalışmıştır.

                 TBMM, kurucu meclistir. Ancak ulusal birliğin dağılmaması için "Olağanüstü Yetkilere Sahip Meclis" adı kullanılmıştır.

                 "Milli Egemenlik" ilkesi gerçekleşmiştir.

                 İlk meclis, çok farklı görüş ve mesleğe sahip kişilerden oluşmuştur. Bu kadar farklı görüşe sahip insanları bir arada tutan düşünce "yurdun bağımsızlığını" kurtarma düşüncesidir.

                 TBMM, Kurtuluş Savaşı'nın kazanılmasını sağlamıştır. Zor koşullar altında yıpranan meclisin 1 Nisan 1923'te yenilenme kararı alınmış, 11 Ağustos 1923 tarihinde II.TBMM açılmıştır.

     

    I.TBMM’nin Gerçekleştirdiği Çalışmalar

     

                 TBMM açılmıştır (23 Nisan 1920).

                 Hıyanet-i vataniye Kanunu çıkarılmıştır (29 Nisan 1920).

                 İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur (11 Eylül 1920).

                 TBMM ilk anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye’yi kabul etmiştir (20 Ocak 1921).

                 İstiklal Marşı kabul edilmiştir (12 Mart 1921).

                 Saltanat kaldırılmıştır (1 Kasım 1922).

                 İzmir İktisat Kongresi toplanmış ve Misak-ı İktisadi kabul edilmiştir (18 Şubat-4 Mart 1923).

                 Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır (24 Temmuz 1923).

     
      Aynı gün yapılan seçimde TBMM
    Başkanı oldu

     

    Teşkilat-ı Esasiye (1921 Anayasası - 20 Ocak 1921)

     

                 Yunan ilerleyişi devam ettiğinden bir anayasa çıkarılması zorlaşmıştır.

                 I.İnönü Savaşı'nın kazanılması üzerine M.Kemal bir önerge yayınlamıştır (13 Eylül 1920).

                 Teşkilat-ı Esasiye adındaki bu önerge Türk Devleti'nin ilk anayasası olmuştur (20 Ocak 1921).

                 23 esas ve bir ek maddeden oluşmuştur.

                 Kanun-i Esasi’nin Teşkilat-ı Esasiye ile çelişmeyen bölümleri yürürlükte kalmıştır.

                 Türkiye Devleti’nin ilk anayasasıdır.

     

    1921 Anayasası'nın Maddeleri

     

                 1. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.

                 2. Kanun yapmak (yasama) ve yürütme yetkisini kullanmak milletin tek ve gerçek temsilcisi olan TBMM'ye aittir.

                 3. Türkiye Devleti TBMM tarafından yönetilir ve hükümet "TBMM Hükümeti" adını alır.

                 4. TBMM, iller halkınca seçilen üyelerden oluşur.

                 5. TBMM'de seçim iki yılda bir yapılır.

                 6. TBMM, hükümeti seçtiği vekillerle (bakanlarla) yönetilir.

                 7. Şer’i hükümlerin uygulanması TBMM’ye aittir.

                 8. Meclis başkanı hükümetin de başkanıdır.

     

    Önemi:

                 Yeni Türk Devleti'nin kuruluşunun siyasi ve hukuki belgesidir.

                 Güçler Birliği İlkesi kabul edilmiştir.

                 Türk tarihinde ilk kez egemenlik ulusa verilmiştir.

                 Meclis içinde İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve yargı gücü de kullanılmıştır.

                 Ulusal birliğin bozulmaması için devletin rejimi belirtilmemiştir.

                 TBMM, yaptığı anayasa ile Kurucu Meclis özelliğini göstermiştir.

                 Meclis Hükümeti sistemi kabul edilmiştir.

                 Şer'i hükümlerin TBMM tarafından yerine getirilmesi kabul edildiğinden 1921 Anayasası laik bir anayasa değildir.

                 1921 Anayasası, 1924 Anayasası'nın ilanına kadar yürürlükte kalmıştır.

     

    1921 Anayasası’nda Yapılan Değişiklikler

     

                 Devletin rejiminin cumhuriyet olduğu belirtilmiştir (1923).

                 Cumhuriyetin ilanı ile Meclis Hükümeti Sistemi sona ermiş Kabine Sistemi’ne geçilmiştir.

    TBMM'YE KARŞI ÇIKAN AYAKLANMALAR

     

    Nedenleri:

              İstanbul Hükümeti'nin TBMM aleyhine yayınladığı fetva.

              M.Kemal ve arkadaşlarının gıyabî olarak idam istemiyle yargılanmaları.

              İstanbul Hükümeti'nin Anadolu üzerinde otorite kurmak istemesi.

              İstanbul Hükümeti'nin Milli Mücadele'yi İttihatçı ve Bolşevik olarak nitelendirmesi.

              İtilaf Devletleri'nin Milli Mücadele'nin Padişah ve Halifeye karşı yapıldığı şeklindeki propagandaları.

              İngilizler'in boğazların iki tarafında da tampon bölge oluşturmak istemeleri.

              Asker kaçaklarının otorite boşluğundan yararlanmak istemeleri.

              Bazı kişilerin manda ve himaye istemesi.

              Azınlıkların işgallerden yararlanarak bağımsız devlet kurma çabaları.

              Kuva-yı Milliye birliklerinin disiplinsiz hareketleri.

              Bazı Kuva-yı Milliye birliklerinin Düzenli Ordu'ya katılmak istememeleri.

     

    A)İstanbul Hükümeti'nin Neden Olduğu Ayaklanmalar

    1) Anzavur Ayaklanması

              Jandarma emeklisi Binbaşı Ahmet Anzavur tarafından çıkarılmıştır.

              Balıkesir, Biga, Gönen, Manyas ve Susurluk çevresinde yayılmıştır.

              Ayaklanmayı Çerkez Ethem bastırmıştır.

    2) Kuva-yı İnzibatiye (Halifelik Ordusu) Ayaklanması

              Kuva-yı Milliye'ye karşı İngilizler'in yardımları ile kurulmuştur.

              İzmit ve Geyve çevresinde etkili olmuştur.

              Ayaklanma Ali Fuat Paşa tarafından bastırılmıştır.

              Kuva-yı İnzibatiye birliklerinin bir kısmı Kuva-yı Milliye'ye katılmıştır.

     

    B)İstanbul Hükümeti ve İşgalci Devletlerin Kışkırtmaları İle Çıkarılan Ayaklanmalar Ayaklanmalar

     

    1) Bolu, Düzce, Hendek ve Adapazarı Ayaklanmaları

              Boğazların kontrolünü sağlamak için İngilizler'in desteği ile çıkarılmıştır.

              Ayaklanma, Çerkez Ethem’in yardımları ile Ali Fuat Paşa ve Refet Bey tarafından bastırılmıştır.

    2) Yozgat Yenihan Ayaklanması

              Osmanlı Hanedanı'na bağlı ayanlardan olan Çapanoğulları Yozgat'ta, Aynacıoğulları ise Zile'de ayaklanmışlardır.

              Çerkez Ethem ayaklanmayı bastırmaya çalışmış, ancak Yunan ilerleyişi başladığından Batı Cephesi'ne geri çağrılmıştır.

              Yıl sonunda ayaklanma merkezden gönderilen güçler tarafından bastırılmıştır.

    3) Afyon Ayaklanması

              Yunanlar'ın kışkırtması sonucu Çopur Musa Afyon'da "Din elden gidiyor" diyerek ayaklanmıştır.

              Kuva-yı Milliye güçleri ayaklanmayı bastırmıştır.

    4) Konya Ayaklanması

              Delibaş Mehmet, hükümet binasını basmış ve binaya el koymuştur.

              Milli güçler tarafından ayaklanma bastırılmıştır (22 Kasım 1920).

    5) Milli Aşiret Ayaklanması

              Urfa Viranşehir'de Fransızlar'ın kışkırtmaları sonucu ayaklanmışlardır.

              Ayaklanma Kuva-yı Milliye tarafından bastırılmıştır.

    6) Ali Batı Ayaklanması : Midyat ve Nusaybin çevresinde çıkmıştır.

    7) Şeyh Eşref Ayaklanması : Bayburt'ta çıkmıştır.

    8) Koçkiri Ayaklanması : Erzincan, Zara ve Koçkiri çevresinde çıkmıştır.

    9) Cemil Çeto Ayaklanması : Garzan ve çevresinde çıkmıştır.

     

    C)Azınlıkların Çıkardığı Ayaklanmalar

     

    1) Rum Ayaklanmaları

              Rumlar, Trabzon'da Pontus Rum Devleti'ni kurma düşüncesiyle ayaklanmışlardır.

              İngilizler tarafından desteklenmiştir.

              Kurtuluş Savaşı boyunca en uzun süren ayaklanma, Pontus Rum ayaklanmasıdır.

              Ayaklanma Şubat 1923'te bastırılabilmiştir.

    2) Ermeni Ayaklanmaları

              Fransızlar'ın desteği ile Ermeni İntikam Alayı Adana ve çevresinde katliamlar yapmıştır.

              Ayaklanma Güneydoğu Anadolu'ya yayılmıştır.

              Milli Mücadele'nin kazanılması ile ayaklanmalar bastırılmıştır.

     

    D)Kuva-yı Milliye Taraftarı Olup Sonradan Ayaklananlar

     

    1) Demirci Mehmet Efe Ayaklanması

              Denizli, Burdur, Dinar ve Çal çevresinde çıkmıştır.

              Ayaklanmayı I.İnönü savaşından önce Refet Bey bastırmıştır (30 Aralık 1920).

    2) Çerkez Ethem Ayaklanması

              Kütahya, Gediz ve Demirci çevresinde çıkmıştır.

              Çerkez Ethem, I.İnönü Savaşı sırasında Düzenli Ordu'ya saldırmıştır.

              I.İnönü Savaşı'ndan sonra ayaklanma bastırılmıştır (24 Ocak 1921).

              Çerkez Ethem ve arkadaşları Yunanlar'a sığınmıştır.

     

    TBMM'NİN AYAKLANMALARA KARŞI ALDIĞI ÖNLEMLER

              Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarılmıştır (29 Nisan 1920).

              İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur (11 Eylül 1920).

              İstanbul Hükümeti ile tüm ilişkiler kesilmiş, İstanbul'dan gelen evraklar geri gönderilmiş, İstanbul Hükümeti'nin yaptığı her türlü iş yok sayılmıştır.

              Düzenli Ordu kurularak Kuva-yı Milliye birlikleri kaldırılmıştır.

              İstanbul Hükümeti'nin çıkardığı fetvaya karşılık, Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi tarafından karşı fetva yazılarak Milli Mücadele'nin haklılığı halka duyurulmuştur.

     

    Ayaklanmaların Sonuçları:

     

              Kurtuluş Savaşı uzamıştır.

              Milli Mücadele'nin kazanılması gecikmiştir.

              Yunanlar, Anadolu'da ilerleme fırsatı bulmuştur.

              Boş yere kardeş kanı dökülmüştür.

              TBMM gücünü, ayaklanmaları bastırmak için kullanmıştır.

              TBMM, tüm ayaklanmaları bastırarak Anadolu'da otoriteye hakim olmuştur.

     

    Not :   Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve Şeyh Said İsyanı olayıyla ilgili çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu, amaç bakımından birbirine benzer.

     

    İSTİKLÂL MAHKEMELERİ (11 Eylül 1920)

     

    Kuruluş Nedeni:

    TBMM'ye karşı ayaklanmaların çıkması.     

    Anadolu'da eşkıyaların çoğalması ve iç güvenliği tehdit etmeleri.                                     

    Kuva-yı Milliye birliklerinin düzensiz hareket etmeleri.     

    Askerden firar edenlerin artması.                                                                                        

    TBMM'nin tüm yurtta otoriteyi eline almak istemesi.

     

              Hıyânet-i Vataniye Kanunu kabul edilmiştir (29 Nisan 1920).

              İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştur (11 Eylül 1920).

     

    İstiklâl Mahkemeleri'nin Özellikleri:

              Mahkeme kararlarında temyiz hakkı yoktur.

              Mahkeme üyeleri TBMM üyeleri arasından seçilmiştir.

     

    İstiklâl Mahkemeleri'nin Yararları:

              Asker kaçakları orduya geri dönmüştür.

              Ayaklanmalar bastırılmıştır.

              İç güvenlik sağlanmıştır.

              Devlet organları işlemeye başlamıştır.

              Vergi ve asker alımları kolaylaşmıştır.

     

    Not 1: İstiklal Mahkemeleri ilk kez TBMM'ye karşı ayaklanmalar sırasında kurulmuştur.

    Not 2: Tekalif-i Milliye Emirleri'ne karşı çıkmalar başlayınca İstiklal Mahkemeleri yeniden devreye girmiştir.

    Not 3: Şeyh Said İsyanı sırasında İstiklal Mahkemeleri yine işlevini yerine getirmiştir.

    SEVR BARIŞ ANTLAŞMASI (10 Ağustos 1920)

                 Antlaşmanın metni İtilaf Devletleri tarafından Paris Barış Konferansı'nda hazırlanmıştır (18 Ocak 1919).

                 Yunanlar İngilizler'in desteği ile kısa sürede Balıkesir, Nazilli, Karamürsel, Mudanya'yı ele geçirmiş ve Bursa-Uşak çizgisinin doğusuna kadar ilerlemişlerdir.

                 Yunanlar bundan cesaret alarak Doğu Trakya'da da ilerlemişler ve İstanbul'a yaklaşmışlardır.

                 Başkenti bile kaybetme korkusuna kapılan Osmanlı, ümitsizlik içerisinde Sevr Antlaşması'nı imzalamıştır.

                 Mebusan Meclisi dağıtıldığından dolayı antlaşmayı Dar-ı Şura-yı Saltanat imzalamıştır.

     
     

    Damat Ferit Paşa Sevr
    Anlaşması için gittiği
    Paris'te

    A) Sevr Antlaşması'nda Sınırlar

                 Yunanistan'a; Trakya ve Batı Anadolu

                 Fransa'ya; Sivas, Malatya, Adana, Urfa, Antep, Maraş ve Suriye

                 İngiltere'ye; Musul dahil Irak ve Arabistan

                 İtalya'ya; Güneybatı Anadolu verilecek.

                 Osmanlı'ya; Giresun, Ordu, Samsun, Tokat, Amasya, Sinop Çorum, Kayseri'nin doğusu, Çankırı, Ankara, Eskişehir, Bolu, Zonguldak ve Bilecik Osmanlı Devleti'nde kalacak.

                 Adalar'dan: İtalya'ya; Rodos ve Oniki Ada,

                 Yunanistan'a; Diğer adalar bırakılacak.

                 Doğu Anadolu'da: Bir Ermeni Devleti, bir de Kürt Devleti kurulacak.

     

    B) Siyasi Hükümler

                 Boğazlar ve İstanbul: İstanbul, Osmanlı Devleti'nin başkenti olacak. Osmanlı, azınlıkların haklarını koruyamazsa İstanbul Osmanlı'nın elinden alınacak.

                 Boğazlar, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak.

                 Boğazlar, Boğazlar Komisyonu tarafından yönetilecek, komisyonun ayrı bir bayrağı ve bütçesi olacak.

                 Azınlıklar: Azınlıklara her milletten ve Türkler'den fazla hak verilecek.

    C) Askeri Hükümler

                 Mecburi askerlik kaldırılacak.

                 Asker sayısı 50,700'ü geçmeyecek.

                 Orduda ağır silah bulunmayacak.

                 Deniz gücü 13 küçük gemiyi geçmeyecek.

    D) Ekonomik Hükümler

                 Osmanlı Maliyesi, İtilaf Devletleri'nin kontrolünde bulunacak.

                 Bütçeyi İngiliz, Fransız, İtalyan ve Türkler'den oluşan bir komisyon belirleyecek. Osmanlı üyeleri bu komisyonda yalnızca danışman olarak bulunacak.

                 Osmanlı Devleti savaş tazminatı ödeyecek.

                 Kapitülasyonlar yeniden yürürlüğe girecek ve bütün devletler yararlanacak.

     
     

    Sevr Görüşmelerini yapan
    Damat Ferit Paşa ve Osmanlı
    Heyeti

     

    Sevr Antlaşması'nın Önemi:

                 Sevr Antlaşması ile Osmanlı yok sayılmıştır.

                 Osmanlı Devleti Sevr ile başka devletlerin yönetimine bırakılmıştır.

                 Galip Devletler Osmanlı'yı aralarında paylaşmışlardır.

                 Azınlıklara geniş haklar verilmiş, Türkler'in kendi vatanındaki hakları kısıtlanmıştır.

                 Mebusan Meclisi dağıtıldığından antlaşma onaylanmamış ve uygulanamamıştır. Bu yönüyle Sevr, 1878 Yeşilköy (Ayastefanos) Antlaşması'na benzer.

                 Yunanlar antlaşmayı onaylatmak için Batı Anadolu'da ve Trakya'da ilerleyişe geçmişlerdir.

                 İngilizler Bandırma ve Mudanya'ya asker çıkarmıştır.

                 Sevr'in imzalanması, milletin Milli Mücadele'ye olan inancını arttırmıştır.

     
     

    Damat Ferit Paşa Sevr
    Anlaşması'nı imzalarken

    Not :     TBMM, Sevr'i imzalayanları vatan haini ilan etmiştir. TBMM Sevr'in yerine Lozan Barış Antlaşması'nı imzalamıştır.

    ATATÜRK’ÜN NİŞAN, MADALYA VE TAKDİRNAMELERİ

    GENÇLİĞE HİTABE

    EY TÜRK GENÇLİĞİ!

    BİRİNCİ VAZİFEN, TÜRK İSTİKLÂLİNİ, TÜRK CUMHURİYETİ'Nİ, İLELEBET, MUHAFAZA VE MÜDAFAA ETMEKTİR.

    MEVCUDİYETİNİN VE İSTİKBALİNİN YEGÂNE TEMELİ BUDUR. BU TEMEL SENİN, EN KIYMETLİ HAZİNENDİR. İSTİKBALDE DAHİ, SENİ, BU HAZİNEDEN, MAHRUM ETMEK İSTEYECEK, DAHİLî VE HARİCî, BEDBAHLARIN OLACAKTIR. BİR GÜN, İSTİKLÂL VE CUMHURİYETİ MÜDAFAA MECBURİYETİNE DÜŞERSEN, VAZİFEYE ATILMAK İÇİN, İÇİNDE BULUNACAĞIN VAZİYETİN İMKÂN VE ŞERAİTİNİ DÜŞÜNMEYECEKSİN! BU İMKÂN VE ŞERAİT, ÇOK NÂMÜSAİT BİR MAHİYETTE TEZAHÜR EDEBİLİR.

     

     İSTİKBAL VE CUMHURİYETİNE KASTEDECEK DÜŞMANLAR, BÜTÜN DÜNYADA EMSALİ GÖRÜLMEMİŞ BİR GALİBİYETİN MÜMESSİLİ OLABİLİRLER. CEBREN VE HİLE İLE AZİZ VATANIN, BÜTÜN KALELERİ ZAPTEDİLMİŞ, BÜTÜN TERSANELERİNE GİRİLMİŞ, BÜTÜN ORDULARI DAĞITILMIŞ VE MEMLEKETİN HER KÖŞESİ BİLFİİL İŞGAL EDİLMİŞ OLABİLİR. BÜTÜN BU ŞERAİTTEN DAHA ELîM VE DAHA VAHİM OLMAK ÜZERE, MEMLEKETİN DAHİLİNDE, İKTİDARA SAHİP OLANLAR GAFLET VE DALÂLET VE HATTA HIYANET İÇİNDE BULUNABİLİRLER. HATTÂ BU İKTİDAR SAHİPLERİ ŞAHSî MENFAATLERİNİ, MÜSTEVLİLERİN SİYASî EMELLERİYLE TEVHİD EDEBİLİRLER. MİLLET, FAKR U ZARURET İÇİNDE HARAP VE BîTAP DÜŞMÜŞ OLABİLİR.

    EY TÜRK İSTİKBALİNİN EVLÂDI! İŞTE, BU AHVAL VE ŞERAİT İÇİNDE DAHİ, VAZİFEN; TÜRK İSTİKLÂL VE CUMHURİYETİNİ KURTARMAKTIR!

    MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET, DAMARLARINDAKİ ASİL KANDA, MEVCUTTUR!
     

    Mustafa Kemal ATATÜRK

    ATATÜRK'ÜN SON YILLARI VE ÖLÜMÜ

            Atatürk'ün ilk hastalık belirtisi 1937 yılında ortaya çıktı. 1938 yılı başlarında Yalova'da bulunduğu sırada, ciddî olarak hastalandı. Buradaki tedavi olumlu sonuç verdi. Fakat tamamen iyileşmeden Ankara'ya yaptığı yorucu yolculuk, hastalığının artmasına sebep oldu.

            Bu tarihlerde Hatay sorununun gündemde olması da onu yormaktaydı. Hasta olmasına rağmen, Mersin ve Adana'ya geziye çıktı. Kızgın güneş altında askerî birliklerimizi teftiş edip tatbikat yaptıran Atatürk, çok yorgun düştü. Ülkü edindiği millî dava uğruna kendi sağlığını hiçe saydı. Güney seyahati hastalığının artmasına sebep oldu. 26 Mayıs'ta Ankara'ya döndükten sonra tedavi ve istirahat için İstanbul'a gitti. Doktorlar tarafından, siroz hastalığı teşhisi kondu. Deniz havası iyi geldiği için, Savarona Yatı'nda bir süre dinlendi. Bu durumda bile ülke sorunlarıyla ilgilenmeye devam etti. İstanbul'a gelen Romanya kralı ile görüştü. Bakanlar Kurulu toplantısına başkanlık etti. 4 Temmuz 1938'de Hatay Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi Atatürk'ü çok sevindirip moralini düzeltti.

            Temmuz sonlarına kadar Savarona'da kalan Atatürk'ün hastalığı ağırlaşınca Dolmabahçe Sarayı'na nakledildi. Fakat hastalığı durmadan ilerliyordu. O'nun hastalığını duyan Türk halkı, sağlığıyla ilgili haberleri heyecanla takip ediyor, bütün kalbiyle iyileşmesini diliyordu. Hastalığının ciddiyetini kavrayarak 5 Eylül 1938'de vasiyetini yazıp servetinin büyük bir kısmını Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarına bağışladı.

            Ekim ayı ortalarında durumu düzelir gibi oldu. Fakat, çok arzuladığı hâlde, Ankara'ya gelip cumhuriyetin on beşinci yıl dönümü törenlerine katılamadı. 29 Ekim 1938'de kahraman Türk Ordusu'na yolladığı mesaj, Başbakan Celâl Bayar tarafından okundu. "Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferlerle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk ordusu!" sözü ile Türk Ordusu'nun önemini belirtmiştir. Yine aynı mesajda "Türk vatanının ve Türk'lük camiasının şan ve şerefini, dahilî ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız vardır" diyerek Türk Ordusu'na olan güvenini belirtmiştir.

            Atatürk 1 Kasım 1938'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış töreninde de bulunamadı. Hazırladığı açılış nutkunu Başbakan Celâl Bayar okudu. Atatürk bu nutkunda ülkenin imarı, sağlık hizmetleri ve ekonomi konularındaki faaliyetleri açıkladı. Bundan başka eğitim ve kültür konularına da temas edip gençliğin millî şuurlu ve modern kültürlü olarak yetişmesi için İstanbul Üniversitesi'nin geliştirilmesi, Ankara Üniversitesi'nin tamamlanması ve Van Gölü civarında bir üniversitenin kurulması için çalışmaların yapıldığını belirtti. Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının çalışmalarından duyduğu memnuniyeti açıkladı. Ayrıca Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için Beden Terbiyesi Kanunu'nun uygulamaya konulmasından duyduğu memnuniyeti belirtti. Atatürk, ölümüne kadar memleket meselelerinden bir an olsun uzak kalmamıştı.

            Atatürk'ün hastalığı tekrar şiddetlendi. 8 Kasımda sağlığıyla ilgili raporlar yayımlanmaya başlandı. Bütün memleketi tekrar derin bir üzüntü kapladı. Her Türk'ün kalbi onun kurtulması dileğiyle çarpıyordu. Ancak, kurtarılması için gösterilen çabalar sonuç vermedi ve korkulan oldu. Dolmabahçe Sarayı'nda 10 Kasım 1938 sabahı saat dokuzu beş geçe, insan için değişmez kanun, hükmünü uyguladı. Mustafa Kemal Atatürk aramızdan ayrıldı. Bu kara haberle, yalnız Türk milleti değil, bütün dünya yasa büründü. Büyük, küçük bütün devletler onun cenaze töreninde bulunmak üzere temsilciler göndererek, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusuna karşı duydukları derin saygıyı belirten mesajlar gönderdiler.

            16 Kasım günü Atatürk'ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı'nın büyük tören salonunda katafalka konuldu. Üç gün üç gece, gözü yaşlı bir insan seli ulu önderine karşı duyduğu saygı, minnet ve bağlılığını ifade etti. Cenaze namazı 19 Kasım günü Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırıldı. On iki generalin omzunda sarayın dış kapısına çıkarılan tabut, top arabasına konularak, İstanbul halkının gözyaşları arasında Gülhane Parkı'na götürüldü. Buradan bir torpido ile Yavuz zırhlısına nakledildi. Büyük Ada açıklarına kadar, donanmamız ve törene katılmak için gelmiş olan yabancı gemilerin eşlik ettiği Yavuz zırhlısı cenazeyi İzmit'e getirdi. Burada Yavuz zırhlısından alınan cenaze, özel bir trene kondu. Atalarına son saygı görevlerini yapmak üzere toplanan halkın kalbinde derin bir üzüntü bırakarak Ankara'ya getirilmek üzere hareket edildi. Atatürk'ün vefatı üzerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, bakanlar, Genelkurmay Başkanı, milletvekilleri ile ordu ve devlet ileri gelenleri tarafından karşılanan cenaze, Türkiye Büyük Mîllet Meclisi önünde hazırlanan katafalka kondu. Ankara halkı da onun cenazesi önünden saygıyla geçerek son görevini yaptı. 21 Kasım 1938 Pazartesi günü, sivil ve askerî yöneticiler ile yabancı devlet temsilcilerinin hazır bulunduğu ve on binlerce insanın katıldığı büyük bir tören yapıldı. Daha sonra Atatürk'ün tabutu katafalkta alınarak. Etnografya Müzesinde hazırlanan geçici kabre kondu.

            Türk milleti daha sonra, bu büyük insana lâyık, Ankara Rasattepe'de bir Anıtkabir yaptırdı. 10 Kasım 1953'te Etnografya Müzesinden alınan Atatürk'ün naaşı Anıtkabir'e getirildi. Burada yurdun her ilinden getirilmiş olan vatan toprakları ile hazırlanan ebedî istirahatgâhına yerleştirildi.

    ANITKABİR

     

           Türk Kurtuluş Savaşı'nın ve Türk İnkılâplarının büyük önderi Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün, Türk vatanının bağımsızlığını kazanması için giriştiği savaş ve Türk milletini çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmak amacıyla gerçekleştirdiği inkılâplarla geçen yaşamı 57 yıl sürmüş ve Büyük Önder 10 Kasım 1938'de ebediyete intikal etmiştir.

            Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye'yi bütün kurumları ile çağdaş uygarlığın bir üyesi yapan, insanlık tarihine mal olmuş büyük bir önderdir. O'nun yüceliğini her yönüyle temsil edecek, ilke ve inkılâpları ile çağdaşlaşmaya yönelik düşüncelerini yansıtacak bir anıtmezar yapma fikri, Atatürk'ü kaybetmenin derin hüznü içindeki Türk milletinin ortak isteği olarak belirmiş ve yapımına karar verilmiştir.

            RASATTEPE (ANITTEPE)

            Anıtkabir yapılmadan önce rasat istasyonu bulunması dolayısıyla Anıttepe'nin ismi Rasattepe idi.

            Bu tepede, M.Ö 12. yüzyılda Anadolu'da devlet kuran Frig uygarlığına ait tümülüsler (mezar yapıları) bulunmaktaydı. Anıtkabir'in Rasattepe'de yapılmasına karar verildikten sonra bu tümülüslerin kaldırılması için arkeolojik kazılar yapıldı. Bu tümülüslerden çıkarılan eserler, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergilenmektedir.

            ANITKABİR'İN İNŞAASI

            Anıtkabir projesinin belirlenmesinden sonra, inşaatın başlayabilmesi için ilk aşamada kamulaştırılma çalışmalarına başlandı. Anıtkabir'in inşaatı ise 9 Ekim 1944'de görkemli bir temel atma töreni ile başladı. Anıtkabir'in inşası 9 yıllık bir süre içinde 4 aşamalı olarak yapılmıştır.

            Birinci Kısım İnşaat: 1944-1945
            Toprak seviyesi ve aslanlı yolun istinat duvarının yapılmasını kapsayan birinci kısım inşaata 9 Ekim 1944'te başlamış ve 1945'te tamamlanmıştır.

            İkinci Kısım İnşaat: 1945-1950
            Mozole ve tören meydanını çevreleyen yardımcı binaların yapılmasını kapsayan ikinci kısım inşaat 29 Eylül 1945'te başlamış, 8 Ağustos 1950'de tamamlanmıştır. Bu aşamada inşaatın kâgir ve betonarme yapı sistemine göre, temel basıncının azaltılması göz önünde tutularak, anıt kütlesinin "temel projesinin" hazırlanması kararlaştırılmıştır. 1947 yılı sonuna kadar mozolenin temel kazısı ve izolasyonu tamamlanmış ve her türlü çöküntüleri engelleyecek olan 11 metre yüksekliğinde betonarme temel sisteminin demir montajı bitirilme aşamasına gelmiştir.

            Giriş kuleleri ile yol düzeninin önemli bir kısmı, fidanlık tesisi, ağaçlandırma çalışmaları ve arazinin sulama sisteminin büyük bir bölümü tamamlanmıştır.

            Üçüncü Kısım İnşaat: 1950
            Anıtkabir üçüncü kısım inşaatı, anıta çıkan yollar, aslanlı yol, tören meydanı ve mozole üst döşemesinin taş kaplaması, merdiven basamaklarının yapılması, lahit taşının yerine konması ve tesisat işlerinin yapılmasını kapsıyordu.

            Dördüncü Kısım İnşaat: 1950-1953
            Anıtkabir'in 4. kısım inşaatı ise şeref holü döşemesi, tonozlar alt döşemeleri ve şeref holü çevresi taş profilleri ile saçak süslemelerinin yapılmasını kapsıyordu. Dördüncü kısım inşaat 20 Kasım 1950'de başlamış ve 1 Eylül 1953'te bitirilmiştir.

            "Anıtkabir Projesi"nde mozolenin kolonat üstünde yükselen tonoz bir bölüm vardı. 4 Aralık 1951 tarihinde hükümet, şeref holünün 28 m.lik yüksekliğinin azaltılması ile yapının daha çabuk bitirilmesinin mümkün olup olmadığını mimarlara sordu.

            Mimarlar yaptıkları çalışmalar sonunda şeref holünü taş bir tonoz yerine, bir betonarme tavan ile örtmenin mümkün olduğunu bildirdiler. Böylece tonoz yapının zemine vereceği ağırlık ve bunun doğuracağı teknik mahzurlar da ortadan kalkıyordu.

            Anıtkabir yapımında beton üzerine dış kaplama malzemesi olarak kolay işlenebilen gözenekli, çeşitli renklerde traverten, mozole içi kaplamalarında ise mermer kullanılmıştır.

            Heykel grupları, aslan heykelleri ve mozole kolonlarında kullanılan beyaz travertenler Kayseri Pınarbaşı İlçesi'nden, kulenin iç duvarlarında kullanılan beyaz travertenler ise Polatlı ve Malıköy'den getirilmiştir. Kayseri Boğazköprü mevkiinden getirilen siyah ve kırmızı travertenler tören meydanı ve kulelerin zemin döşemelerinde, Çankırı Eskipazar'dan getirilen sarı travertenler zafer kabartmaları, şeref holü dış, duvarları ve tören meydanını çevreleyen kolonların yapımında kullanılmıştır.

            Şeref holünün zemininde kullanılan krem, kırmızı ve siyah mermerler Çanakkale, Hatay ve Adana'dan, şeref holü iç yan duvarlarında kullanılan kaplan postu Afyon'dan, yeşil renk mermer Bilecik'ten getirilmiştir. 40 ton ağırlığındaki yekpare lahit taşı Adana'nın Osmaniye İlçesi'nden, lahitin yan duvarlarını kaplayan beyaz mermer ise Afyon'dan getirilmiştir.

            ANITKABİR'İN MİMARİ ÖZELLİKLERİ

            Türk mimarlığında 1940-1950 yılları arası, "II. Ulusal Mimarlık Dönemi" olarak adlandırılır. Bu dönemde daha çok anıtsal yönü ağır basan, simetriye önem veren, kesme taş malzemenin kullanıldığı binalar yapılmıştır. Anıtkabir bu dönemin özelliklerini taşımaktadır.

            Bu dönem özellikleri ile birlikte Anıtkabir'de Selçuklu ve Osmanlı mimari özelliklerine ve süsleme öğelerine sıkça rastlanır.

            Örneğin dış cephelerde, duvarların çatı ile birleştiği yerde kuleleri dört yandan saran Selçuklu taş işçiliğinde testere dişi olarak adlandırılan bordür bulunmaktadır. Ayrıca Anıtkabir'in bazı yerlerinde (Mehmetçik Kulesi, Müze Müdürlüğü) kullanılan çarkıfelek ve rozet denilen taş süslemeler Selçuklu ve Osmanlı sanatında da göze çarpmaktadır.

            Bütün bu özellikleriyle yapıldığı dönemin en iyi örneklerinden biri olan Anıtkabir yaklaşık 750.000 m² lik bir alanı kaplamakta olup, Barış Parkı ve Anıt Bloku olarak iki kısma ayrılır.

            A- BARIŞ PARKI

            Anıtkabir; Atatürk'ün "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" özdeyişinden ilham alınarak, çeşitli yabancı ülkelerden ve Türkiye'nin bazı bölgelerinden getirilen fidanlarla oluşturulan Barış Parkı içinde yükselmektedir.

            Afganistan, A.B.D., Almanya, Avusturya, Belçika, Çin, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hindistan, Irak, İngiltere, İspanya, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Kıbrıs, Mısır, Norveç, Portekiz, Yugoslavya ve Yunanistan'dan çeşitli ağaç ve fidanlar getirilmiştir. Bugün Barış Parkı'nda 104 ayrı türden yaklaşık 48.500 adet süs ağacı, ağaççık ve süs bitkisi bulunmaktadır.

            B- ANIT BLOKU

            Anıtkabir Anıt Bloku üç bölümden oluşmaktadır.

            1- Aslanlı Yol
            2- Tören Meydanı
            3- Mozole


            Anıtkabir'e Tandoğan kapısından girildiğinde Barış Parkı içerisinde uzanan yoldan Aslanlı Yol başındaki 26 basamaklı geniş merdivenlere ulaşılır. Merdivenin hemen başında karşılıklı olarak istiklal ve hürriyet kuleleri yer alır.

            Anıtkabir yapı topluluğu içinde, simetri gözetilerek yerleştirilmiş olan on adet kule vardır. Bu kulelere ulusumuzun ve devletimizin oluşumunda büyük tesirleri olan yüce kavramları temsil eden isimler verilmiştir. Kuleler, plan ve yapı bakımından birbirinin benzeridir. Kareye yakın 12 x14 x7,20 m. boyutlarında dikdörtgen plan üzerine kurulmuş olan kulelerin üzeri piramit biçiminde çatılarla örtülüdür. Çatıların tepelerinde, eski Türk çadırlarında görülen tunç mızrak ucu vardır. Eski Türk kilim desenlerinden alınmış geometrik süslemeler, fresk tekniğinde uygulanmıştır.

            Ayrıca kulelerin iç duvarlarında, o kulenin ismiyle ilgili bir kompozisyon ve Atatürk'ün özlü sözleri bulunmaktadır.

            İSTİKLAL KULESİ

            Aslanlı yolun sağ başındaki İstiklal Kulesi'nin iç duvarlarında bulunan kabartmada, ayakta duran ve iki eliyle kılıç tutan bir gencin yanında bir kaya üzerine konmuş kartal figürü görülmektedir. Kartal, mitolojide ve Selçuklu sanatında gücün, istiklâl ve bağımsızlığın sembolü olarak tasvir edilmiştir. Kılıç tutan genç ise istiklali savunan Türk milletini temsil etmektedir. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir.

            Ayrıca kule duvarlarında yazı bordürü olarak Atatürk'ün istiklalle ilgili şu sözleri yer almaktadır:

            "Ulusumuz en korkunç yok oluşla son buluyor gibi görünmüşken, tutsak edilmesine karşı evladını ayaklanmaya davet eden atalarının sesi, kalplerimiz içinde yükseldi ve bizi son Kurtuluş Savaşı'na çağırdı." (1921)

            "Hayat demek savaşma, çarpışma demektir. Hayatta başarı kesinlikle savaşta başarı kazanmakla mümkündür." (1927)

            "Biz hayat ve bağımsızlık isteyen ulusuz ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı hiçe sayarız." (1921)

            "İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir prensip yoktur. Türk ulusu, Türkiye'nin gelecekteki çocukları, bunu bir an hatırdan çıkarmamalıdırlar." (1927)

            "Bu ulus bağımsızlıktan yoksun olarak yaşamamıştır, yaşıyamaz ve yaşamıyacaktır, ya istiklal ya ölüm." (1919)

            Kulenin içinde ise Anıtkabir maketi ile Anıtkabir'i tanıtıcı ışıklı panolar bulunmaktadır.

            HÜRRİYET KULESİ

            Aslanlı Yol'un sol başında bulunan Hürriyet Kulesi içindeki kabartmada; elinde kağıt tutan melek figürü ile meleğin yanında şaha kalkmış bir at tasvir edilmiştir. Melek figürü bağımsızlığın kutsallığını, elindeki kağıt "Hürriyet Beyannamesi"ni sembolize etmektedir. At figürü ise hürriyet ve bağımsızlık sembolüdür. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir.

            Kule duvarlarında Atatürk'ün hürriyet ile ilgili şu sözleri yazılıdır.

            "Esas, Türk ulusunun saygın ve onurlu bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla sağlanabilir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak olmak durumundan yüksek bir işleme hak kazanamaz." (1927)

            "Bence, bir ulusta şerefin, onurun, namusun ve insanlığın sürekli olarak bulunabilmesi kesinlikle o ulusun özgürlük ve bağımsızlığına sahip olabilmesiyle mümkündür."

            "Özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayandığı ulusal egemenliktir."

            "Bütün tarihsel yaşantımızda özgürlük ve bağımsızlığa sembol olmuş bir ulusuz."

            Kule içinde Anıtkabir'in inşaat çalışmalarını gösteren fotoğraf sergisi ve inşaatta kullanılan taş örnekleri bulunmaktadır.

            KADIN HEYKEL GRUBU

            İstiklal kulesinin önünde, ulusal giysiler giymiş üç kadından oluşan bir heykel grubu vardır. Bu kadınlardan kenarlardaki ikisi yere kadar uzanan kalın bir çelenk tutmaktadır. Başak demetlerinin meydana getirdiği çelenk bereketli yurdumuzu temsil etmektedir. Soldaki kadın, ileri uzattığı elindeki kapla Atatürk'e tanrıdan rahmet dilemekte, ortadaki kadın eliyle yüzünü kapamış ağlamaktadır.

            Bu üçlü grup, Türk kadınlarının Atatürk'ün ölümünün derin acısı içinde bile gururlu, ağırbaşlı ve azimli oluşunu dile getirmektedir. Heykel grubu Hüseyin Özkan'ın eseridir.

            ERKEK HEYKEL GRUBU

            Hürriyet Kulesi'nin önünde üç erkekten oluşan heykel grubu vardır. Sağdaki erkek başında miğferi ve kalın kaputu ile Türk askerini temsil ederken, onun yanında elinde kitabı ile Türk gençliğini ve aydın insanı, biraz gerisinde ise yerel kıyafetlerle Türk köylüsü temsil edilmiştir. Her üç heykelin yüzünde derin acı ile Türk milletinin kendine özgü ağırbaşlılığı ve yüksek irade gücü dile getirilmiştir. Heykel grubu, Hüseyin Özkan'ın eseridir.

            ASLANLI YOL

            Ziyaretçileri Atatürk'ün yüce huzuruna hazırlamak için yapılmış olan 262 m. uzunluğundaki yolun iki yanında oturmuş pozisyonda 24 aslan heykeli bulunmaktadır. Atatürk'ün Türk ve Anadolu tarihine verdiği önem sebebiyle, Anadolu'da uygarlık kuran Hititlerin sanat üslubu ile yapılan aslan heykelleri kuvvet ve sükuneti temsil etmektedir. Heykeller Hüseyin Özkan'ın eseridir.

            TÖREN MEYDANI


            Aslanlı yolun sonunda yer alan tören meydanı 129 x84,25 m. boyutlarındadır. 15.000 kişi kapasiteli bu alanın zemini; siyah, kırmızı, sarı ve beyaz renkte traverten taşlardan oluşan 373 adet halı ve kilim deseniyle bezenmiştir.

            MEHMETÇİK KULESİ

            Aslanlı yolun bitiminde sağda Mehmetçik Kulesi yer almaktadır. Kulenin dış yüzeyinde yer alan kabartmada; cepheye gitmekte olan Mehmetçiğin evinden ayrılışı ifade edilmektedir. Bu komposizyonda, elini asker oğlunun omuzuna atmış onu vatan için savaşa gönderen hüzünlü, fakat gururlu anne tasvir edilmiştir. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir.

            Kulenin duvarlarında Atatürk'ün Mehmetçik ve Türk kadınları hakkında söylediği özlü sözler yer almaktadır:

            "Kahraman Türk eri Anadolu savaşlarının anlamını kavramış, yeni bir ülke ile savaşmıştır." (1921)

            "Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir ulusunda Anadolu köylü kadının üstünde kadın çalışmasından söz etmek imkânı yoktur." (1923)

            "Bu ulusun çocuklarının özverileri, kahramanlıkları için ölçü birimi bulunamaz."

            Kulenin içinde; Anıtkabir ve Atatürk ile ilgili çeşitli kitaplar ve hediyelik eşyalar ziyaretçilere sunulmaktadır.

            ATATÜRK VE TÜRK DEVRİMİ KÜTÜPHANESİ

            Mehmetçik ve Zafer kuleleri arasında yer alan; müze, kitaplık ve Kültürel Faaliyetler Müdürlüğü'nün içindeki birimde "Atatürk ve Türk Devrimi Kütüphanesi" bulunmaktadır. Atatürk, milli mücadele ve inkılâplar konulu Türkçe ve yabancı dillerde kitapların bulunduğu bir "İhtisas Kütüphanesi" olarak, her kesimden araştırmacı ve okuyucuya hafta içi 09.00-12.30 / 13.30-17.00 saatleri arasında hizmet vermektedir.

            ZAFER KULESİ

            Kulenin duvarlarında Atatürk'ün en önemli üç zaferinin tarihi ve zaferle ilgili özlü sözleri yazılıdır.

            Kule içinde Atatürk'ün naaşını 19 Kasım 1938'de İstanbul Dolmabahçe Sarayı'ndan alarak Sarayburnu'nda donanmaya teslim eden top arabası sergilenmektedir.

            İSMET İNÖNÜ'NÜN LAHTİ

            Barış ve Zafer Kuleleri arasında yanları açık sütunların oluşturduğu galerinin ortasında 25 Aralık 1973 yılında vefat eden Atatürk'ün en yakın silah arkadaşı, Türk Milli Mücadelesinin Batı Cephesi komutanı ve ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün sembolik lahdi bulunmaktadır. Mezar odası alt kattadır.

            İsmet İnönü, Anıtkabir'e 28 Aralık 1973'te Bakanlar Kurulu Kararı ile defnedilmiştir.

            BARIŞ KULESİ

            Kulenin iç duvarında Atatürk'ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış" ilkesini dile getiren bir kabartma kompozisyonu yer almaktadır. Bu kabartmada çiftçilik yapan köylüler ve yanlarında kılıcını uzatarak onları koruyan bir asker figür tasvir edilmiştir. Bu asker barışın sağlam ve güvenli kaynağı olan Türk ordusunu sembolize etmektedir. Bu şekilde insanlar Türk ordusunun sağladığı huzur ortamı içinde günlük hayatlarını devam ettirmektedirler. Kabartma, Nusret Suman'ın eseridir.

            Kule duvarlarında Atatürk'ün barış ile ilgili şu sözleri yer almaktadır.

            "Dünya vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde terbiye edilmelidir." (1935)

            "Yurtta Barış, Cihanda Barış."

            "Ulusun hayatı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir." (1923)

            Kulenin içinde ise Atatürk'ün 1935-1938 yılları arasında kullandığı Lincoln marka tören ve makam otomobilleri sergilenmektedir.

            23 NİSAN KULESİ

            Kulenin iç duvarında 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılışını temsil eden bir kabartma yer almaktadır. Bu kabartmada, ayakta duran kadının tuttuğu kağıdın üzerinde 23 Nisan 1920 yazılıdır. Kadının diğer elinde Millet Meclisimizin açılışını simgeleyen bir anahtar bulunmaktadır. Kabartma, Hakkı Atamulu'nun eseridir.

            Kule duvarlarında meclisin açılışıyla ilgili Atatürk'ün özlü sözleri yer almaktadır:

            "Bir tek karar vardı: O da ulusal egemenliğe dayalı, hiçbir koşula bağlı olmayan bağımsız, yeni bir Türk Devleti kurmak." (1919)

            "Türkiye Devletinin tek ve gerçek temsilcisi yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir."

            "Bizim bakış açılarımız kuvvetin, gücün, egemenliğin, yönetimin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır."

            Kulede Atatürk'ün 1936-1938 yılları arasında kullandığı Cadillac marka özel otomobili sergilenmektedir.

            BAYRAK DİREĞİ

            Anıtkabir'in Çankaya yönündeki 28 basamaklı tören meydanına giriş merdivenlerinin ortasında, tek parçalı yüksek bir direk üzerinde Türk bayrağı dalgalanır. Amerika'da özel olarak yaptırılan 33.53 m. yüksekliğindeki bu direk, Avrupa'daki tek parça çelik bayrak direklerinin en yükseğidir. Direğin 4 metresi kaidenin altında kalmaktadır. Amerika'da yaşayan Türk asıllı Amerika vatandaşı Nazmi Cemal tarafından, kendi bayrak direği fabrikasında imal edilerek 1946 yılında Anıtkabir'e hediye edilmiştir. Bayrak direğinin kaidesinde yer alan kabartmada; meşale Türk medeniyetini, kılıç taarruz gücünü, miğfer savunma gücünü, meşe dalı zaferi, zeytin dalı ise barışı simgelemektedir. Türk bayrağı, ulusumuzun yurdunu savunma, zafer kazanma, barışı koruma ve uygarlık kurma gibi yüce değerleri üzerinde dalgalanmaktadır. Kabartma Kenan Yontuç'un eseridir.

            MİSAK-I MİLLİ KULESİ

            Müzenin girişindeki bu kulenin içinde bulunan kabartma, tek vücut olarak kenetlenmemizi sembolize etmektedir. Kabartma, bir kılıç kabzası üzerinde üst üste konmuş dört elden ibarettir. Bu komposizyon Türk vatanının kurtarılması için içilen millet andını ifade etmektedir. Kabartma Nusret Suman'ın eseridir.

            Kulenin duvarlarında Atatürk'ün Milli Misak ile ilgili şu sözleri yazılıdır:

            "Kurtuluşumuzun genel kuralı olan ulusal andı tarih safhasına yazan ulusun demir elidir." (1923)

            "Ulusal sınırlarımız içinde özgür ve bağımsız yaşamak istiyoruz." (1921)

            "Ulusal benliği bulamayan uluslar başka ulusların avıdır." (1923)

            Kulenin ortasında Anıtkabir'de icra edilen törenlere katılan heyetlerin özel defteri imzalamaları için imza kürsüsü yer almaktadır. Müzenin girişi olan bu kulede bulunan aktüalite panolarında Anıtkabir'de yapılan önemli törenlere ait fotoğraflar da sergilenmektedir.

            ANITKABİR ATATÜRK MÜZESİ

            Anıtkabir Proje Yarışması şartlarına uygun olarak, Misak-ı Milli ve İnkılâp kuleleri arasındaki bölüm müze olarak belirlenmiştir. Bu amaçla 21 Haziran 1960'ta Anıtkabir Atatürk Müzesi açılmıştır. Burada Atatürk'ün kullandığı eşyalar ve kendisine hediye edilen armağanlar ve giysileri teşhir edilmektedir.

            Müzede ayrıca Atatürk'ün madalya ve nişanları ile manevi evlatlarından A. Afet İnan, Rukiye Erkin, Sabiha Gökçen'in müzeye armağan ettikleri Atatürk'e ait eşyalar sergilenmektedir.

            İNKILÂP KULESİ

            Müzenin devamı olan bu kulede Atatürk'ün giydiği elbiseler sergilenmektedir. Kulenin iç duvarında yer alan kabartmada zayıf, güçsüz bir elin tuttuğu sönmek üzere olan bir meşale, çökmekte olan Osmanlı İmparatorluğu'nu simgelemektedir. Güçlü bir elin göklere doğru kaldırdığı ışıklar saçan diğer bir meşale ise, yeni Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk'ün Türk ulusunu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için yaptığı inkılâpları simgelemektedir. Kabartma Nusret Suman'ın eseridir.

            Kule duvarlarında Atatürk'ün inkılâplarla ilgili şu sözleri yazılıdır:

            "Bir toplum aynı amaca bütün kadınları ve erkekleriyle beraber yürümezse ilerlemesine, uygarlaşmasına teknik imkân ve bilimsel ihtimal yoktur."

            "Biz ilhamlarımızı gökten ve bilinmeyen alemden değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz."

            Müzenin giysi bölümü olarak kullanılan bu kulede; Anadolu Üniversitesi eski rektörü Prof. Dr.Yılmaz Büyükerşen'in yaptığı Atatürk'ün gerçek boyutlarında balmumu heykeli bulunmaktadır.

            CUMHURİYET KULESİ

            Sanat Galerisi'nin girişi olan bu kulenin duvarlarında Atatürk'ün Cumhuriyet ile ilgili şu özlü sözü bulunmaktadır.

            "En büyük gücümüz, en güvenilir dayanağımız, ulusal egemenliğimizi kavramış ve onu eylemli olarak halkın eline vermiş ve halkın elinde tutabileceğimizi gerçekten kanıtlamış olduğumuzdur."

            Kulenin içinde, Atatürk'ün öğrenim gördüğü Manastır Askeri İdadisi ile Sivas ve Erzurum Kongre binaları ve I. T.B.M.M. binalarının maketleri ve o dönemlere ait fotoğraflar sergilenmektedir.

            SANAT GALERİSİ

            Cumhuriyet Kulesi ve Müdafaa-i Hukuk Kuleleri arasında yer alan bu bölümde Atatürk'ün özel kitaplığı teşhir edilmektedir.

            Duvarlarda Atatürk'ü ziyaret etmiş olan yabancı devlet adamları ile Atatürk'ü birlikte tasvir eden yağlı boya tablolar bulunmaktadır. Bu tablolar, ressam Rahmi Pehlivanlı'nın eseridir.

            Galeride ayrıca, Atatürk, Milli Mücadele ve Anıtkabir konulu belgesel filmlerin gösterildiği sinevizyon bölümü yer almaktadır.

            MÜDAFAA-İ HUKUK KULESİ

            Bu kule duvarının dış yüzeyinde yer alan kabartmada, Kurtuluş Savaşımızda ulusal birliğimizin temeli olan Müdafaa-i Hukuk dile getirilmektedir. Kabartmada, bir elinde kılıç tutarken diğer elini ileri uzatmış sınırlarımızı geçen düşmana "Dur!" diyen bir erkek figür tasvir edilmiştir. İleri uzatılan elin altında bulunan ulu ağaç yurdumuzu, onu koruyan erkek figürü ise kurtuluş amacıyla birleşmiş olan milletimizi temsil etmektedir. Kabartma Nusret Suman'ın eseridir.

            Kulenin duvarlarında Atatürk'ün Müdafaa-i Hukuk konusunda söylediği sözler yer almaktadır:

            "Ulusal gücü etken ve ulusal iradeyi egemen kılmak esastır." (1919)

            "Ulus bundan sonra hayatına, bağımsızlığına ve bütün varlığına şahsen kendisi sahip çıkacaktır." (1923)

            "Tarih; bir ulusun kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez." (1919)

            "Türk ulusunun kalbinden, vicdanından doğan ve onu esinlendiren en esaslı, en belirgin istek ve iman belli olmuştu: Kurtuluş." (1927)

            Kulenin içinde "Atatürk ve Milli Mücadele" konulu periyodik sergiler düzenlenmektedir. Ayrıca Atatürk'ün öğrenim gördüğü Harbiye Mektebi'nin maketi bulunmaktadır.

            SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ KONULU KABARTMA

            Komposizyonun sağında bir genç, iki at, bir kadın ve bir erkek bulunmaktadır.Bunlar, savaşın ilk döneminde düşman saldırıları karşısında evlerini bırakıp yurt savunması için yollara düşmüştür. Sağdaki delikanlı arkaya dönmüş, sol elini kaldırıp yumruğunu sıkarak düşmanlara; "Bir gün döneceğiz ve sizden öcümüzü alacağız" demektedir.

            Bu üçlü grubun önünde çamura batmış bir araba, çabalayan atlar, tekerleği döndürmeye çalışan bir erkek ve iki kadın ile ayakta bir yiğit ve ona bir kılıç sunan diz çökmüş bir kadın vardır. Bu grup figürleri, Sakarya Muharebesi başlamadan önceki dönemi temsil etmektedir. Bu grubun solunda, yere oturmuş iki kadın ve bir çocuk, düşman istilası altında, Türk ordusunu bekleyen halkımızı simgelemektedir. Bu halkın üzerinden uçarak Başkomutan Mustafa Kemal'e çelenk sunan bir zafer meleği vardır.

            Komposizyonun sonunda yere oturan kadın vatan anayı, diz çöken genç Sakarya Meydan Muharebesi'ni kazanan Türk ordusunu, meşe ağacı ise zaferi simgelemektedir. Vatan ana, Türk ordusunun zaferinin simgesi olan meşe ağacını göstermektedir. Kabartma İlhan Koman'ın eseridir.

            BAŞKOMUTAN MEYDAN MUHAREBESİ KONULU KABARTMA

            Komposizyonun solunda yer alan ve bir köylü kadın, bir erkek çocuk ve bir attan oluşan grup milletçe savaşa hazırlık dönemini temsil etmektedir. Sonraki bölümde; Atatürk bir elini ileri uzatmış ve "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!" diyerek ordularımıza hedefi göstermektedir. Öndeki melek, Ata'nın emrini borusu ile uzak ufuklara iletmektedir. Bundan sonraki bölümüde, Atatürk'ün emrini yerine getiren Türk ordusunun fedakarlıklarını ve kahramanlıklarını temsil eden kabartmada, vurulup düşen bir erin elindeki bayrağı kavrayan bir yiğit ile siperde ellerinde kalkan ve kılıçlı bir asker Türk ordusunun taarruzunu sembolize etmektedir. Önde ise elinde Türk bayrağı ile Türk ordusunu çağıran zafer meleği bulunmaktadır. Kabartma Zühtü Müridoğlu'nun eseridir.

            MOZOLE

            Anıtkabir'in en önemli bölümü olan mozoleye çıkan 42 basamaklı merdivenlerin ortasında "hitabet kürsüsü" yer almaktadır. Mermer kürsünün tören meydanı cephesi dairesel geometrik motiflerle süslü olup, ortasında Atatürk'ün "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" sözü yazılıdır. Kürsü Kenan Yontuç'un eseridir.

            Mozole 72x52x17 m. boyutlarında uzunca dikdörtgen bir plan üzerine kurulmuş olup, ön ve arka sekiz, yan cepheler ise 14.40 m. yüksekliğinde ondört kolonatla çevrelenmiştir. Mozole cephesinde, solda Atatürk'ün Türk gençliğine hitabı, sağda ise Cumhuriyet'in kuruluşunun 10. yıldönümünde söylediği nutku yer almaktadır. Harfler taş kabartma üzerine altın yaldızlarla yazılmıştır.

            ŞEREF HOLÜ

            Şeref holüne bronz kapılardan girilir. Girişte sağda Atatürk'ün 29 Ekim 1938 tarihli Türk ordusuna son mesajı, solda ise 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün Atatürk'ün ölümü üzerine yayınladığı 21 Kasım 1938 tarihli Türk milletine taziye mesajı yer almaktadır. Bu iki yazıt Atatürk'ün doğumunun 100. yılı olan 1981'de yazılmıştır.

            Girişin tam karşısında büyük pencerenin yer aldığı nişin içinde, Atatürk'ün sembolik lahdi bulunmaktadır. Lahit taşı tek parça kırmızı mermer olup 40 ton ağırlığındadır. Lahit taşının yer aldığı bölüm ise beyaz Afyon mermeri ile kaplıdır. Şeref holünün zemini Adana ve Hatay'dan, yan duvarları ise Afyon ve Bilecik'ten getirilen kırmızı, siyah, yeşil ve kaplan postu mermerlerle kaplanmıştır.

            Şeref holünün 27 kirişten oluşan tavanı ile yan galeri tavanları mozaik ile süslenmiştir. Şeref holünün yüksekliği 17 m. olup, yan duvarlarında altışardan 12 adet bronz meşale bulunmaktadır. Mozole yapısının üstü, düz kurşun çatı ile örtülüdür.

            MEZAR ODASI

            Atatürk'ün aziz naaşı, mozolenin zemin katında doğrudan doğruya toprağa kazılmış bir mezarda bulunmaktadır. Mozolenin birinci katı olan şeref holündeki sembolik lahit taşının tam altında bulunan mezar odası Selçuklu ve Osmanlı mimari stilinde sekizgen planlı olup, piramidal külahlı, tavanı geometrik motifli mozaiklerle süslenmiştir. Zemin ve duvarlar siyah, beyaz, kırmızı mermerlerle kaplanmıştır. Mezar odasının ortasında kıble yönünde kırmızı mermer sanduka yer almaktadır. Mermer sandukanın çevresinde bütün illerden ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nden gönderilen toprakların konulduğu pirinç vazolar bulunmaktadır.

            ALAGÖZ KARARGÂH MÜZESİ


            Sakarya Savaşı'nda düşmanın Polatlı yakınlarına kadar ilerlemesi üzerine Batı Cephesi Komutanlığı, Ankara-Polatlı arasındaki Alagöz Köyü'nü Cephe Karargâhı olarak seçmiştir. Bu köyün halkından, Türkoğlu Ali Ağa'ya ait çiftlik evi karargâh olarak kullanılmıştır.

            Sakarya Savaşı'nın bitiminde bina, sahipleri olan Ali Türkoğlu ve oğulları tarafından 1965 yılına kadar ev olarak kullanılmıştır. 1965 yılında varisleri tarafından Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilmiştir. 1967 yılında, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne bağlı olan Anıtkabir Müze Müdürlüğü'ne devredilen binanın, restorasyonu yapılarak müze haline getirilmiştir.

            10 Kasım 1968 tarihinde sadece üst katı tanzim edilerek teşhire açılmış, alt kat odaları ise 1983 yılında yapılan yeni bir düzenlemeyle teşhire açılmıştır.

            Bina iki katlıdır ve, Giysi Odası, Kitaplık ve Hatıra Eşya Odası, Zabitan Yemek Odası, Mutfak, Muhabere Odası, Başkumandanlık Odası, Kurmay Heyeti Odası, Dinlenme Odası, Yaveler Odası, Atatürk'ün Yatak Odası, Atatürk'ün Yemek Odası ve Hizmet Eri Odası olmak üzere 12 odadan oluşmaktadır.

    VASİYETİ

    Malik olduğum bütün nutuk ve hisse senetleriyle Çankaya'daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi'ne atideki şartlara, terk ve vasiyet ediyorum:

    1. Nukut ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.

    2. Her seneki gibi nemadan, nispetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule'ye ayda bin, Afet'e 800, Sabiha Gökçen'e 600, Ülkü'ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile'ye şimdiki yüzer lira verilecektir.

    3. Sabiha Gökçen'e bir ev de alınabilecek, ayrıca para verilecektir.

    4. Makbule'nin yaşadığı müddetçe Çankaya'da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.

    5. İsmet İnönü'nün Çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.

    6. Her sene nemedan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil Kurumlarına tahsis edilecektir.

    K.Atatürk

    ORDU KUMANDANI OLARAK MUSTAFA KEMAL

         1906 yılında Şam'a gönderilmiştir. Mustafa Kemal ve arkadaşları Şam'da "Vatan ve Hürriyet" adında bir dernek kurmuşlardır. 1911 yılında İtalya ile yapılan savaş esnasında, kendi isteğiyle Trablus'a gitmiş ve Derne ve Tobruk'un savunmalarında görev almıştır. Mustafa Kemal henüz Libya'da iken Balkan Savaşı başlamıştır. Balkan Savaşında, başarılı bir kumandan olarak (1912 - 1914) hizmet vermiştir. Balkan Savaşı sonunda, Mustafa Kemal Sofya'ya askeri ataşe olarak atanmıştır.

         Mustafa Kemal'in Sofya'da bulunduğu sırada 1. Dünya Savaşı çıkmıştır. 8 Ağustos 1915 tarihinde Anafartalar Grup Kumandanlığına getirilmiştir. Birinci Dünya Savaşı esnasında, Anafartalar'daki Türk kuvvetlerine kritik bir zamanda kumanda etmiştir. Bu sırada Çanakkale Boğazı'na çıkarma yapılmış ve Mustafa Kemal bu durumu kişisel gayretiyle kurtarmıştır. Savaş esnasında, Mustafa Kemal kalbinin üzerine bir şarapnel parçası isabet etmiş ise de, göğüs cebinde bulunan saati onun hayatını
    kurtarmıştır. Mustafa Kemal bu anda içinde bulunduğu ruh halini şu büyük sorumluluğu üstlenmiş olmasına bağlamıştır: "Aslında, bu tür bir sorumluluğu üstlenmek Hiç de kolay değildi, ancak yurdumun parçalandığını görmektense ölmeyi Tercih etmiş olmam nedeniyle, bunu gururla kabul ettim." Daha sonra Kafkaslarda ve Suriye'de hizmet etmiş ve 1918 yılındaki mütarekeden hemen önce Suriye'de bulunan Yıldırım Orduları grubunun kumandanlığına getirildi. Mütarekeden (barış anlaşması) sonra, İstanbul'a döndü.

    BALIKESİR HUTBESİ
    ATATÜRK'ÜN PAŞA CAMİİNDE YAPTIĞI KONUŞMA
    7 ŞUBAT 1923

                    Ey Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allahın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçkleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kur'an'daki mânası açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunarı arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Cenabı Hak'tır.

                    Arkadaşlar; Cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber'in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah'ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna eriştiren Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük bir sevab kazanacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihnini ayrı ayrı faaliyette bulunması zorunludur. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, milletin bütün kişilerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.

                    Hutbeler hakkında sorulan sorudan anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin duygusal fikirleri ve lisanı ile medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmektedir. Efendiler, hutbe demek topluma hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur.

                    Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber'in hayatta olduğu mutlu dönemlerde hutbeyi kendisi söylerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek, dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört halifenin söylediği şeyler o günün sorunlarıdır, o günün askeri, idâri, mâli ve siyasi, sosyal konularıdır. İslam toplumunun çoğalması ve İslam ülkeleri gerilemeye başlayınca, Cenabı Peygamber'in ve dört halifenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım kişileri memur etmişlerdir. Bunlar herhalde en büyük ve ileri gelen kişiler idi. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için bir şart lâzımdı. O da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü, her şey açık söylendiği zaman halkın beyni faaliyet halinde bulunacak iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli yaptılar. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah sıfatını taşıyan despotların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cahillik ve çağın gerisinde bırakmak demektir. Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi'nde söylediğim bir nutukta demiştim ki "Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kaynağı olmuştur." Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır. Hutbeyi verenlerin siyasi olayları, sosyal ve medeni olayları hergün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur. Bu nedenle, hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır. ATATÜRK'ÜN PARA POLİTİKASI
                 Atatürk'ün para politikasının temel amacı; devlet harcamaları ile kaynaklar arasında sürekli bir dengenin korunması suretiyle enflasyonun önlenmesidir.

     

                  Atatürk'ün enflasyon karşısındaki tutumunu en iyi ifade eden İsmet İnönü'nün şu sözlerinin hatırlanmasında yarar vardır: "Hükümet olarak yılda iki kez ödeme yapamayacak duruma düştüğümüz olurdu. Gider konuşurdum. Birkaç milyon liralık emisyonun bizi refahlatacağını anlatmaya çalışırdım. Bir defa bile "evet" dedirtemedim."

                  O'na göre çok muhtaç durumda bulunan halkın refahını arttırmak için yatırımları hızlandırmak gerekliydi. Ancak yatırımları hızlandırmak amacıyla, devletin sağlıklı yollardan sağladığı gelirlerden fazla harcama yapması önemliydi. Bunu önleyebilmek için, bütçe fazlası, devlet tekelleri ile işletmelerinin gelir fazlaları ile iç ve dış borçlanmadan sağlanan fonlar tutarından fazla yatırım harcaması yapılmamalıydı ve T.C. Merkez Bankası'nın emisyonu arttırması ( yani para basması ) yolundan sağlanan kaynaklarla yatırım yapılması kesinlikle engellenmeliydi. Atatürk döneminin kaynak ve harcama rakamları ile ilgili olarak elde edilebilen bilgiler, bu ilkenin de eksiksiz uygulandığını göstermektedir. Nitekim O'nun yönetimindeki 15 yılda ortalama yıllık % 4 - 6 oranında reel büyüme hızı elde edildiği halde enflasyon yoktur. 1929'da çeşitli nedenlerle ortaya çıkan dengesizlik, alınan tedbirlerle, 1930 yılı sonunda giderilmiştir. Türkiye'nin ilk "istikrar programı" olan 1929 istikrar programı ile devlet harcamalarının kısılması ve gelirlerin arttırılması, yabancı ülkeler borsalarında Türk Lirası değerinin desteklenmesi yolundan Atatürk'ün deyimi ile "Millî Para Buhranı", 1930 yılı sonuna kadar kontrol altına alınmıştır.

                  Atatürk, enflasyonun en önemli nedeni olarak T.C. Merkez Bankası'nın emisyonu arttırmasını görmektedir. En önemli yurt ihtiyaçları için olsa bile T.C. Merkez Bankası'ndan finansman yapılmasına, kesin olarak karşı çıkmasının temel nedeni budur. Atatürk'ün enflasyona karşı bu kesin tutumu sayesinde 1919'da Osmanlı İmparatorluğu'ndan 158 Milyon TL olarak devralınan banknot hacmi, 20 yılda (1938'e kadar) ancak %20 oranında artmış ve 194 Milyon TL'ye yükselmiştir. Yaklaşık %1 oranında bir yıllık artışı ifade eden bu banknot artışı, ekonominin % 4 - 6 düzeyinde bir ortalama reel büyüme hızına ulaştığı bir dönemde, aslında deflasyonist bir para politikasını ifade etmektedir.

                  Atatürk'e göre paranın iç değeri ile dış değeri arasında çok yakın bir ilişki vardır. Ülkede enflasyonu önlemenin temel gerekçelerinden biri de yurt dışında Türk Lirası'nın ve Hazine'nin itibarını, gücünü korumaktır.

                  Ancak Yeni Türkiye Devleti Hazinesi'nin ve Türk Lirası'nın dış pazarlardaki gücünü ve itibarını yükseltmek kolay olmamış, "Düyun-u Umimiye" taksitlerinin yükü ve Lozan Antlaşması'nın 1929'a kadar gümrükleri sınırlayan hükümleri Türk Lirası'nın dış değerini 1929'a kadar düşürmüş, 1929'da bu gidiş bir "Millî Para Buhranı" biçimine dönüşmüş, yani Türk Lirası'nın İngiliz Sterlini karşısındaki değeri 1921'de ortalama 605 Kuruş iken, 1930'da 1032 Kuruş'a kadar düşmüş, ama 1938'de yeniden 616 Kuruş düzeyine yükselmiştir. Bu başarıda Atatürk'ün enflasyon karşısındaki tutumunun, Maliye Politikası'nın ve Dış Ekonomik İlişkiler Politikası'nın önemli etkileri vardır. Bütün bu yıllarda alınan temel ekonomik kararlarda Atatürk'ün bazı hallerde ince ayrıntılara inen müdahaleleri vardır.

                  Atatürk, Türk Para Piyasası'nın Türkler'in yönetiminde ve Türkler'in elinde olmasını istemiş ve ekonomiyi bu amaca ulaştırmıştır. 1930'da T.C. Merkez Bankası'nı kurarken danıştığı dünyanın iki ünlü Merkez Bankacısının ( Almanya'yı korkunç "Weimar Enflasyonu"ndan kurtaran ve bu hizmeti nedeniyle "Mali Sihirbaz" ünvanı verilen zamanın Alman Merkez Bankası Başkanı Dr. Hjalmar Schacht ve yardımcısı Karl Müller'in ) olumsuz görüşlerine rağmen Türk Emisyon Bankası'nı kurmuştur. Bu iki ünlü Merkez Bankası uzmanı ülkemizde belirli bazı iktisadi ve mali tedbirler alınarak para istikrarının sağlaması güven altına alınmadan bir emisyon bankasının kurulmasını "mevsimsiz" bulmuşlardır. 1930'da verilen bu raporlara göre, T.C. Merkez Bankası, gelecek 5 yılda, tedavüldeki banknotların % 30'u oranında altın, % 10'u oranında döviz mevcutları, devlet bütçesi ve dış ödemeler dengesi sağlandıktan ve ekonomi, bu mevcut ve dengeleri zaman içinde koruyacak kadar güçlendirildikten sonra kurulabilir. Bu şartlar yerine getirilmeden kurulabilecek bir Merkez Bankası, ülkede para istikrarını bozabilir ve bunun çok olumsuz sonuçları olacaktır.

                  Millî Para'nın Türkler'in yönetimine geçmesini isteyen Atatürk, 1930'larda T.C. Merkez Bankası'nı kurmuş, bankanın hisselerini de Türk Bankaları ile devlet memurlarına dağıtmıştır. Ancak 1930'dan sonra yabancı uzmanların önerilerine uygun olarak 1931'de 6127 kilo olan T.C. Merkez Bankası altın mevcudunu, 1938'de 26190 kiloya ulaştırmış, Düyun-u Umumiye Borçları'nın, 1933'te yapılan anlaşmayla uygun olarak ödenmesini sürdürmüş, ödemeler dengesi ile devlet bütçesi dengesini kurarak korunmasını sağlamış ve fiyat istikrarının bozulmasını da kesin kararlarla önlemiştir.

                  Atatürk'e göre, enflasyona gitmeden yatırımların hızlandırılabilmesi için, halkın tasarrufa yöneltilmesi ve halk tasarruflarının büyük yatırımları gerçekleştirebilmek için birleştirilmesini sağlayan bir malî yapının kurulması gereklidir. Atatürk'ün kararı ile başlatılan "Millî İktisat ve Tasarruf Hamlesi" ve "Yerli Mallar Haftaları" ile Türkiye İş Bankası'nın kurulması, bu amaca yönelik uygulamalardır.

    ATATÜRK'ÜN MUSİKİ ANLAYIŞI

            "Efendiler!. Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz, fakat sanatkâr olamazsınız hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim..."

            Bu, ATATÜRK'ün sanata ve sanatkâra karşı büyük sevgisini gösteren sözlerinden biridir.

            Büyük ATATÜRK'ün sanatı ve sanatkârı onurlandıran daha pek çok sözleri vardır.

            "Sanatkâr toplum içinde, uzun çaba ve çalışmalar vermekte, alnında ışıklı sevinci ilk hisseden insandır."

            "Bir millet sanatdan ve sanatkârdan yoksunsa, tam bir hayata mâlik olamaz."

            Büyük ATATÜRK, milli kültürün önemli bir parçası olan sanata çok değer verilmesi gerektiğini bildiği için, sanatkârı temelli teşvik ve takdir etmiştir.

            "Türk milletinin yücelmesinde, başlıca hareket unsuru olan milli kültür ve sanatın gelişmesi" ATATÜRK'ün başlıca isteğiydi.

            ATATÜRK bu konudaki çeşitli konuşmalarında, hep Türk milletinin ve dolayısıyla Türk sanatının, milletin hayatındaki önemine işaret etmiş, Türk sanatının ileri hamlelerle, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşması gerektiğini vurgulamıştır.

            ATATÜRK, Türk milletinin varlığına yönelik bütün değişikliklerin milli ve medenî temellere dayanmasını istiyordu.

            Sanatta ve kültürde köklü bir geçmişe sahip olan Türk milletinin lâyık olduğu seviyeye ulaşması, onun temel emeli ve ideali olmuştur.

            ATATÜRK, milletin hayatında gerçekleştirilmesi gereken bütün değişikliklerin zorlama ile olmayacağını, alıştırıcı ve inandırıcı bir tutumla oluşturulması gerektiğine inandığı için, özellikle Türk musıkisinde bu sistemin uygulanmasını gerekli görmüştür.

            ATATÜRK'ün emirleriyle kurulan Cumhurbaşkanlığı orkestrasının bir konserinden sonra, ATATÜRK şöyle söylemiştir:

            "Halkın da musıki ihtiyacını düşünmek gerekir. Halkın musıki zevkinin gelişmesi için bu musıkiye (batı musıkisine) alışması ve bu musıkiden hoşlanması için, köklü bir musıki eğitimine ihtiyaç vardır."

            Nitekim, Devlet konservatuarının temeli olan musıki muallim mektebinin (1925) büyük ATATÜRK'ün bu işareti üzerine gerçekleştirilmiştir. Musıki muallim mekteplerinin amacı sanatçıdan çok orta öğretim için öğretmen yetiştirmekti. İkinci adım, bir milli musıki ve temsil akademisinin kurulmasıydı. ATATÜRK, musıkinin sadece nazarî (didaktik) bir uğraşı olarak değil, pratik ve uygulayıcı bir sistemle geliştirilmesini vurgulamış oluyordu.

            Kurulan musıki muallim mektebinin sanatkârdan çok, öğretmen yetiştirmek amacına yönelik olması, genç öğretmenler mârifetiyle, memleket sathında bir musıki eğitiminin gerçekleştirilmesini sağlamaktı. Büyük ATATÜRK: "Yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir niteliğinin de, güzel sanatları sevmek ve bu sahada yükselmek olduğunu" söylerken, Türk milletinin yüksek karakterine ve çalışkanlığına, milli birlik ve parlak zekâsına bilgiye bağlılığına ve yürek bütünlüğüne güvenini belirtiyor, milletin bu niteliğini her çeşit vasıta ve tedbirlerle besleyerek geliştirilmesinin milli ülkümüz olduğunu ve bugünkü dünya içinde, tam anlamıyla medeni bir toplum içinde, yer alması gerektiğine önemle işaret etmiş oluyordu.

            ATATÜRK, her konudaki düşüncelerini berrak bir akışla ifade etmiştir. ATATÜRK, elbette bir musıkici değildi, fakat derin bir musıki anlayışına ve zevk üstünlüğüne sahipti. Şu sözleri bunu anlatmaktadır:

            "Bir çok defa bu musıkinin (Türk musıkisinin) tam haysiyetini bulamıyoruz. İşte bu dinlediğimiz musıki hakiki bir Türk musıkisidir ve hiç şüphesiz yüksek bir medeniyetin musıkisidir. Bu musıkiyi dünyanın anlaması lâzımdır. Onu bütün dünyaya anlatabilmek için, bizim milletçe bugünkü medeni dünyanın seviyesine yükselmemiz gerekir."

            ATATÜRK, musıkimizi bütün dünyaya anlatabilmek için, milletçe medeni dünyanın seviyesine yükselmemiz gerektiğine işaret ederken, bizim için, tarihin karanlıklarında ve derinliklerinde kalmış, zengin bir musıki kültürünün gerçek değerlerini meydana çıkarmak, özellikle musıki şuuru, duygusu ve bilgisini, aynı kuvvet ve heyecanla, yeni nesillere aktarmanın gereğine işaret etmek istemişlerdir. Eski ve köklü bir geçmişe sahip millet olarak, kültürde olduğu kadar milli ve toplumsal hayatımız için de, önemli olan musıkinin, bizde alaturka- alafranga meselesi, olmakta devam etmesindeki kısır çekişmeleri de ATATÜRK; 1 Kasım 1934 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde, meclis kürsüsünden söylediği şu sözlerle ülküleştirmiştir.

            "Arkadaşlar! Güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi biliyorum. Bu yapılmaktadır. Ancak bana kalırsa bunda çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musıkisidir. Bir ulusun yeni değişikliğine ölçü, musıkide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bugün dinletilmeğe yeltenilen musıki, yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır, bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusun ince duygularını düşüncelerini anlatan, yüksek deyişlerini, söyleyişlerini toplamak, onları genel musıki kurallarına göre işlemek gerekir, ancak Türk ulusal musıkisi böyle yükselebilir, evrensel musıki de yerini alabilir. Kültür işleri bakanlığının buna değerince önem vermesini, kanunun ona yardımcı olmasını dilerim."

            Büyük ATATÜRK, yıllar önce söylediği bu sözleriyle, Türk musıkisi politikasının sağlam temeller üstünde geliştirilmesinde, temel ilkeyi tespit ediyor, Türk milletinin güçlü bir musıki potansiyeline sahip olduğunu bilerek, bu musıkinin layık olduğu biçimde, çağdaş medeniyet kurallarına göre geliştirilmesini istiyor, Türk gençliğine ve sanatına yeni ve ışıklı ufuklar açıyordu.

           

            ATATÜRK, bu sözleriyle de, memleketin Milli Kültür hazinesi olan halk musıkisini araştırılarak, ilmî esaslar ve metodlarla kültür canlılıklarıyla ortaya konulmasını vurgulamış oluyordu.

            ATATÜRK Türk musıkisine alaturka damgasını vuranlardan değildi, hele Arap, Fars ve Bizans musıkilerinden etkilenmiş olduğu görüşünü asla tasvip etmemiştir.

            Alaturka, her ne kadar, Türk'e mahsus, Türkvâri gibi bir anlama geliyorsa da, bunu tezyif yollu kullanmayı âdet edinenler vardır. Başı bozukluk, gerilik, uyuşukluk gibi anlamlarda kullanılmak istenmektedir. Gerçekde Türk musıkisinin, bu anlayışla vasıflandırılması son derece âmiyâne bir yakıştırmadır.

            ATATÜRK'e ait olduğu söylenen bazı sözler, yanlış aktarılmış, ya da naklederler, işlerine geldiği gibi yorumlamışlardır. Bunlardan biri şudur: "Esas müzik batı müziğidir, ulusumuz için de bu müziği normal görmeliyiz."

    Türk musıkisini sevmeyenler, daha doğrusu bilmeyenler, musıkimizi temelli hor görmüşlerdir. Onlara göre, alaturka musıki; Bizans, Arap ve Fars musıkilerinin etkisinde kalmıştır. Tek sesli olması dolayısıyla de iptidâidir. Daha da ileri giderek: "Kozmopolit ve egzotik, melankolik bir havası vardır, onun için bu musıkiyi kaldırıp atmalı, batı müziğini almalıdır."

            ATATÜRK'e mal edilen bu sözler, nakledenlerin yorumladıkları şekilde ise, aynı konularda belgeleşmiş sözleri de vardır ki, tam bir çelişki meydana geliyor demektir. ATATÜRK, gibi bir insan, böyle bir çelişkiye düşmezdi. Şu halde bu sözler, ya noksan, ya da yanlış aksettirilmiş ya da ATATÜRK bunları başka maksatla söylemiştir.

            Bâzı müfrit muhafazakârlar da ATATÜRK'ün batı musıkisini sevmediğini, dinlemekten hoşlanmadığını ileri sürmüşlerdir. Her ikisi de doğru değildir. ATATÜRK, hiçbir zaman Türk musıkisini tezyif yollu, yerme ve kötülemede bulunmamış, tersine; "Yüksek bir medeniyetin musıkisi olduğunu." söylemiştir.

            ATATÜRK: "Bir ulusal eğitim programından söz ederken, yabancı düşüncelerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden arınmış, ulusal birliğimize, gelenek ve tarihimize uygun bir kültür kasdediyorum, herhangi bir yabancı kültür, şimdiye kadar takibedilen yabancı kültürlerin bozucu sonuçlarını tekrar ettirebilir. Kültür, ortamla uyumlu olmalıdır. Bu ortam ulusun öz benliğidir." diyor. (Temmuz 1924)

            Böyle söyleyen ATATÜRK, doğrudan doğruya: "Bizim için esas müzik batı müziğidir, bu müziği ulusumuz için normal görmeliyiz." sözünü yorumlayan biçimde söylenmiş olabilir mi?

            ATATÜRK, Türk musıkisinin en iyi şartlarla korunmasını ve geliştirilmesini istiyor, batı musıkisini de seviyor ve hoşlanarak dinliyordu.

            Halkı çoksesli musıkiye alıştırmada eğitici bir yol tutulmasını, batıya yönelik çalışmalarda, çağdaş milletler seviyesine ulaşma safhalarında, musıki ürünlerinin önemli yeri olduğunu takdir ederek, milli bütünlüğümüzü belirten, kültür değerlerimizi ve geleneklerimizi göz önünde tutarak, milli ve evrensel literatürden de faydalanarak, Türk musıkisinin kudretini batı dünyasına tanıtmak ve göstermek gerektiğine inanıyordu. Bu, Türk duygusunu ve milli heyecanını batı ölçüleri ve tekniği içinde işleyerek, bütün dünyaya tanıtmak demektir.

    ATATÜRK VE TÜRK KADINI

         Kadın hakları ve kadınların erkeklerle eşitliği konusunda geçen asırdan itibaren batı ülkelerinde ve toplumlarında yoğun mücadelelerin verildiği ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere' nin bu mücadelelerin en şiddetlilerini yaşadığı bilinmektedir. Ülkemizde, gerek Osmanlı İmparatorluğu ve gerek Cumhuriyet döneminde kadınlarımızın kendi hakları konusunda, batı ülkelerindekine benzer şekilde mücadele ettiklerini söylemek mümkün değildir. Ama biz kadınlara birçok batı ülkesinden daha evvel bu hak Atatürk tarafından verilmiş ve hatta adeta sunulmuştur. Cumhuriyet Dönemi ve Kadın Hakları teokratik bir devlet yapısının ve kadın haklarının kısıtlı olduğu bir toplum düzeninin olduğu Osmanlı İmparatorluğu' ndan, kadın-erkek eşitliğinin kabul edildiği modern Türkiye Cumhuriyeti' ne geçiş, bir çok devrimler ile mümkün olabilmiştir. Bu devrimler içinde, kadınların erkekler ile eşit toplumsal varlıklar olarak toplum içinde yerlerini almaları bir uygarlık aşamasıdır ve Atatürk Devrimleri' nin en önde gelenlerinden birisidir. 1926 yılında Büyük Millet Meclisi tarafından kabulle yürürlüğe giren ve Türk kadınlarını "şeriat" zincirinden kurtaran Medeni Kanun ile, Türk kadınına bin yıl evvel kaybettiği hakların iade edilmesinin temeli oluşmuştur. Artık kadın güçlenmeye, kişiliğini bulmaya başlamış ve erkeğinin yanında sosyal faaliyetlere katılmaya hazırdır. Türk Kadınına Seçme ve Seçilme Haklarının Verilmesi Medeni Kanun ile erkeklerle eşit haklara sahip olan Türk kadınına, 3. TBMM tarafından 3 Nisan 1930' da kabul edilen bir yasa ile belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmıştır. 1931 yılında da Türk kadını ilk kez tıp dünyasında varlığını göstermiş ve ilk kadın cerrahımız çalışmaya başlamıştır. 4 Mayıs 1931' de ilk toplantısını yapan IV. TBMM tarafından 26 EKim 1932' de kabul edilen bir yasa ile Türk kadınına muhtar, köy ihtiyar kurulu üyeliğine seçilme ve seçme hakkı tanınmış; ertesi yıl da, 8 Ekim 1934' de kabul edilen ve 5 Aralık 1934'de yürürlüğe giren bir başka yasa ile kadın-erkek eşitliği alanında bütün haklar, "Kadınlara Milletvekili Seçme ve Seçilme Hakkı" nın tanınmasıyla verilmiş oluyordu. Atatürk' ün Kadın Hakları Konusundaki Görüşleri ve Gerçekleştirdikleri, bugün dünya aydınlarının ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı 'nın yaymaya çalıştığı kadın hakları ile ilgili görüşler, Atatürk tarafından çok önceleri dile getirilmiş ve çoğunlukla da uygulama alanına sokulmuştur. Atatürk, Cumhuriyet' in ilanından dokuz ay önce Şubat 1923 'de şöyle demiştir:

         "Bizim sosyal toplumumuzun başarısızlığının sebebi, kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlikten ileri gelmektedir. Yaşamak demek faaliyet demektir. Bundan dolayı bir sosyal toplumun, bir organı faaliyette bulunurken, diğer bir organı işlemezse, o sosyal toplum felçlidir."

        Atatürk, çağdaş bir düşüncenin ürünü olan bu sözleriyle kadının toplumdaki yerini belirlemiştir. Atatürk' ün Türk kadınına beslediği sevgi ve saygı, Kurtuluş Savaşı' ndaki gözlemleri ile iyice perçinleşmiştir. 1923 yılında Konya' da yaptığı bir konuşmada, bu hissiyatını büyük bir içtenlikle dile getirir.

        "Dünyada hiçbir milletin kadını, ben Anadolu kadınından fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte, Anadolu kadını kadar emek verdim, diyemez. Erkeklerden kurduğumuz ordumuzun hayat kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Çift süren, tarlayı eken, kağnısı ve kucağındaki yavrusu ile yağmur demeyip, kış demeyip cephenin ihtiyaçlarını taşıyan hep onlar, hep o yüce, o fedakar, o ilahi Anadolu kadını olmuştur. Bundan ötürü hepimiz bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı, şükranla ve minnetle sonsuza kadar aziz ve kutsal bilelim."

        Atatürk 30 Mart 1923' de Vakit Gazetesi' nde yayınlanan bir beyanatında;

        "İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan oluşur. Kabil midir bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki bir cismin yarısı toprağa bağlı kaldıkça, öteki yarısı göklere yükselebilsin?"

        Türkler tarih boyunca, babaerkil denilen aile yapısını gönüllerine yerleştirememişler ve benimseyememişlerdir. İşte Atatürk, milletin geçmişindeki ve özünde var olan fakat özlem haline getirilmiş bir hakkı, bir duyguyu devlet varlığına geçiren devrimci olmuştur.

        "Ey kahraman Türk kadını! Sen yerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde göklere yükselmeye layıksın"

    diyerek, yaptıklarının gerekçesini az, öz ve muhteşem bir ifade ile belirtmiştir. Kadınların giysileri de Atatürk' ün üzerinde çok önemle durduğu bir başka konu olmuştur. Bu konuda Atatürk, 1 Eylül 1925' de İkdam Gazetesi' nde yayınlanan bir beyanatında şöyle dedi:

        "Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başında bir bez, peştemal veya buna benzer birşeyler asararak yüzünü, gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın manası neye delalet eder? Medeni bir millet anası, bir millet kızı için bu garip şekiller, bu vahşi vaziyet nedir? Bu hal milleti çok gülünç gösterir ve derhal düzeltilmesi lazımdır".

        1925 yılında İnebolu gezisinde Atatürk, örtünen kadınlarla ilgili şunları söyledi:

        "Onlar yüzlerini cihana göstersinler ve gözleri ile cihanı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak hiçbir şey yoktur. Önemli olarak şunu ihtar edeyim ki, bu halin muhafazasında inat ve taassup, hepimizi en az kurbanlık koyun olmak istidadından kurtaramaz.."

        31 Temmuz 1932' de Türkiye güzeli Keriman Halis' in, Belçika' da yapılan yarışmada dünya güzeli seçilmesi üzerine Atatürk O'na "Ece" ünvanını verir ve Türk kadınına şöyle seslenir:

        "Şunu ilave edeyim ki! Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihten bildiğim için, Türk kızlarından birisinin dünya güzeli seçilmiş olmasını çok tabii buldum. Fakat Türk gençlerine bu münasebetle şunu hatırlatmayı da lüzumlu görürüm: Övünç duyduğumuz tabii güzelliğinizi fenni tarzda muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda uyanık olunuz ve bu gelişmelerin aralıksız gerçekleşmesini ihmal etmeyiniz. Bununla beraber, asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi, yüksek kültürde ve yüksek faziletle dünya birinciliğini elde tutmaktır."

        Atatürk, 18 Nisan 1935' de kendisinin himayesinde İstanbul' da toplanan ve aralarında ünlü nükleer fizikçi Madam Eve Curie' nin de bulunduğu, dünyanın dört bir yanından gelen kadınların katıldığı "Milletlerarası İlk Kadın Kongresi" delegelerine şöyle seslenir:

        "Türk kadınının dünya kadınlığına elini vererek, dünyanın barış ve güveni için çalışacağına emin olabilirsiniz."

        Ulu önder, Türk kadınlarının hiçbir alanda erkeklerden ve Avrupalı kadınlardan geri kalmayacakları yolundaki inancını da şu sözleriyle belirtmiştir:

        "Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan biçim ve kılıkta başarıdan çok, ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle süslenip, donanmaktır. Ben muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönden onların üstüne çıkacak şekilde ışıkla, bilgi ve kültürle donanacaklarından asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin olanlardanım."

        Türk toplumunun gelişip yükselmesinde aile yapısının önemine inanan Atatürk, şöyle demektedir:

        "Bu millet esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk milleti öyle analara sahiptir ki her bir devrin büyük adamlarını bu analar yetiştirmiştir. Türk kadını daha büyük nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir."

        Türk kadını, yüzyıllardır özlemini çektiği haklarına sahip olmada; en azimli, inançlı ve güçlü desteği Atatürk' ten almış ve çağdaş ülke kadınlarının önüne geçmiştir. Örneğin; İtalya' da kadınlar ancak 1948 yılında seçimlere girebilmişler. Japon kadınları ise seçim haklarını ancak 1950 yılında alabilmiştir. Medeni Kanun' ları aldığımız İsviçre' de ise, kadınlar haklarını 1971 yılına kadar alamazken, çağdaşlamada örnek aldığımız İsveç ve Danimarka gibi ülkelerde de durum farklı değilken, Türk kadınına 1935 yılında seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Bu vesile ile bakın Atatürk nasıl seslenir:

        "Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasi hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını, evdeki medeni mevkiini selahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasi hayatla, Belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu selahiyet ve lihakatle kullancaktır."

        Atatürk hayatta iken yapılan son seçim olan, 1935 yılı seçimlerinde ilk kez seçilme hakkını da kullanan Türk kadını, TBMM' ne onsekiz kadın milletvekili ile girmiştir. Bu onsekiz Türk kadının yüce meclisin çalışmalarına ne ölçüde katkıda bulundukları ve kararlarında ne denli etkili oldukları meclis tutanakları ile sabittir. Ayrıca kişisel tutumları da övünç vesilesi ve geleceğe olan inançları kuvvetlendirici mahiyette olmuştur. Atatürk' ün, çağı ve değişeni değil, değişecek zamanı milletine göstermesi, kadın hakları ve kadın-erkek eşitliği konularında, "BM İnsan Hakları Evrensel Bildirisi", "İnsan Hakları Sözleşmesi" gibi konular, daha insanlık tarihinin ufkunda bile görünmemişken Türk Kadınına, haklarını vermesinin değeri daha iyi anlaşılır. Bağımsızlık mücadelesi yapan ülkeler nasıl Atatürk' ü örnek bir lider almışlarsa, kadın hakları uğruna uğraş ve savaş verenler de, onu bir devrimci olarak aynı şekilde örnek almak durumundadırlar. Çünkü bütün insanlık tarihi boyunca, tarihin hiçbir döneminde, hiçbir lider kadın hakları konusunda Atatürk kadar önsezili ve öngörüşlü olmamış, onun kadar uğraş ve savaş vermemiştir. Ne mutlu bir Atatürk yetiştiren Türk kadınına, ne mutlu O'na sahip olan Türk milletine...

        Amiral (e) Çetinkaya APATAY Atatürk Türkiye'sinin Türk Kadını'na Kazancı Kitap Ticaret A.Ş. 1996

      .
    ATATÜRK, bütün memleket işlerinde olduğu gibi, kültür ve sanat varlığımızda da, dünya ölçüsünde bir yeniliğe ve başarıya ulaşmanın böyle mümkün olabileceğini, musıkide milli olabilmenin dayandığı temel unsurlardan biri olan folklor değerlerinden faydalanmanın önemini de belirtmiş oluyordu. Nitekim bir başka zaman da şöyle söylemiştir:" Bizim musıkimiz Anadolu halkından işlenebilir."

    ATATÜRK HAKKINDA NE DEDİLER ?

            Atatürk hakkında ölümünden önce ve sonra birçok yabancı devlet adamı ve yabancı basın tarafından övgü dolu birçok söz söylenmiş ve yabancı gazete ve dergilerde de birçok makale yayınlanmıştır.Gerçekten de Atatürk sadece Türkiye sınırları içinde kalmamış, görüş ve düşünceleriyle bütün toplumlara ve bütün ezilmişlere yol göstermiştir. Bunun nedeni de bence fikir ve görüşlerini bir diktatör gibi değil, bir arkadaş, bir baba, bir vatandaş olarak Türk ve dünya halkına kabul ettirmesidir. Zorla değil, herşeyin gerçeklerini ortaya koyarak, kendi halkına açıklamasıdır.

            Mustafa Kemal hakkındaki bilgiyi, O'nu çok iyi tanıyan birisinden edindim. SSCB'nin Dışişleri Bakanı Litvinof'la görüşürken, onun fikrince bütün Avrupa'nın en değerli ve ilgi çekici devlet adamının bugün Avrupa'da yaşamadığını, Boğazların gerisinde, Ankara'da yaşadığını, bunun Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk olduğunu söyledi.
    ( Franklin D. Roosvelt, ABD Başkanı, 1937 )


            Beyaz Saray'daki görevim tamamlanınca ilk yapmak istediğim şey, zamanımızın bu en dikkate değer şahsiyetini ülkesinde ziyaret etmekti. Kader buna izin vermedi. Bu çapta insanlar dünyaya sık gelmezler.
    ( Franklin Roosevelt, ABD Başkanı )

            Yüzyıllar nadir olarak dahî yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki, o büyük dahî çağımızda Türk Milleti'ne nasip oldu.
    ( D. Lloyd George, İngiltere Başbakanı, 1922 )

            Savaşta Türkiye'yi kurtaran, savaştan sonra da Türk Ulusu'nu yeniden dirilten Atatürk'ün ölümü, yalnız yurdu için değil, Avrupa için de en büyük kayıptır. Her sınıf halkın O'nun ardından döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahramana ve modern Türkiye'nin Ata'sına layık bir tezahürden başka birşey değildir.
    ( Winston Churchill, İngiltere Başbakanı, 1938 )

            Mustafa Kemal sosyalist değildi. Fakat görülüyor ki iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici, iyi düşünceli ve akıllı bir önderdir. O, soygunculara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına ve Sultanı da yaranıyla birlikte alt edeceğine inanıyorum.
    ( V. İliç Lenin, Rus İhtilali Lideri, 1921 )

            Paşa, size nasıl hayran olmayayım? Ben Fransa'da laik bir hükümet kurmuştum. Bu hükümeti Papa'nın Paris'teki temsilcisinin yardımı ile papazlar devirdi. Sizse bir Halifeyi kovdunuz ve gerçek anlamıyla laik bir devlet kurdunuz. Siz, bu taassup içinde laikliği bu topluma nasıl kabul ettirdiniz? Dehanızın büyük eseri laik bir Türkiye yaratmak olmuştur.
    ( Edouard Herriot, Fransa Eski Başbakanı, 1933 )

            Bir ulusun hayatında bu kadar az sürede bu denli kökten değişiklik pek seyrek gerçekleşir... Bu olağanüstü işleri yapanlar, hiç kuşkusuz kelimenin tam anlamıyla büyük adam niteliğine hak kazanmışlardır. Ve bundan dolayı Türkiye övünebilir.
    ( Eleftherios Venizelos, Yunanistan Başbakanı, 1933 )

            Kemal Atatürk için daimî bir anıt tesisi münasebetiyle Türkiye'ye tebriklerimi arz ile gurur duyuyorum. O'nun gösterdiği yolda yürüyen büyük ulusunuz çok önemli başarılar elde etmiştir. Türk birliğinin ve ilerleyişinin mimarı Atatürk'ün hatırasını anmak için yapılan bu tören, dünyanın her tarafından hür insanlara ilham kaynağı olmuş bir zata çok yerinde bir saygıdır.
    ( Dwight D. Eisenhower, ABD Başkanı, 1953 )

            Sakarya Savaşı, Sakarya Zaferi, yirmi yaşımın en kuvvetli hatırası olmuştur. O zamanlar, kendi kendime diyordum: Acaba ben de ulusumu böylesine seferber edemez miyim, onun ruhuna bu kurtarıcı hamleyi, bu dizgin tanımaz ihtirası aşılayamaz mıyım?
    ( Habib Burgiba, Tunus Devlet Başkanı, 1965 )

            Büyük Atatürk'ün ölümünün 25. yıl dönümü nedeniyle Fransız Ulusu'nun, Türk Ulusu'na karşı duymakta olduğu sadık dostluk duygularını dile getirmek isterim. Türkiye Tarihi, bugün, her zamandan çok Batı ve Avrupa tarihinden ayrılmaz bir durumdadır. Ve Atatürk'ün bu yöndeki gayretleri sonuçsuz kalmamıştır. Memleketlerimiz arasındaki yüzyılları aşan dostluk, bu gelişmenin temelini oluşturur.
    ( Charles de Gaulle, Fransa Devlet Başkanı, 1963 )

            O, Türkiye'yi kurmakla bütün dünya uluslarına Müslümanların seslerini duyuracak kudrette olduğunu ispat etti. Kemal Atatürk'ün ölümüyle Müslüman dünyası en büyük kahramanını kaybetmiştir. Atatürk gibi bir önder önlerinde bir ilham kaynağı olarak dikildiği halde Hind Müslümanları bugünkü durumlarına hâlâ razı olacaklar mı?
    ( Muhammed Ali Cinnah, Pakistan'nın Kurucusu, 1954 )

            Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük liderlerinden biri değildir. Biz Pakistan'da O'nu, gelmiş geçmiş bütün çağların en büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. O, yalnız sizin ulusunuzun sevgili önderi değildir. Dünyadaki bütün Müslümanlar, gözlerini sevgi ve hayranlık duygularıyla O'na çevirmişlerdir.
    ( Eyüp Han, Pakistan Devlet Başkanı, 1963 )

            Yakın ve Orta Doğu'da ilk cumhuriyet, doğuşunu O'na borçludur. Bu cumhuriyet, birçok ulusun Atatürk'ün yönetimindeki Türkiye'nin uluslararası otoritesi yükselmiş ve ülkesi dünya siyasetinde önemli bir rol oynamaya başlamıştır.
    ( Nikita S. Hruşçef, Sovyetler Birliği Başkanı, 1963 )

            Atatürk adı insana bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihî başarılarını, Türk Ulusu'na ilham veren önderliğini, modern dünyayı anlayışındaki ileri görüşlülüğü ve bir askeri önder olarak kudret ve cesaretini hatırlatmaktadır. Şüphesiz ki, Türkiye Cumhuriyeti'nin doğuşu ve o zamandan beri Atatürk'ün ve Türkiye'nin giriştiği derin ve geniş devrimler kadar bir ulusun kendisine olan güvenini daha başarıyla belirten bir başka örnek gösterilemez.
    ( John F. Kennedy, ABD Başkanı, 1963 )

            Kemal Atatürk veya bizim O'nu o zamanlar tanıdığımız ismiyle Kemal Paşa, gençlik günlerimde benim kahramanımdı. Büyük devrimlerini okuduğum zaman çok duygulandım. Türkiye'yi modernleştirme yolunda, Atatürk'ün giriştiği genel çabayı büyük bir takdirle karşıladım. O'nun dinamizmi, yılmaz ve yorulmak bilmezliği insanda büyük bir etki yaratıyordu. O, Doğuda modern çağın yapıcılarından biridir. O'nun en büyük hayranları arasında bulunmakta devam ediyorum.
    ( Cavaharlal Nehru, Hindistan Başbakanı, 1963 )

            Bütün dünya 10 Kasım'da, biz Almanların da dostluk ve saygıyla bağlı olduğumuz bir insanın hayatını ve eserlerini takdirle anmaktadır. Atatürk, daima Türkiye ile Avrupa arasındaki sıkı bağlar kurmaya çalışmıştır.
    ( Ludwig Erhard, Batı Almanya BAşbakanı, 1963 )

            Mustafa Kemal ismini bundan 50 yıl önce seçkin bir Türk komutanı olarak duymuştuk. Daha sonra barışın kuruluşuyla devlet adamlığı özelliklerini ortaya koymak fırsatını elde etmesi, büyük millî önderlerden biri olarak O'na tarihin en yüce mevkilerinden birini kazandırmıştır. O kahraman ve cesur askeri saygıyla, modern Türkiye'nin gerçek babası olan devlet adamını da hayranlık ve şükranla anıyoruz.
    ( Sir A. Douglas Home, İngiltere Başbakanı, 1963 )

            Atatürk'ün Türk Dili Devrimi'ni gerçekleştirmesi ve dinle siyaseti birbirinden ayırarak Türk Toplumu'nun modernleşmesini sağlamak yolundaki çabalarına karşı büyük bir hayranlık duymaktayız.
    ( Hayato İkeda, Japonya Başbakanı, 1963 )

            Ben Türk - Alman dostluğunu yakından tanıyan bir neslin çocuğuyum. Küçük yaşımda bir adamın kahramanlıklarını, yaptığı hizmetleri, ülkesi için giriştiği özverileri gördüm. Bu adam Mustafa Kemal'di. Bugün daha iyi kavrıyorum ki, o insan büyük bir devlet adamıydı. Büyüktü, çünki, ölçüyü korumasını her zaman bildi ve eserini tehlikeye sokacak sınırları aşamadı. Yürekliliğin ve kendi yürekliliğinin sınırlarını da çizebilecek kadar anlayışlıydı.
    ( Kurt G. Kiesinger, Federal Almanya Başbakanı, 1968 )

            Çağımızda, uzak görüşlü, cesur, siyasî, sosyal ve ekonomik reformlarla Türkiye'yi bugünki modern cumhuriyet durumuna getiren Atatürk'tür. Aynı zamanda bugün Türkiye'nin Avrupa Ortak Pazarı'na girebilecek güce erişmesini sağlayan modern ekonominin temelini hazırlayan da gene O'dur. ( Joseph Luns, Hollanda Dışişleri Bakanı, 1963 )

            Asker - devlet adamı, çağımızın en büyük liderlerinden biriydi. Kendisi, Türkiye'nin en ileri memleketler arasında hakettiği yeri almasını sağlamıştır. Gene O, Türklere, bir milletin büyüklüğünün temel taşını oluşturan, kendine güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir. Ben Atatürk'ün sadık arkadaşlarından biri olmakla büyük övünç duyuyorum.
    ( General Douglas MacArthur, ABD Uzak Doğu Kuvvetleri Başkomutanı, 1963 )

            Marmara kıyısındaki sıcak, toz toprak içinde, eciş bücüş yollu ikinci sınıf kıyı kasabası Mudanya'da, Batı ile Doğu karşı karşıya geldiler. İsmet Paşa ile görüşecek Müttefik generallerini taşıyan İngiliz sancak gemisi "İron Duke"nin kül rengi öldürücü kulelerine rağmen, Batılılar buraya barış dilenmeye geliyordu; yoksa barış istemeye, ya da şartlarını dikte etmeye değil... Bu görüşmeler, Avrupa'nın Asya üzerindeki egemenliğinin sonucunu gösteriyor. Çünki Mustafa Kemal, herkesin bildiği gibi, Yunanlıları silip süpürmüştü.
    ( E. Hemingway, Amerikalı Romancı - Yazar, 1922 )

            Bir insanın değerinin en belirli ölçüsü kendi alanındaki üstünlüğünü dostuna düşmanına kabul ettirebilmesindedir. İşte Atatürk bu yüceliğe ermiş dahilerden biridir. Bir ihtilalci olarak modern Türkiye'yi yaratmış, davasında muzaffer olmuş ve yüzyılımızın büyük devlet adamları arasına katılmıştır.
    ( W. Somerset Maugham, İngiliz Romancı - Yazar, 1953 )

            Sevr'den sonra Türkiye'nin öldüğünü sanmıştım. Ama Türkiye yaşıyor; hem, Mustafa Kemal başına geçeli beri öylesine canlı yaşıyor ki, bir Lloyd George'un bütün çabaları, bütün imkânları, sağduyuya meydan okuyan bu şiddetli yaşama isteğinin karşısında erimekten başka birşey yapamıyor.
    ( Claude Farrêre, Fransız Romancı - Diplomat, 1930 )

            Bizim aslımız rengi uçmuş bir kıvılcımken O'nun bakışlarıyla cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik.
    ( İkbal, Pakistan Millî Şairi )

            Atatürk, tarih boyunca gelip geçmiş en büyüp devlet adamlarından biridir. Hiçbir zaman yaşadığı zamanın üzerinde durmamış, ileriyi görerek ona göre iş yapmıştır. Atatürk'ü Mussolini ve Hitler gibi yöneticilerden ayıran nokta işte bu niteliktir. Onlar her yaptıklarında kendilerini düşünerek hareket ediyorlardı. Atatürk, kendisinden ötesini, 20 - 30 yıl ilerisini görerek hareket ederdi.
    ( Lord Kinross, İngiliz Devlet Adamı, 1960 )

            Tarihte çok az kimse halkına ve vatanına Atatürk kadar faydalı olmuştur. El ele, gönül gönüle güzel yurdumuzda huzur, barış ve anlayış içinde, sola sağa sapmadan Atatürk'ün hedefinde yaşayalım.
    ( Şnork Kalutsyan, Türkiye Ermenileri Patriği, 1981 )

            Bu gibi dehalar ancak görünüşte ölürler. Çünki, gerçekte ulusların anlayışlarında derin ve silinmez izler bırakan eseriyle, daima yaşarlar. Böyle insanlar, bir kuşak için doğmadıkları gibi, belli bir devre için de doğmazlar. Bu gibi insanlar, uluslarının bu gibi nimetler kaynağından durmaksızın yararlanmalarına imkân vermek suretiyle yüzyıllarca ulusların tarihlerine egemen olacak insanlardır.
    ( Tahran Gazetesi, İran )

            Tarih çok büyükler gördü. İskenderler'i, Napolyon'ları, Washington'ları gördü. Fakat yirminci yüzyılda büyüklük rekorunu Atatürk, bu Türk oğlu Türk kırdı.
    ( L'Illustration, Fransa )

            Dünya, Türkiye'nin Batı görüş ve inanışı içinde yeniden kurulması gibi heyecanlı bir olaya asla şahit olmamıştır.
    ( Social Demokraten, İsveç )

            Kadınlar başka hiçbir ülkede bu kadar hızla ilerlememişlerdir. Bir ulusun bu derece değişmesi, tarihte, gerçekten eşi olmayan bir olaydır.
    ( Daily Telgraph, İngiltere )

            Özgürlük mücadelemiz sırasında Türk Kurtuluş Savaşı'ndan ve Mustafa Kemal Atatürk'ün ilkelerinden çok etkilendik. Atatürk'ün milliyetçilik, laiklik ve demokrasi ilkeleri, ülkemin gelişmesinde çok etkili oldu.
    ( Naman Narayanan, Hindistan Cumhurbaşkanı )

            Vatanımın bağımsızlığı uluslararası bir gerçek olduğu gün, Allah'a şükürden sonra ilk hatırladığım isim, Gazi Mustafa Kemal Atatürk oldu. Ümit kapılarının kapandığı bunalım anlarında, O'nun destan olan yaşamı ve savaşımı bana esin kaynağı oldu.
    ( Habib Burgiba, Tunus Devlet Başkanı, 1955 )

            İslam dünyasının büyük insan yetiştirme gücünü yitirdiğini öne sürenler, Atatürk'ü hatırlamalı ve utanmalıdırlar.
    ( Tahran Gazetesi, İran, 1939 )

            Atatürk, aşı dumanlı doruklarda yüce bir dağ tepesidir. Siz O'na yaklaştıkça o yükselir ve aranızdaki mesafe sonsuza değin aynı kalır. Devirlerinde büyük gözüken, zamanla küçülen benzerlerinden farkı budur ve böyle kalacaktır.
    ( Arriba Gazetesi, Portekiz, 1938 )

            Dünya, bu savaş ve barış kahramanı büyük adamın ölümü ile yoksul düşmüştür. Gücü, zorlukları yenme kararı ve yiğitliği ile, aman bilmeyen galiplerin uygulamaya kalkıştıkları pranga siyasetini ilk kıran Atatürk'tür.
    ( Pester Llyd Gazetesi, Macaristan, 1938 )

            Eğer tarih bir kalbe sahip olsaydı, Mustafa Kemal'i mutlaka kıskanırdı.
    ( Tchang Yang Yee Pan Gazetesi, Çin, 1958 )

            Mevcut rütbelerin hepsini kaldırdığı bir ülkede, Mustafa Kemal bütün rütbeleri kazanmıştır. Türkiye'de düşünülebilecek en şerefli isim O'na verilmiştir.
    ( Marcel Sauvage )

            İşte Mustafa Kemal karşımda duruyor. Kendimi kaptırmaktan alamadığım bir heyecanla O'na bakıyorum. Görünüş bir kere daha aldatmıyor insanı. İşçi yaptığı işe benziyor. Uzun ve sert bir yüz, düşünceyi belirten derin çizgilerin yer ettiği geniş bir alın, enerji dolu bir çene, iki buzul gibi mavi gözler. İşte göze çarpan ilk şeyler bunlar. Aşırı derece bir soğukkanlılık, hiçbir gücün bükemediği bir irade ve bıkmak, usanmak nedir bilmeyen bir dikkaat ve düşünme yeteneği. İşte size son derece hareketsiz olduğu için adeta göz kamaştıran yüzün açığa vurduğu özellikler.
    ( Claude Farrer )

            Mustafa Kemal'in tasarladığı düşünce devrimi, zaten gerekliydi diye, bazı Batılıların basit bulabilecekleri bir devrimi içine alıyordu. Kendisine haklı olarak Atatürk, yani Türkler'in Ata'sı denen Mustafa Kemal, girişim ve umutlarının gürültüsüyle ortalığı ayağa kaldırmadan çalıştı. Dünyanın, insana şaşkınlık veren bu eser hakkında pek az şey bilişi de herhalde bundandır. Bu eser, İngiliz, Fransız ya da Rus inkılapçılarının eserine hiçbir bakımdan benzemez. Bu ülkelerden hiçbiri, dile, yazıya dokunabilmeyi akıllarının kıyısından bile geçirmemiştir. Ne Cromwell, ne Robespiere ve ne de Lenin ile arkasından gelenler, önderlik ettikleri ulusu, bilim felsefesi, düşünce yönetimi, kısacası alın yazısını değiştirme yoluna götürmeye kalkışmamışlardır. Mustafa Kemal, bunu yapan ve başaran adamdır.
    ( Georges Duhamel )

            Türk Ulusu sonradan Mustafa Kemal Paşa'ya Atatürk adını verdi. Bence bu, ayağına kadar gelen; Osmanlı tahtı yerine, ulusunun gönlündeki tahtı üstün tutan bir öndere o ulusun gösterebileceği en yerinde şükran ifadesidir.
    ( Kont De Chambrun, Eski Fransız Büyükelçisi )

            Mustafa Kemal öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık cihanda barışı kimse garanti edemez.
    ( Sanerwein )

            Büyük güçlüklerden sonra yaratılan Mustafa Kemal Türkiyesi ve Mustafa Kemal uygarlığı sayısız yarınlar boyunca yaşamaya devam edecektir. Halkının ve özellikle O'nun deyimiyle "Türkiye'nin gerçek efendisi olan Türk Köylüsü'nün, o dürüst ve temiz insanların kalbinde ebediyen yaşayacaktır." Mustafa Kemal: "Biz ilhamımızı hayatın tâ kendisinden ve içinden yetiştiğimiz Türk Ulusu'ndan alıyoruz." demişti. Bugün, Anıtkabir'in yollarına düşmüş olan Türkler, o uzun yollarda, taşlara kazınmış rölyef ve heykellerde "Asker, Öğrenci ve Anandolu toprağının insanı olan Türk Köylüsü'nü" yani kendi benliklerini dile getiren bir görüntüyle karşılanıyorlar. Mustafa Kemal, düşüncelerinde kurduğu bir büyük uygarlığı gerçekleştirerek huzur içinde öldü. Yaktığı alev, daima yanacaktır. O Türklük'ün özgürlük ve ihtişam sembolüdür.
    ( Ünlü Amerikan Tarihçisi Charles E. Edenson, kapağında Atatürk'ün bir resmi bulunan Mankind adlı tarih dergisinde, Türk Kurtuluş Savaşı'nı anlatan uzun yazısında Atatürk'ten böyle bahsediyordu. )

            Asker-Devlet adamı, çağımızın en büyük liderlerinden biri idi. Kendisi Türkiye'nin, dünyanın en ileri memleketleri arasında hak ettiği yeri almasını sağlamıştır. Keza O, Türklere, bir milletin büyüklüğünün temel taşını teşkil eden, kendine güvenme ve dayanım duygusunu vermiştir. Ben Atatürk'ün sadık arkadaşlarından biri olarak büyük iftihar duyuyorum.
    ( General Douglas McArthur, Kasım 1963 )

            Atatürk yalnız Türk tarihinin büyük bir siması değil, aynı zamanda bir büyük barış adamıdır. O'nun yeni Türkiye'yi yaratan eseri, yüzyıllara intikal eden bir anıt olarak kalacaktır.
    ( General Metaksas, Yunanistan Başbakanı )

            İnsanı teslim alıcı gözlerinde fevkalade bir önderlik gücü var. Kalın kaşları sakin durmaz. Yüksek, entellektüel zirveler kalkar ve şaşılacak derecede geniş alnında derin çizgiler oyacak biçimde çatılır. Derisi açık renklidir, güneşten yanmıştır. Esmer değildir. Saçı sarımtrak kahverengidir. Ağzının temiz kesilmiş çizgileri ve çenesi kararlarının kesinliğini gösterir. Tetiktir, hazırcevaptır, dikkati çekecek derecede zekidir.
    ( Glayds Baker, Amerikalı Kadın Gazeteci )

            O; şahsi kazanç ve söhret peşinde koşan basit bir diktatör değil, gelecek nesiller için sağlam temeller atmaya uğraşan bir kahramandı.
    ( Walter L. Wright Jr. )

            Atatürk'ün dış münasebetler konusu üzerindeki görüşlerini inceleyen bir kimse, fikirlerinin değeri ve ifade edildikleri zamanı aşan manaları karşısında daima hayrete düşer.
    ( Awra M. Warren, ABD Büyükelçilerinden )

            Büyük Atatürk'ün ufulünden dolayı teessürümüz o derece derin ve sonsuzdur ki, bunu ifade etmek için kelime bulamıyorum. Çünkü Atatürk, yalnız Türkiye'nin değil, bütün şarkın Ata'sı idi.
    ( Veli Han, Afganistan )

            Türkiye'yi son ziyareti sırasında Anıtkabir'in altın defterine şu sözleri yazmıştı: "Atatürk artık rahatça ölebilirdi. Mademki ışık parlamakta, alev yanmakta ve memleket ilerlemekte devam ediyor..."
    ( General De Gaulle )

            Mustafa Kemal sosyalist değil, fakat görülüyor ki iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, ilerici ve iyi düşünceli, akıllı bir lider. Mustafa Kemal, soygunculara karşı bir Kurtuluş Savaşı veriyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına ve Sultanı da yaranı ile birlikte alt edeceğine inanıyorum.
    ( Lenin )

            Ben şimdiye kadar on beş hükümdar ve cumhurbaşkanı ile özel ve resmi konuşmalar yaptım. Bu geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum. Mustafa Kemal'de büyük bir ruh kudretinin esrarı var.
    ( Sir Charles Townshend, İngiliz Generali, 1922)

            Hayatının sonuna kadar ulusunun mutlak güvenliğiyle kurduğu devletin başında kalan muzaffer kumandanın kişiliği eşi görülmemiş bir karakter örneğidir.
    ( Comte Carlo Sforza, İtalya Eski Dışişleri Bakanı )

            Öyle zamanlar oldu ki, anılar içinde benim eşsiz nitelikte gördüklerimi düzeltti: "- Hayır... Ben bunda yanılmışım. Eğer şöyle düşünseydim ve yapsaydım sonucu daha eksiksiz olacaktı." dediği az değildi.Gerçekçilik O'nun korkmadığı şeydi.
    ( General Charles H Sherrill, ABD Eski Elçisi )

            Kuvvetli karakterli ve dünya ulusları arasında kendi ulusunun haklı durumu üzerinde kesin ve pratik görüşlü bir adam olarak O, hiçbir zaman kişisel söhret ve yükselme peşinde koşmadı. Yurdunun çıkarları her şeyin üstünde tutan ve ulusu için en faydalı sonuca varmaya çalışan bu zat, gücünü damarlarına işlemiş görev duygusundan alıyordu.
    ( A. Rawlinson, İngiliz Yarbayı )

            Atatürk, yeni Türkiye'yi kılıcı ile kurtarmış ve dehası ile düzene sokmuştur. O'nun yaratıcı ruhunun ve coşkun yurtseverliğinin harekete geçmediği hiçbir alan yoktur.
    ( Polska Gazetesi, Polonya )

            Padişahların gösterişini, halifeliğin çekiciliğini umursamayıp bakışlarını, ordularının belkemiği olan Anadolu çiftçisine sevgiyle yöneltti.
    ( Times Gazetesi, İngiltere )

            Yeni Türk Devleti ile Ankara Andlaşması'nın imzalanması nedeniyle; "Bizi arkadan vurdu, dağ başındaki haydutlarla, Mustafa Kemallerle anlaştı" diyenlere Fransız Başbakanının Mecliste verdiği cevap:Dağ başındaki haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman Mustafa Kemal ve O'nun tüm askerleri burada olsalardı, teker teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine kahraman bir andlaşma imzalamaktan gurur duyuyorum.
    (Briand, Fransız Başbakanı, 1921)

            O, yüce bir dağa benzer. Eteğinde yasayanlar bu yüceliği fark edemezler. Bu dağın azametini kavrayabilmek için, O'na çok uzaklardan bakmak gerekir.
    ( Claude Farrer, Fransız Edebiyatçısı )

            "Almanya, Türk Milletinin bu ölçülmez derecede büyük ziyanından dolayı acısını samimi olarak katılmaktadır. Atatürk bütün dünyanın hayran kaldığı bir kalkınma yapan ilk devlet başkanı olmuştur."
    ( Beobahter Gazetesi, Almanya, 11 Kasım 1938 )

            "Atatürk, ölümünden önce herkes tarafından saygı gösterilen, değer verilen güçlü, dinç, ve çalışkan bir Türkiye yaratma ülküsünü tamamiyle başardı."
    ( Elenikon Mellon Gazetesi, Yunanistan, 11 Kasım 1938 )

            "Atatürk büyük bir şahsiyet, çok büyük bir komutan, politik bir dehadır."
    ( Excelesior Gazetesi, Fransa, 11 Kasım 1938 )

            "Atatürk; milletin atası, kılıç,fikir, kalp ve irade adamı idi. milletin bu büyük evladı, aynı zamanda yirminci yüzyılın en büyük yurttaşıdır."
    ( Slova Gazetesi, Bulgaristan, 11 Kasım 1938 )

            "O'nun idaresi altında Türkiye, Avrupa'nın kıymetli bir üyesi oldu."
    ( London Times Gazetesi, İngiltere, 11 Kasım 1938 )

            "Atatürk'ün yaptıkları insanoğlunun kolay kolay yapabileceği şeylerden değildir. O; büsbütün başka bir insandı."
    ( El-Mısri Gazetesi, Mısır, 11 Kasım 1938 )

            "Atatürk'ün ölümü ile dünya büyük bir liderini kaybetti."
    ( Gazeta Del Popolo Gazetesi, İtalya, 11 Kasım 1938 )

            "Atatürk gibi dehalar sadece görünüşte ölürler. Oysa, gerçekleştirdikleri eserlerle daima hayattadırlar.
    ( Tahran Gazetesi, İran, 11 Kasım 1938 )

            "Bu derece yüksek hilkatte bir adama sahip olduklarından dolayı, Türklere gıpta ediyoruz."
    ( Ceska Slova Gazetesi, Çekoslavakya, 11 Kasım 1938 )

            "Hiç bir ülke, Atatürk'ün Türkiye'sinin gördüğü değişiklikleri bu kadar hızlı bir şekilde görmemiştir. Bugünün Türkiye'sinin tarihi Mustafa Kemal'in tarihidir."
    ( Dness Gazetesi, Bulgaristan, 11 Kasım 1938 )

            "Atatürk zaferiyle, milletin hayatında bugünkü yeni merhaleye yol açmıştır."
    ( Polska Zbrozna Gazetesi,Polonya, 11 Kasım 1938 )

            "Tarih silinmez harflerle bu devlet adamının adını hakkedecektir."
    ( Politika Gazetesi, Yugoslavya, 11 Kasım 1938 )

            "Çok, pek çok devrimciler görüldü. Fakat hiçbiri Atatürk'ün cesaret ettiği ve muvaffak olduğu şeyi yapmadı."
    ( Messager D'Athenes Yunanistan Gazetesi, 11 Kasım 1938 )

            "Atatürk, yirminci yüzyılın en büyük mucizesidir."
    ( National Tidence Gazetesi, Danimarka, 11 Kasım 1938 )

            Atatürk'ün ölümüne, bütün dünya da, büyük bir devlet, büyük bir asker, büyük derecede şeferli bir şahsiyet olarak ağlamaktadır. İngiltere; önce cesur bir düşman, sonra sadık bir dost olarak tanıdığı büyük adamı selamlamaktadır.
    ( İngiliz Basınından )

            Her memleket; milleti, zafer, refah, saadet yolunda ilerleten büyük adamlarına heykeller dikecektir. Fakat Türkiye'nin Kemal Atatürk'ün heykelinin yapılmasında kullanacak taşı bulmak için dağlarını deşmesi, karıştırması icap edecektir. Zira, Türkiye herkesin haset ettiği bir adama, dostlarının ve düşmanlarının hayran olduğu bir deha adamın kaybı yalnız Türkiye için değil, bütün medeniyet ve dünya için bir kayıp teşkil eden bir adama malik bulunmak bahtiyarlığına nail olmuştur.
    ( Yunan Basınından )

            Biz Çinli'ler hepimiz bu mateme iştirak ediyoruz. Zira, büyük bir milletin çok sevilen büyük Ata'sının ölümü yalnız Türkiye için değil, aynı zamanda bizim kıtamızda ve bütün dünyada büyük bir boşluk bırakmıştır.
    ( Çin Basınından )

            Atatürk, fevkalade bir devlet adamı, harb sonrası dünya tarihinin en mühim simalarından biriydi. Atatürk'süz Türkiye, büyük bir devlet olamaz.
    ( Fin Basınından )

            Kemal Atatürk'ün karakterinin bir cephesini göstermek itibariyle bir noktayı hatırlatmak isterim. Bize savaşlarından birini anlatıyordu. Birdenbire durdu: Görüyorsunuz ya, dedi: Birçok zaferler kazandım. Fakat bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savas alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum. Cesaret ve zekasından başka yüreği bu kadar yüce olan böyle bir Şef'in, yurdu için mucizeler yaratmış olmasına şaşılabilir mi?...
    ( George Bennes, Vu Gazetesi, Fransa, 1938 )

    (30 Ekim 1918)(1914-1918)
     
     
    Bugün 1 ziyaretçi (1 klik) kişi burdaydı!
    Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
    Ücretsiz kaydol